29 Mayıs 2013

Çelişki, CTP ve son kriz üzerine – Murat Kanatlı

Çelişki, CTP ve son kriz üzerine – Murat Kanatlı

Diyalektik diyaloglar (1)

Siyasal bir krizin içinde geçmekteyiz.
UBP’den istifa edenlerin yol açtığı son durum üzerine CTP’ye karşı “haksız” eleştiriler yapılmaktadır.
Haksızlığın temeli, yanlış tanımlamalardan kaynaklanmaktadır. Süreci formel (biçimsel) mantıkla algılama niyeti ile yaklaşanlar, ilk elden gördüklerini alt alta koyarak eklektik bir tanımlamaya gidiyorlar ve bunun sonucunda CTP’nin yanlış yaptığına karar veriyorlar!
CTP’ye “haksız” eleştiri yönetenlerin temel çıkış noktası CTP’yi hala TC egemen bloğu ile çelişki halinde görmekten kaynaklanıyor. Onlar, formel (biçimsel) ve/veya metafizik mantıkla/yaklaşımla, CTP’yi donmuş, geçmişteki hali ile bugüne taşıyarak, şimdiki durum içinde değerlendirme yanlışına düşüyorlar. Onlar, bugünkü ‘yeni’ CTP’nin hâlihazırda içinde bulunduğu ilişkileri, geçmişten bugüne geçirdiği dönüşümü, tarihini atlayarak, görmezden gelerek eleştirilerini ortaya koymaya çalışıyorlar.
İkinci büyük sorun ise hareketi yani bugünkü sorunumuz ile mevcut siyasi krizi tamamen dış nedenlere bağlama yanılgısıdır. Bu yanılgı neticesinde “başımıza ne geliyorsa bu, Türkiye’nin ve/veya emperyalistlerin/ süper güçlerin dıştan bize dayattıkları neticesinde olduğu” indirgemeci yaklaşımı ile yapılan durum değerlendirmeleri bizleri yanlış sonuçlara götürmektedir.

Yenilenen CTP üzerine
“Neo-CTP” özellikle 1990’dan itibaren farklı yönde değişime uğramıştır. Bu değişim sürecinin ilk başlangıcı ile ilgili değişik tarihler vermek de mümkündür. Bunların hepsi belli nicel değişikler yaratmıştır. Ancak 1990’daki parti kurultayı bu yöndeki nitel bir değişikliğe tekabül eder. Parti geçirdiği evrim süreci sonucunda öz olarak değişime uğramıştır. (Elbette buna neden olan başlıca faktör, onun siyasal kimliğini üzerine oturttuğu Sovyet geleneğidir ama b yazının ana tartışma konusu bu olmadığı için, değişim sürecinin detaylarına girmeden, bunun bu olgu olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.)
Girip çıktığı hükümet deneyimleri ve siyaset yapma sürecindeki pratiklerindeki gelişme ile hareketin devam ettiği, yani yeni öze, niteliğe adapte olma sürecini geçirdikleri rahatlıkla söylenebilir. Özellikle 2000’lerin başında net şekilde kendini pratikte ifade ettiği hali ile yenilenen, TC egemen bloğu ile artık çelişkisi yoktur, artık böylesi noktaya ulaşmış durumdadırlar.
1990’larda bu değişim süreci farklı bir seyirde gelişti çünkü o dönemdeki TC egemen bloğunun karakteri farklı idi. Böylesi süreçlerde yenilenen CTP, o dönemdeki TC egemen bloğu tarafından militarist karakteri ağır basmasından dolayı hala güvenilir bulunmamıştı. Ancak buna rağmen yenilenen CTP, TC egemen bloğuna yaklaşma ve ilişki kurma anlamında hamle yapmaya devam etti. 1990’dan itibaren yenilenen CTP’den bu nedenle kendi içinden kopmalar da başlamıştı.
Bu süreçte yenilenen CTP, kendini beğendirme adına hükümet döneminde “ciddi” adımlar da attı. İTEM yasası bunlardan biriydi ama dönemin Türkiye’sinin içinden geçtiği koşullar yenileniyor olsa da CTP ile tam anlamı ile güvene dayalı ilişki kurmayı mümkün kılacak koşullar yoktu.
Yenilenen CTP, 2000’lerin başında tam anlamı ile “neo-CTP”ye dönüştüğünde, Türkiye’de başka bir sürecin de başlangıcıydı. Bu nedenle Kıbrıs’ın kuzeyindeki rejimin restorasyonu ihalesi, CTP’ye kaldı. Türkiye’nin yeni egemen bloğunun siyasal yapılanması için eski partnerler, Türkiye’deki kendisinin mücadele ettiklerini sembolize ettiği için, talih kuşu yeni CTP konmuştu.
12 Aralık 1993’teki erken seçim öncesinde nitel değişikliğin bir yansıması olarak görsel değişim de yaşandı, CTP, kırmızı olan parti flamasını yeşile dönüştürdü ve seçimin sonucu olarak DP ile koalisyona küçük ortak olarak girdi. Tam 10 yıl sonra 14 Aralık 2003’te ise gene DP ile ama bu kez büyük ortak olarak hükümete girdi.
19 Nisan 2009’daki hükümetten düştüğü dönemdeki seçimlere kadarki icraatı ile yeni CTP, TC egemen bloğu ile tüm çelişkileri aşmış bir konuma gelmiş durumdaydı.
Onu hükümetten düşüren konu/neden, başka diğer çelişkilerin ortaya çıkması idi ve TC egemen bloğunun yenilenen ihtiyaçları idi.

Çelişkiler, çatışmalar, saflar
Şimdiki hali ile duruma bakarsak, CTP’nin UBP ile çelişkisi olduğu gerçektir ama en az onun kadar TDP ve DP ile de çelişkisi vardır. TC egemen bloğunun ama özelde özellikle bu blok içindeki siyasi yapılanma AKP’nin de, TDP ve DP ile çeşitli nedenlerle çelişkisi vardır. TDP’nin ve DP’nin ise tam olarak TC egemen bloğu ile değil ama AKP ile bir çelişkilerinin olduğunu ortaya koyan yaklaşımları vardır. Benzer şekilde AKP ile Eroğlu arasında da çelişki mevcuttur.
Bunun somuta indirgenmiş hali CHP temsilcilerinin ve askeri yetkililerinin son dönemde gelip Eroğlu’nu ziyaretlerinde görülebilir. Bu ziyaretler bu dönemde yeniden hızlanmıştır çünkü çatışma çelişkinin gelişimindeki bir uğraktır, günün sonunda niteliksel değişme zorlar…
Çatışma halinde saflar netleşir…
Benzer şekilde AKP temsilcileri adaya geldiklerinde özellikle UBP temsilcileri ile, zaman zaman da CTP temsilcileri ile görüşmelerinde, ama Eroğlu ile görüşmemelerine bakarak kimin kiminle ilişkisinin olduğunu görmeye yardımcı olur. AKP temsilcilerinin adaya ziyaretinde artış gözlenmesi de çatışma halini doğrular niteliktedir.

Hareket halindekiler
Burada bir noktanın vurgulanması önemlidir. Formel mantık CTP’nin AKP’nin tamamen kontrolüne geçtiğini söyler, diyalektik ise bize CTP’nin içine de bakmayı ve CTP’nin kendi iç çelişkilerini de görmemizi öğütler… CTP içindeki çelişkiler, bugün itibari ile onu daha farklı yöne götürme eğilimde değildir. Yeni CTP’yi değiştirecek, dönüştürecek hareketin öznesi ordadır ama güçsüzdür, etken değil, edilgendir. Bu nedenle bir süre daha bugünkü TC egemen bloğu ile çelişkisi olmayan CTP olgusunu kabullenmek gerçeği ile karşı karşıyayız. Özellikle solda birlik tartışması yaparken bu gerçeği kabullenerek yapmak önelidir.

İçsel, dışsal hareket
Tüm ilişkileri diyalektik mantık ile analiz ettiğimizde, iç bağlantılarını, tarihlerini, çıkar çatışmaları içinde bütün sistem içinde değerlendirdiğimizde taşlar yerli yerine oturabilir. UBP ile CTP’nin konumlanışı, DP ve TDP’nin karşı çıkışı ve suçlamaları bir yere kadar anlam kazanır.
Tek oturmayan gibi duran TC’nin müdahalesidir. Onu da metafizik yorumlayışla ele almakta kararlı olanlar vardır. Bu nedenle gerçek durumla bağlantısı, iç olaylarla ilişkisi yanlış yere konmaktadır.
Metafizik yaklaşım, olayları, olguları, şeyleri donmuş, hareketsiz sayar, bu nedenle her türlü hareketi, ister mekanik ister dönüşüm anlamında, dışsal, dış nedenlere ve koşullara bağlar.
Diyalektik ise hareketi içsel kabul eder. Hareketi içerdeki zıtların ilişkisin ile tanımlar ve sonsuz kabul eder. Diyalekti temel olarak der ki; her şey mekâna, zamana ve harekete bağlı olarak, zıtların çelişkisi, mücadelesi ve birliğinin üzerinden durmaksızın, sürekli olarak değişir, dönüşür.
Materyalist diyalektik der Mao, “dış nedenleri değişim koşulu, iç nedenleri ise değişimin temeli olarak görür.” Ve devamında “dış nedenler iç nedenler aracılığı ile etkin hale gelir” der. Bu konudaki Mao’nun örneği ilginçtir, yeterli koşullardaki ısı yumurtadan civcivinin çıkmasını sağlar ama hiçbir ısı taştan civciv çıkaramaz! (Teori ve Pratik, syf28)
Bu noktada TC egemen bloğunun müdahalesini de bu yaklaşımla doğru yere koymak mümkündür.
Tüm sorunu dış müdahalelere bağlayan yaklaşım bizleri tek yanlı çözümlemelere götürecektir. Örneğin her şeyi dış müdahalelere bağlayan yaklaşımlar nedeni ile “müdahale kalkarsa her şeyin düzeleceği” yanılsaması ortaya çıkar. Buradan yola çıkarak tek yanlı dış müdahaleye karşı mücadele tek çıkış yolu gibi de gözükebilir ama bu ciddi bir yanılsamadır.
Bu nedenle diyalektik metotla, çok taraflı bakarak süreci okumaya çalışmak doğru ve etkin mücadele biçimlerini belirlerken ciddi önem kazanır. ‘TC egemen bloğunu güncel ihtiyaçları çerçevesinde, Kıbrıs’ın kuzeyindeki iç bağlantıları kullanarak, çelişkileri hızlandırarak veya yavaşlatarak, kendi çıkarına uygun bir idari mekanizma yaratmakta’ şeklinde sürece yaklaşırsak, gerçeğe daha yakın bir yaklaşım geliştirmiş oluruz. Bu hali ile farklı dönemdeki müdahaleleri anlamamız mümkün olur.
Bu süreci doğru anlamak ve tanımlamak önemlidir. Bensaid “karar verme sanatı olan politika, belirsiz bir sonuç için stratejik bir hesaplamadır” demişti. Doğal olarak yanlış hesap yanlış taktik ve strateji demektir, bu da politik olarak başarısızlık demektir. Tam da bu nedenle, doğru yaklaşım tüm iç bağlantıları, dış etkileri doğru yere koymak, bunların mümkün olduğunca doğru analizini yapıp taktik ve stratejiler geliştirmek, siyasal başarı için çok önemlidir.
Böylesi bir yerden bakıldığında TC egemen bloğu ile çelişkisi kalmayan ya da kısmi çelişkisi olanların mücadelesinden başka çıkarsamalar yapmak, besbellidir ki yanlış sonuçlar doğuracaktır.
Tam da bundan dolayı, mevcut güncel siyasi krizden, olumlu anlamda nicel veya nitel değişim beklemenin olanağı yoktur. Nicel değişim olacağı izlenimi mevcuttur. Kıbrıs’ın kuzeyindeki mevcut idarede “yeni Osmanlı” ile “askeri vesayet” yanlılarının etkisinin sayısal oranından değişim mümkün ama bizim anladığımız anlamda olumlu nitel değişimi gerçekleşecek süreçlerin oluşmasının hiçbir belirtisi yok, bunu zorlayacak araçlardan da şimdilik yoksunuz…

Diyalektik analiz üzerine
Lenin’den uzun bir alıntı yapalım (Seçme Eserler, cilt 9 syf 91-92, İnter Yayınları)
“Biçimsel mantık biçimsel tanımlamaları alır ve kendisine en olağan olanı ya da en sık göze çarpanı kılavuz alır ve bununla yetinir. Bunu karşılıklı iki ya da daha çok sayıda tanımlamayı alır ve bunları tamamen rastlantısal biçimde (hem cam silindir, hem de su kabı) birleştirirseniz, sadece nesnenin çeşitli yanlarına işaret eden eklektik tanım elde edersiniz.
Diyalektik mantık, bunun ötesine geçmemizi talep eder. Bir nesneyi gerçekten tanımak için onun bütün yanlarını, bütün ilişkilerini ve “aracılıklarını” kavramak ve araştırmak gerekir. Buna hiçbir zaman ulaşamayız, fakat çok yanlılık talebi bizi hatalardan ve kalıplaşmaktan korur. Bu birincisi. İkincisi, diyalektik mantık, nesneyi gelişimi içinde, (Hegel’in zaman zaman söylediği gibi) “kendi hareketi” içinde, değişimi içinde ele almayı gerektirir. Bir bardakta bunu görmek hemen o kadar kolay değil, fakat buna rağmen bardak da değişmeden kalmıyor, özellikle de onun amacı, kullanımı, çevreyle ilişkisi değişiyor. Üçüncüsü, bir nesnenin tam tanımına gerek hakikatin ölçütü olarak gerekse de bir nesnenin insanın ihtiyacı olan şeyle olan ilişkisinin pratik determinantı olarak tüm insan pratiği girmelidir. Dördüncüsü, diyalektik mantık (…) “soyut gerçek olmadığını, gerçeğin her zaman somut olduğu”nu öğretir.”
Burada elbette soyutlamanın, çevresindeki gerçeklerin etkisinde kalmıyormuş gibi ele alan düşünce olduğunu hatırlamak gerekir.
Formel mantık konusunda Bertell Ollman da uyarmaktadır. Ollman, “temel sorun gerçekliğin aslında görüntüsünden daha fazla bir şey olması ve bu bakımdan da sadece ve sadece görüntülere, gözümüze çarpan anlık ve dolaysız verilere odaklanılmasının son derece yanıltıcı sonuçlar vermesidir” demişti. Ollman devamında çözümü de ortaya koyuyor, “günlük yaşantımızdaki herhangi bir şeyi anlamak da bu şeyin nasıl ortaya çıktığı, geliştiği ve parçası olduğu sistem ve bağlam içerisinde nerde konumlandığı hakkında bir şeyler bilmeyi gerektirir” demektedir. Ancak bununla da yetinilmemesi gerektiği, tarihi ve bağlantıları ile bu süreci anlamak gerektiğini vurgulamaktadır. Ollman da bunun için diyalektiğin önemli bir kılavuz olduğunu vurguluyor. (Diyalektiğin Dansı, 30-31)
Bu nedenle ne yapmamız gerektiğini ararken eldeki kılavuzumuz diyalektik olması gerekir.
Kılavuzu doğru kullanırsak, mevcut siyasi krizi doğru kavrar ve bunun üzerinden doğru taktik ve stratejiler geliştirebiliriz.

En olağan olanı ya da en sık göze çarpanı kılavuz alırsak yani formel mantık içinde olayları değerlendirsek bunu basit kişisel kaygıları da güden bir siyasi hesaplaşmadan öteye göremeyiz yani doğru politik hattı ortaya çıkaramayız…

23 Şubat 2013

Ortak aday ve Alis Harikalar Diyarı hikayeleri

Seçim ittifakları üzerine tonlarca yazı yazdım, gene kapı seçim ittifakı için çalınmakta, birileri çalmakla kalmadı, sanki de yıkacakmış gibi yapmakta… O zaman gene yazalım, üzerinde konuşalım…
Soru sorarak başlayalım;
Toplumsal muhalefet alanında bile ortak iş üretmekte bunca sorun yaşayanların seçime birlikte girmesi bir illüzyon olmaz mıydı?
Arkasından ikinci soruyu soralım, bu zar zor yapılan işten bile ‘biz CTP’yi aklamayız’ deyip çekilenler, nasıl olur da CTP’li ortak aday talep ederler. Böyle olunca CTP aklanmayacak mıydı?
Bir platform kurulurken yazılan metinler üzerinden CTP’nin aklanıp aklanmayacağı yargısına varıp, diğerlerini zan altında bırakarak, diğerlerini ‘CTP’yi aklayanlar’ olarak lanse ederek, platformdan çekilenler yüksek ‘sesle biz ortak aday isterik’ dediğinde bu gerçek ses mi, yoksa bir eko mu? Nasıl anlayacağız?
Etik olmayan bir şekilde istenmeyen bişeyle ilgili istermiş gibi yapıp, o şeyin olmaması için onlarca şey yapmak, bu tanımı bir yere yazalım bulunsun, sonra bir ara buraya döneriz…
Son dakika bile yazılar yazıp “adı var kendi yok bir heyyula; “sol güçler”” ne için denir? Sonra “bilcümle “marjinaller” olarak birleşebilseydik eğer; ne Tayyip durabilirdi karşımızda ne de UBP” illüzyon yazıları yazılmakta... Adı var, kendi olmayanların karşısında nasıl Tayyip veya UBP duramaz? Yoksa yanımızda büyükçe bir ‘örgüt’ olunca, bütün zafiyetimizden arınmakta mıyız?!
Ortak basit, bir günlük bir eylemlilik için bile yan yana gelemeyen, gelemedikten sonra aylarca hır gür yaşayan ve tutup bunun için günlük gazetelerde yazdıkları yazılarda ‘kalın çizgiler çektik, onlar o yanda ve biz bu yanda’ diyenlerin, ortak adayda varız demesi kadar komik bir şey olabilir mi?
Çekilen kalın çizgiye ne oldu?
Çizgi kendi kendini sildi mi? O yanı, bu yanı öyküsü nasıl bitti?
Hangi sol etik tartışmaya uyar ki ‘sol liberallerin devrimci diye ortalık dolaşmasına izin vermeyeceğiz’ efelenmeleri yapıp sonra, ‘hade gelin birlik olalım, Tayyip ve UBP’yi sallayalım’ demesi?
Alis Harikalar Diyarı gibi topluma hikâyeler anlatmak değil siyaset yapmak gerek, bu nedenle sallayacaksak Tayyip’i, UBP hep beraber, bunun için önce birbirimizle dalaşmaktan vazgeçeceğiz! Eleştirmek değil kast ettiğimiz, dalaşmak, efelenmek, posta koyma halleridir…
Alis Harikalar Diyarı’nda tavşan bir kapıdan geçer ve Harikalar Diyarına dalar, çeşit çeşit…
Bir kapıdan geçince fon havuzunda yüzen emperyalist uşakları kılığında dolaşanlar, diğer kapıdan geçince ortak adayla kötü büyücüye karşı dost ve müttefik olmuyorsa, Alis gibi bir mantar yeyip rüyalar dünyasına dalmıyorsak, ortak aday nasıl olacak sorusunu sorma hakkı doğuyor…
Sol içinde rekabetçi tutumları aşmamız gerek, örgütlerden birinden birini ortadan kaldırması, yıpratılması, hırpalanması kimseye bir şey getirdiği yok. Ama dalaşma, efelenme, posta koyma halleri sahiplenilmeye devam edildiği koşullarda ‘fair-play’ siyaset nasıl olacak…
Fair-play demekle basit bir şey değil, tam da kelimeyi kulandım aslında; “rakibe saygı ve ona fizyolojik ve psikolojik açıdan zarar vermemektir. Rakip, bir düşman olarak değil, oyunun bir parçası olarak görülür ve yoğun mücadelede bile rakibin onuruna saygı duyulur. Fair-Play, oyunda hileye ve şiddete başvurmamak anlamına da gelmektedir”
Bunu, şimdi spordan siyasete tercüme edelim, eğer hep beraber bu rejime karşı mücadele ediyorsak ama aramızda siyasal farklılıklar varsa ki doğaldır, bu tartışmaları fair-play kuralları ile yapmamız yani psikolojik açıdan birbirimize zarar vermeden, düzeyli bir siyasal tartışma yapılması önemlidir. Kişisel saldırılar değil, ideolojik tartışmalar önde olması ilke olmalıdır. ;Siyasal rakip bir düşman olarak değil, rejime karşı mücadelenin bir parçası olarak görülmesi ve yoğun siyasal bir tartışmada bile siyasal rakibin onuruna saygı duyulması önemlidir.
Yani siz çok kızdınız diye siyasal rakibinize ırkçı derseniz, dönüp bir hafta boyunca günlük gazete her gün farklı bir imza ile ona bu itham ile saldırırsanız, bu fair-play bir davranış olmaz.
Fair-Play, tartışmada hileye ve şiddete başvurmamaktır, bu bir haftalık günlük gazetedeki siyasi linç kampanyası psikolojik şiddet içermiş ve hileye başvurulmuştur. Söylenmemişler üzerinden çıkarsamalar yapılmış, okuyucu yanıltılmış, okuyucuya karşılaştırmalı mukayese olanağı sağlanmamıştı. Hile yolu ile kamuoyu oluşturulmuştu… Ama ne gam, yaptık, bir kere, ‘biz yaptıysak eyi yaptık’ hallerinden bir şey kaybettiklerini gösteren bir emare yoktur ortalıkta…
Hatırlayanlar bilir, Ekoloji Forumu bile post-ekoloji saldırısına uğramıştı, çünkü siyasal rakip düşman olarak belirlenmiş, bu nedenle her cephede savaş mubah görülür olmuştu.
Her ne eylem yapılsa karşılığında bir post-bişey etiketi suçlamasına layık görülmüş, ‘ne eylerlerse yanlış eylerler, sol liberal eylerler’ türküsü ağızlarına sakız edilmişti…
Nasıl olduysa Alis gibi bir kapıdan geçtiler, başka bir diyara açıldılar, ‘ne eylersek sizinle eyleriz, eylersek UBP ve Tayyip’i sallarız’ türküsünü söylemeye başladılar…
Şimdi buradan bakınca onlar başka kapıdan geçtikleri için Alis gibi başka diyarlarda oldukları için anlatacakları ortak aday masalına herkesin inanması beklemektedirler, mümkün mü?
Gene hileye başvurmaktalar, daha üç beş ay önce ‘hem milletvekilliğinden emekli maaşı alıp rejime karşı mücadele edilmez’ buyuranlara, sol liberal deyip duranlara, bunca yaptıklarından sonra, elbette karşı taraf güven duymayacak ve ortak adaya mesafeli duracaktır. Ama amaç kamuoyunu hile ile bir kez daha yanıltmak olduğu için, sekterlik dehası bir usulle günlük bir gazete açıkça kalın çizgi çizenler diğer tarafı ofsaytta bırakıp ‘çağrılarımıza yanıt vermeyen bölücüler’ demek için pusuda yattıklarını bilmemek acemilik olur.
Futbolu bilenler bilir, ofsayt bir çizgi halidir, çizginin o tarafında kalanın halidir, çizgi genellikle bir tarafta durulup çizilir, yani çizgi çizen kendini aslında ofsaytta bırakır. Çizginin gerisinde duran biri şimdi bağırmaya başlayacak, ‘ofsayattı bu’ diye, kim inanırsa. Güçlü bağırırsa inanı çok olur diye düşünerek yüksek sesle bağıracak…
Gezip durup anlatacak, dün dündü, biz Alis olarak başka kapıdan geçtik, bu başka diyardır diye, bir illüzyonu anlatıp, inanılmasını bekleyecek herkesin…
Zor zamanlardan geçiyoruz, ihtiyacımız olan sol içi rekabet değil kendi içimizde fair-play siyasal tartışma ile yapabilmek ama asıl olanın rejime karşı mücadele olduğunu unutmadan…
Bir sahada iki düşman olmaz, eğer birileri düşmanının tek olduğunu netleştirmezse, bunu teorik değil, pratik olarak göstermezse, Alis harikalar diyarı benzeri hikayeleri anlatmaya devam ederlerse, yol almamız mümkün değil…
Önce siyasi parti olamayan parti söylemlerinden başlayalım, hala bizi nasıl tanımladığınızı netleştirelim, sonra otak aday, iş ve güç birlerine geçeriz…
Bunlar olmayacaksa, yukarda imlediğimiz yere dönelim;
“Etik olmayan bir şekilde istenmeyen bişeyle ilgili istermiş gibi yapıp, o şeyin olmaması için onlarca şey yapmak” hallerimiz bizi bir yere götürmeyecektir…

20 Aralık 2012

Kıbrıs’ta sömürge ilişkileri, nüfus taşınması; “neo-ittihatçı etnisite mühendisliği” üzerine


Kıbrıs’ın kuzeyindeki Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerini örtemeye çalışan yaklaşımlar bizleri basit, içinde bol “anti” olan bir mücadeleye, “Ankara elini yakamızdan çek” sloganlarına dayanan bir zemine çekme riski taşır.
“Ankara elini yakamızdan çek” anlık ya da dönemsel bir talepse yani bir taktik slogansa bir sorun yoktur ama stratejik bir slogansa çok ciddi sorunlar içermektedir. Çünkü başka sömürge karşıtı mücadelelerde de gördük, eğer nüfus politikaları doğru kavranmazsa mücadele edenleri ciddi çıkmazlara sürüklemektedir. Bu nedenle Cezayir’deki süreç iyi okunmalı, iyi değerlendirilmelidir. Cezayir’de tek problem Paris’in elini çekip çekmesi sorunu değildi, orda kolonyal ilişkiler başka bir ilişki ağlarını daha kurmuştu. Cezayir kolonyal süreci bu nedenle sancılı ve sorunlu olarak günümüzde de devam etmektedir, Fransa’daki Cezayirliler, Cezayir’den ayrılmak zorunda kalan Cezayirli Fransızlar/Avrupalılar sorunu bugün dâhil tam anlamı ile çözümlenmiş sayılmaz.
Kıbrıs’taki yerleşiklerin geleceğine dair son sözün büyük kısmının söylenmesi, Kıbrıs sorundaki bir antlaşma ile olacaktır, bu nedenle ne tümü gitsin, ne de tümü kalsın yaklaşımları gerçekçi değildir. Kalacakların statüsünün de kademeli olacağı bellidir. Bazıları yeni cumhuriyetin yurttaşı olacak, kimileri yeni cumhuriyetin yasaları çerçevesinde ‘yabancı işgücü’ kategorisine girecek, kimi ise geri dönmeye teşvik edilecek. En azından Annan Planı bunları öngördüğünü söyleyebiliriz. Bunların sayılarını ise kimse bilmiyor. Bu nedenle sayılarla spekülasyon yapmak kimseye bir şey kazandırmaz. Gene Annan Planında kimsenin zorla ada dışına atılmayacağı da açıktı!
Ancak Kıbrıs’taki yerleşiklerle kurulan sömürgecilik ilişkilerini atlayan, onu yok sayan ‘insani’ sorun kategorisine indirgeyen yaklaşım iki amaç güdebilir; Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerini örten, saklayan bir amaç olabilir, ya da Türkçe dilini temel alınarak herkesin bir ulusun/halkın parçası olduğu varsayımına dayanabilir. Bunun bilerek yapılması ya da farkında olmadan yapılması fazla bir şey değiştirmez.
Neresinden bakılırsa bakılsın, ne niyetle yaklaşılırsa yaklaşılsın, nüfus taşınması konusunu atlayan bir yaklaşım, Türkiye sömürgecilik ilişkilerini ciddi şekilde örten bir davranıştır. Bu herhangi bir oluşumun radikal Türkiye karşıtı slogan atıp atmaması ile ilişkisi olan durum değildir. Türkiye’nin işgaline karşı, Türkiye’nin dayatmalarına karşı olunması ile Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerine karşı olmak ayni şey değildir.
Sömürgecilik ilişkileri atlayan yaklaşımın sloganlardaki tüm radikalliğine rağmen, gerçek bir mücadeleyi örme şansı yoktur.
Ancak onlarca yılda tüm sömürge süreçlerinde olduğu gibi çok taraflı nüfus hareketleri melez kimlikleri, yeni kimlik hareketlerini de yaratmıştır, bunları da atlayan bir mücadele bir yere gidemez.
Bu nedenle bugün ihtiyacımız olan ulusalcı bir sömürge karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan, enternasyonalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı mücadele hattını örmektir.

‘Türkiye işgalci değil, işgalin bekçisidir’ derken ne saklanmaya çalışılıyor?
Zaman zaman terimler eğilip bükülüp başka şekiller verilmeye çalışıldığında, aklımıza hep gene ne saklanmaya çalışılıyor sorusu gelir.
SSCB tartışma süreçlerinde buna dair yüzlerce makale vardı. Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal ettiğinde bunun aslında ilerici ve devrimci bir tutum olduğunu anlatmak isteyen ‘sosyalist’ kesimler bu coğrafyada da türemişti.
Yıllar sonra konu yeniden bir işgal mevzusuna daha geliyor, TC’nin Kıbrıs’ı işgali konusu…
Gene teoriler havada uçuşmakta, TC’nin emperyalist olmadığı, emperyalizm taşeronu olduğu bu nedenle “Türkiye değil, ABD ve AB işgalci” olduğu söylenmekte…
Deniyor ki “Türkiye işgalci değil, işgalin bekçisidir.”
‘Kıbrıs’ın emperyalist işgali, TC hegemonyası’ tanımlamaları bizi nereye sürüklemekte?
Türkiye’nin sömürgecilik faaliyetlerini örten, nüfus taşımayı meşrulaştıran, olağanlaştıran bu düşünce üzerine konuşmak gerek.
Kolonyalizm, Postkolonyalizm[1], kitabın başında, Loomba ilk cümlede uyarıyor ve diyor ki “kolonyalizm ve emperyalizm sıkılıkla birbiri yerine kullanılabilmektedir.” (syf 18)
Loomba, “kolonyalizm, başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve denetlenmesi olarak tanımlanabilir” diyor… (syf19)
Ayni sayfada Loomba diyor ki “yeni topraklarda bir “topluluk oluşturma” süreci zorunlu olarak orada daha önce zaten bulunan toplulukları bozma ya da yeniden oluşturma süreci anlamına gelir ve ticaret, pazarlık, savaş, soykırım, köleleştirme ve isyanlar dâhil olmak üzere kapsamlı bir pratikler silsilesini içerir.
Loomba “modern kolonyalizm fethettiği ülkelerde haraç, mal ve zenginlik toplamaktan daha fazlasını yaptı – fethettiği ülkelerin ekonomilerini yeniden yapılandırdı, kendi ekonomileriyle karmaşık ilişkiler içerisine soktu, böylelikle kolonileştirilmiş ülkeler ile kolonileştirilenler arasında insan ve doğa kaynakları akışı başladı” diye de yazmakta…
Loomba, “postkolonyal çalışmalar büyük ölçüde, melezlik, kreolleşme, mestizaje, arada kalmışlık, diyasporalar ve bilinç eşiği gibi sorunlarla ve kolonyalizmin neden olduğu fikirler ve kimliklerin hareketlilikleri ile geçirdikleri genetik değişimlerle uğraştı” (syf 198) diyerek aslında bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığımız tartışmaların hiç de bize özgü olmadığını belirtiyor.
Macaulay’un ünlü sözünü aktaran Loomba “kan ve renk bakımından Kızılderili, ama beğeni, dünya görüşü, ahlak ve zeka bakımından İngiliz olan kişilerden oluşan bir sınıf yaratmayı amaçlayan kolonyal eğitim politikalarını “zihinsel ırk karışımı” olarak karakterize” edildiğini yazar (syf199)…
Bu alıntıları çoğaltmak mümkündür, bunların Kıbrıs’ın kuzeyi ile olan ilişkisini bulmak, bu tanımlamaların Kıbrıs’ın kuzeyini de anlattığını fark etmek zor değildir.
Buradan yola çıkarak başına post ve neo kelimelerini koyarak yani post-kolonyal ya da neo-kolonyal ilişkiler içinde veya hiç koymadan kolonyal veya sömürgeci ilişkiler içinde Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini sömürgeleştirdiğini söylemek mümkündür.
Türkiye bu sömürgeleştirme işini elbette emperyalist ülkelerle istişare halinde, onların çıkarlarına hizmet edecek şekilde veya bizzat onların taşeronu olarak yapıyor olabilir. Ancak bu Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini fethederek kolonlar taşıyarak sömürgeleştirdiğini ikinci plana itmez. Eğer birileri çıkıp Türkiye’ye Kıbrıs’ın kuzeyi ile ilgili emperyalizmin bekçiliği görevi verirse, işgalini yalnızca emperyalist çıkarlara bağlarsa, bu, Türkiye’nin sömürgeci, kolonyalist faaliyetlerini örtmeye yarayan bir teorik çaba olur…
Türkiye’nin kolonyalist tavrını örtünce nüfus taşıma işi iyice içinden çıkılmaz bir soruna bürünür. Kolonlara, yerleşiklere ekonomik göçmen tanımı yapmak da bunun bir uzantısıdır. Bu teorik çaba ile Türkiye’nin kolonyalist faaliyetleri bir kez daha örtülmeye çalışılır. Hızını alamayıp Türkiye’nin buradaki ekonomik yaptırımlarını neo-liberal uygulamalara indirgemek de bu çabanın uzantısıdır.
Kıbrıs’ta yazı yazmak zordur, çünkü geçmiş yazılanlar hep unutulur bu nedenle parantez açmakta yarar vardır.
Parantez açıp şunu hatırlatalım; Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyinde nüfus akışı daha önce de yazdık, 3 kısma ayrılabilir. İlk evresi 1975-1980 arasında fethedilen topraklara yerleştirilen yani sömürgeciliklere direk bağlantısı olan nüfus hareketidir. İkinci evre ise 1980-2000 arasında siyasal ve ekonomik yapının kontrolü ve dönüştürülmesi için adaya gelişe teşvik edilenler yani sömürgecilik süreci ile dolaylı bağlantısı olan nüfus hareketidir… 2000’den günümüze olan evre ise ekonomik nedenlerle göçtür… Bu nedenle Türkiye’den Kıbrıs’a nüfus hareketini konuşurken, bu aşamaları göz önüne alarak konuştuğumuzun hatırlanılmasında yarar vardır.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var, akılda tutmamız gereken şey kolonyalizm, başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve denetlenmesidir. Bu açından bakınca, TC’nin ekonomik paketleri basit bir ekonomik yaptırım, neo-liberalizmin yaygınlaştırılması değildir. Elbette, Türkiye’deki neo-liberal politikaların doğallığında burada da uygulanması olacaktır. Sömürücü ülke, sömürgesine anakaradaki ekonomik uygulamaları taşır.
TC’nin kendi ülkesinde de uyguladığı bu neo-liberal politikalara karşı bu coğrafyada da direnmek elbette çok önemlidir ama mücadele yalnız bu olursa bizi basit bir ekonomik mücadele hattına sürükleyecek, kolonyal ilişkileri bir kez daha örten bir perde görevi yapacaktır.
TC’nin dayattığı sosyo-ekonomik paketleri, nüfus taşımayı kolonyalist, sömürgeci politikalarının parçası olarak gördüğümüzde doğru zeminde mücadele olanağı bulacağız.
Ancak bugünün çağında doğru zemin, ulusalcı bir sömürge karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan, enternasyonalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı mücadele hattını örmektir.

Tarihe bakmak!
Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerini kavramak için Osmanlı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) iktidarlarının etno-politik amaçlarla nüfusun sevk ve iskanı politikalarını unutmamamız gerekir.
Nüfus politikası konusunda fikri hep iktidar ama kendileri kimi zaman hapishanede, bazen hükümette olan ülkücü camiasının teorisyenlerinden Nihal Atsız’ın 1971 yılında Ötüken Dergisi’nin 85. Sayısında yazdıklarını hatırlamakta yarar var;
“Kıbrıs asırlarca Türk ülkesi olarak kalmış, bize mal olmuş bir adadır. Hatay nasıl geri alındıysa Kıbrıs da geri alınacaktır. Bugünkü durumda Türk nüfusunun az olması tarihî hakkımızı asla elimizden alamaz. İsrail devleti kurulduğu zaman bugünkü İsrail topraklarındaki Yahudiler yüzde kaç tutuyordu? Bir millet millî inancı kuvvetli olduktan sonra haklarını geri almasını bilir ve o toprakları yine yüzde yüz kendi milletiyle doldurur”
Nihal Atsız net bir şekilde ‘geri almasını bilir ve o toprakları yine yüzde yüz kendi milletiyle doldurur’ demektedir, buna rağmen hale buradaki nüfus politikasını görmemek biraz tuhaftır. Nihal Atsız, Hatay’ı da örnek vermektedir ki Hatay’da da nüfus politikalarının ne kadar etkin olduğu bilinmektedir.
Nihal Atsız’ın yaklaşımı temelsiz değildir. Fuat Dündar’ın Modern Türkiye’nin Şifresi[2] ve İttihat ve Terakki’nin Müslümanların İskân Politikası[3] kitapları Osmanlı ve İTC’nin nüfus politikalarını anlamanıza ciddi şekilde yardım etmekte. Fuat Dündar özellikle İTC’nin Anadolu’nun Türkleştirilmesi için yaptıklarını etnisite mühendisliği olarak tanımlıyor. ‘İttihatçıların sevk ve iskâna sadece Türkleştirme aracı olarak değil, bir savaş aracı, bir savaş stratejisi olarak başvurduğunu anlatması bakımından tercih’ ettiğini belirtiyor. (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 32)
Kıbrıs’ın jeopolitik ve jeostratejik önemi üzerine özellikle askerin birçok yazısı vardır. Askerler için Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması Ege’de ve Akdeniz’de Anadolu için bir kuşatılmışlık yaratacaktır. Bunu bir tehdit olarak gören asker için Kıbrıs önemli noktadır. Bu kuşatılmışlığın kırılması için de Kıbrıs’ın ‘yeniden kazanılması’ önemlidir.
Paul Sweezy sömürgecilik ilişkilerinde atlanan konulara değinir, her toprak kazanımından mutlaka hemen kazanım elde etmek olmadığının altını çizer. Sweezy, (aktaran Harry Magdoff) korumacı toprak kazanımı ilkesini ‘önemli olan rakibin önlenen hamlesinin başarılı olması durumunda ortaya çıkacak yeni duruma oranla kaybın ya da kazancın ne olduğudur[4] olarak yazar. (syf 17)
Bu nedenle Türkiye-Yunanistan arasındaki rakip kolonyal ilişkilerinde karşı toprak kazanımları ‘korumacı toprak kazanımı ilkesi’ içinde de düşünülebilir.
Bu nedenle, Fuat Dündar’ın kullandığı etnisite mühendisliği Kıbrıs’ın kuzeyi için de geçerlidir, Kıbrıs’ın kuzeyinde yapılan yalnızca bir Türkleştirme operasyonu değil, Türk-Yunan çatışmasında iktisadi ve militarist savaş aracıdır da…
Fuat Dündar ‘fethedilen toprakların kolonizasyonu’ dışa dönük bir nüfus hareketiydi diyor. Dündar “Osmanlı Beyliği, güttüğü nüfus ve kolonizasyon politikası gereği, her fetih sonrası, toprakların etnik-dinsel kompozisyonuna müdahale ediyordu” (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 41) diyerek yazmakta.
“Balkanlardaki her fetih ve kolonizasyon, sistemli bir sevk ve iskan politikası eşliğinde yürütülüyordu. Bunun için, Anadolu halkından bir miktar nüfus, sistemli bir şekilde fethedilen topraklara transfer ediliyordu” diye yazıyor. (syf 41-42)
Fuat Dündar, İttihatçılar yaptıklarına resmi zemin oluşturmak için 1918’de sahte kitaplar da bastıklarını da anlatıyor. Bunlarda bir tanesinde, yabancı bir yazara ithaf edilen eserde ‘üç çeşit iskân metodundan bahsedilmekte; ‘kolon grubu yerleştirmek’, ‘yerli halkı asimile etmek’ ve ‘yerli halkı iskâna ikna etmek’ anlatılıyor. Yazının devamında “asimilasyonun başarılı olması için, yeterli miktarda “muhacir iskân”ının gerektiği ve özellikle ekonomik güç olmaksızın muhacir iskânı ve asimilasyona başvurmanın gülünç bir şey olacağı belirtilir” ve çok iyi bildiğimiz bir tavsiyede bulunulur “zira yerli halkın “milli akidesi”ni terk etmesini sağlamak için ekonomik araçlar vazgeçilmezidir.” (syf 138)
Osmanlı’dan İttihatçılara gelen bu ilişkiler TC devletinde de durmamıştı.
İmroz Rumları - Gökçeada Üzerine[5] kitabında da yer alan Elif Babül’ün daha önce “New Perspective on Turkey” (2006) adlı dergide İngilizce yayınlanan makalesinden yeninden bir alıntı yapalım;
İmroz Cumhuriyet dönemi tarihi, genel olarak bir Türkleştirme projesine işaret eder. Bu projenin en temel araçlarından biri Osmanlı’daki uygulamaları takiben hayata geçirilen yeniden yerleştirme politikaları oldu. 1946’da Karadeniz’den getirilen 10 hanenin devlet eliyle adaya yerleştirilmesinden başlayarak ada sistemli bir göç ettirme, yerleştirme, istimlak ve yeniden isimlendirme projesine maruz kaldı. 1973, 1984 ve 2000 yıllarında sırasıyla Trabzon, Isparta, Burdur ve Çanakkale’den köylerini heyelan veya baraj yapımı sebebiyle kaybeden göçmenler getirildi adaya. (…) Bugün adadaki dokuz köyden dördü ve bir büyük mahalle, devletin Anadolu’dan gelenleri yerleştirmek için kurduğu iskân köyleri karşımıza çıkıyor.” (syf 235)
Kitaptaki başka bir makalede Alexis Alexandris “İmroz’a yerleşmek isteyen Türkler’e hükümet toprak ve maddi yardım sağlıyordu” (syf 187) diye yazmaktadır.
Yard. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş’un TÜBİTAK çatısı altında yaptığı “Kuzey Kıbrıs’a Türk Göçünün Niteliği ve Göçmenlerin Ekonomik Sosyo-Mekansal Bütünleşme Sorunları” başlıklı bir araştırma var. Bu araştırma daha fazla ilgili hak ediyor ama bulunduğumuz yerden İmroz ile bağlantısını kurmak için bazı alıntılar yapalım…
Tıpkı İmroz’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da
1975 Şubatında yapılan protokolden sonra, Türkiye’de toprakları baraj gölü altında kalmış ya da kalacağı için iskân kararı bulunan, heyelan bölgesi ilan edilmiş olan ve orman içinde kalmış olan köylerin bulunduğu 14 İlde valiler aracılığı ile Kıbrıs’a göçmen alınacağı duyuruları yapılmıştı. Bu bölgelerde bu konu ile görevlendirilmiş iskân memurları, muhtarlar, muhtarlar aracılığı ile köylülere, hangi koşullarda göç edeceklerine, nereye yerleşeceklerine, sahip olacakları sosyal haklara, kendilerine verilecek tarım arazisi ve evlere dair bilgiler vermiş ve göçü teşvik edici konuşmalar yapılmıştı.” (syf 60)
Sözlü tarih görüşmelerinde de bu durum açıkça dile getirilmektedir; “bize, o ara gelen heyetler dedi ki, “Kıbrıs’ta çok para var, hükümet size yiyeceğinizi verecek, size yerine göre iş kuracak kadar para verecek”, nitekim verdiler de. Bir müddet verdiler.” (syf 62)
Osmanlı’da da durum çok farklı değil; “Anadolu Müslümanları bedava arazi, askerlikten ve vergiden muafiyet gibi teşviklerle fetih bölgelerine çekilmeye çalışılıyordu” (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 42)
Osmanlı, İTC, İmroz, Kıbrıs, nüfus hareketleri, aktarmalar, sürgünler; ne kadar çok benzer tarafları var, her biri arasında onlarca, yüzlerce yıl olmasına rağmen!
Elbette, bugün konuya bakarken birileri bunların yalnız tek bir yönüne dikkat çekmeye çalışabilir ama “göç pek çok ülke için emek göçü, mülteci ya da kalıcı yerleşimci gibi bir tip değil, ayni anda bunların hepsi demektir[6] tanımını da akılda tutmak önemlidir.
Kıbrıs’ta da bu geçerlidir. Daha önce de yazmıştık, Kıbrıs’ın kuzeyinde göç dalgası üç aşamada oldu, 80 öncesi, 80 sonrası ve 2000 diye kabaca tanımlayabileceğimiz “üç farklı göç dalgası arasında organik bir ilişkinin varlığı söz konusudur.” (Yrd. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş, syf 21)
Kıbrıs’a taşınan nüfusun geleceği ile Kıbrıs sorunun ciddi bağlantıları da söz konusudur.
Tüm bunlar hepsi göz önüne alınarak, nüfus konusu ele alınmalıdır.
Ama Osmanlı tarihinden gelen fetih bölgelerine nüfus taşınması geleneği de atlanılmaması gerekir.
Gerçek anlamda Türkiye elini yakamızdan çekecekse, çekmesi için mücadele öreceksek, sorunun tüm yönleri ile almamız, bilmemiz önemlidir.

İmroz’da Türkleştirme politikaları!
‘Adalılar, İmroz’dan Gökçeada’ya’[7] kitabında “Türkleştirme politikası sırasında adaya getirilenler”den (syf 160) bahsedilmekte…
1945 tarihinde Karadeniz Bölgesinden 45 aile İmroz’a gelmişti” (syf 160) diye başlıyor adaya getirilenlerin öyküsü… “1973 tarihinde ikinci toplu göç gerçekleşti. Trabzon’un Çaykara İlçe, Şahinkaya köyünden altmış bir aile (312 kişi) Dereköy yakınlarına yerleştirildi” diye de detaylandırılıyor. (syf 165)
14 Nisan 1964’te gençlik tarafından başlatılan ‘Türk’ten Türk’e’ alışveriş’ ve ‘vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyalarının hedeflerinden biri Rum okullarıydı” (syf 162) denmekte… 1957-58 yılın Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kampanyalarını anlatır gibi anlatıyor. Bu kampanyalar daha önce de İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından Anadolu’da uygulanmıştı.
Bu işler 1963 hızlandı; “Kıbrıs olayları, Türkiye İmroz ve Bozcaada’daki Rum azınlıkla ilgili ‘Türkleştirme olarak nitelendirilebilecek ve bugüne kadar devam eden bir süreci de beraberinde getirdi. İmroz’un nüfusunun yüzde doksana yakını Rum idi. Türk nüfusunun tamamına yakını devlet memurlarıydı. 1964’te adada yaşayan toplam Rum nüfusun 7000 civarında olduğu tahmin ediliyor” (syf 165-166) ve bugün ise Rum nüfus yüzlü rakamlara indi!
Yukarda alıntı yapmaya başladığımız “İmroz Rumları; Gökçeada Üzerine” kitabında farklı kesimlerin yazıları ile ada ele alınıyor.
Elif Babül’ün yazında nüfus taşınması da ele alındığı alıntı ile yukarda ortaya koymuştuk. Elif Babül ayni zamanda “adanın Türkleştirilmesi yolundaki devlet müdahalesi yalnızca iskân politikaları ile sınırlı değil” diyor. (syf 235)… Elif Babül yazısında “Çanakkale’deki (…) taburun yerleştirilmesi”, “Türkçe-Yunanca karma dilde eğitim yapan okullarda Yunancanın yasaklanması”, “tarım açık cezaevi yapılması”, “Devlet Üretme Çiftliği kurulması”, “1970 yılındaki bir kararnameyle İmroz’un adının Gökçeada olarak değiştirilmesi ve adadaki köylere Türkçe ad verilmesi” yazarak başka nelerin yapıldığı ile bilgiler de veriyor…
Sonucundaki bilgi ise çarpıcı “1923’te 8500 Rum nüfusun yaşadığı adada 2000 yılına gelindiğinde Rumların Türklere oranı 200’e 8000 olarak değişmişti.” (syf 236)
Yyazarın şu tespitini okuyunca Kıbrıs’taki ismi değiştirilen yer, köy isimleri ile bağlantısı aklımıza geliyor; “adanın adı her söylendiğinde tartışmalı tarihi tekrar canlanır ve söylenen ad, söyleyenin bu tarih içerisinde kendini nasıl konumlandırdığını belirginleştirir.” (syf 237)
İmrozlu Rumlar anakaraya göç ettiklerinde “yeterince saf” ve “yeterince Yunan” olmadıkları için yaftalanmışlardır. (syf 240)
İmroz Rumları, kökleri ve adalı kimliklerine vurgu yapmak suretiyle Yunan Diasporası’na ait diğer gruplardan farklı olduklarının altını sürekli olarak çizmektedirler.” (syf 241)
Adı geçen yazı içinde olan 1990’lı yıllarda İmroz meselesini AGİT’te dile getirmiş olan Roula’dan bir alıntı yapalım;
İmroz’da yaşananlar işgaldir. O insanları oraya siz getirdiniz; bize ait topraklar üzerinde iskân köyleri kurdunuz! Topraklarımızı ulusal sebeplerden ötürü devletleştirdiğinizi söylediniz. Bu ulusal sebep nelerdir? Anadolu’dan insan getirmek için köyler kurmak mı? Bunun adı işgaldir. (syf251)
Anadolu’dan bir adaya insan taşınması, oraya onlara rağmen yatırımlar yapılması, suçluların taşınması, askeri birlikler bulunması, bize tanıdık bir öyküyü hatırlatıyor.
Son alıntıyı ise şu çarpıcı paragraf ile yapalım;
İmroz’da egemenlik haklarını elinde bulunduran Türk devleti, Rumların adaya sahip olmalarına değil, onu ancak yad etmelerine izin vermektedir. Ulus-devlet tahayyülü içerisinde İmroz, geri dönülecek bir yer olarak değil, yad edilecek bir yer olarak tanımlanmaktadır. Bu otoriter yeniden tanımlama, adanın Rum geçmişini geri döndürülemez bir tarih olarak kilitleyip vitrine kaldırmakta ve bundan sonra sadece yası tutulacak “nostalji” meselesi haline getirmektedir (…) Rum İmroz, siyasi değil kültürel bir mesele olarak müzeleşmiş, tavernaları ve Panayia eğlenceleriyle sadece yad edilebilen ve asla geri getirilemeyecek bir geçmişe hapsedilmiş tarihi kalıntı, nostaljik bir peri masalı haline getirilmiş olmaktadır.” (syf 254-255)
Yazının bu kısmını okurken, aklınıza başka bir ada geliyorsa demek ki TC devleti iyi bildiği işi yapmaya devam etmektedir. Yukarda da alıntıladığımız gibi TC devleti ne de olsa Osmanlı’ya dayanıyor. Fetihler, fethedilen coğrafyaların ‘yurt’ edinilmesi, nüfus taşınmasının kökleri ta Osmanlılara dayanıyor, bugün 21. yüzyılda devam ediyor…

Sömürgecilik, nüfus taşınması, kara ayaklar!
Sömürgecilik ve nüfus taşıması tartışmaları yeni değil…
Kıbrıs dışına çıkarak bu konuyu tartışmaya devam etmek yararlı olabilir…
Örneğin Cezayir süreci bu noktada önemli tartışma malzemesi sunuyor.
Şinasi Sönmez’in “Cezayir bağımsızlık hareketi ve Türk kamuoyu (1954–1962)” başlıklı 2007’de tamamladığı Doktora Tezinde bu tartışmalara yönelik bazı tanımlar vardır.
Şinasi Sönmez doktora tezinde “Cezayir’’de toprakların, kolon denilen sömürge halkına dağıtılması 1833–1878 yılları arasında resmî olarak yapılmıştır” (syf7) diye yazmıştı.
Bunu kullandığı yerdeki dipnotta kolonu açıklamıştı:
“Colons” kelimesinin kökeni Latince colonus olup, yetiştirici anlamına gelmektedir. Bu kelime Fransa’nın işgal ettiği topraklara ülkesinden ve çeşitli Avrupa ülkelerinden götürüp yerleştirdiği nüfus anlamında kullanılmıştır. Fransızca “colon” kelimesini okunuşuyla yazdık. Fransa’nın zamanla bu topluluğa Fransız vatandaşlığı vermesiyle anavatandaki Fransızlarla eşit vatandaşlık statüsüne kavuşmuşlardır. Çalışmanın ilerleyen sayfalarında Fransız vatandaşlığı elde etmiş bu nüfus “Avrupalı Cezayirliler” olarak anılacaktır. Cezayirli ve Fransız kaynakları Cezayir’e yerleşen Avrupalılara “Pied Noir” (Kara ayaklılar) da demişlerdir. (syf7)
Notun devamında; “1830 yılından itibaren Kuzey Afrika’ya yerleşmiş Fransız sömürgeciler ve 1941 yılından itibaren teşvikle Fransa’dan getirilen Fransızlar” denmesi Cezayir’deki sürecin de aşamalı olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Yani Tıpkı Kıbrıs’ın kuzeyinde olduğu gibi kolonyal, sömürgecilik amaçları ile getirilenler ve teşvik edilenler gibi farklı zaman diliminde Cezayir’e de Fransız ve diğer Avrupalı yerleşikler, kolonlar taşınmıştır.
1941 yılındaki adı geçen teşvikin eğer geri plan bilinmezse anlaşılmayabilir. 14 Ağustos 1941 tarihinde imzalanan Atlantik Şartında, bölgede yaşayan halkların rızası olmaksızın toprakların el değiştiremeyeceği, bütün halkların kendi yönetim biçimlerini oluşturmalarına saygı gösterileceği ve zorla egemenliklerinden mahrum bırakılan halklara egemenliklerinin geri verileceği ifadesi yer aldığı hatırlandığında Fransızların bu Atlantik Şartını delme girişimlerinden biri olarak da okunabilir. Tıpkı Kıbrıs’ın kuzeyine Türkiye’den nüfus geliş konusundaki teşviklerin 1981’den sonra hız kazanması gibi! 1981’deki seçimler hatırlandığı, bu teşvikler anlaşılır. Bu teşvikleri hızlandıran önemli adımsa sonrasında kaldırılan pasaport ve yerine konan kimlikle giriştir.
Cezayir örneğine dönersek, ‘kolonlar Cezayir Kurtuluş savaşında ne yaptı?’ sorusuna cevap aranabilir. Birileri hemen genelleştirmeye çalışabilir ama genelleştirmeden Henri Maillot’un akla getirilmesini yararlı olur. Henri Maillot kara ayaktı yani Pied Noirdu… Cezayir Komünist Partisi üyesi ve sendikacı idi. Fransız Ordusunda görev yaparken silah yüklü bir aracı 1956 yılında kaçırdı ve “özgürlük savaşçılarına” katıldı. Maurice Laban, Cezayir Komünist Partisi kurucusu idi ve kara ayaktı, İspanya iç savaşına katıldı… Halen daha onlarla ilgili bilgi yazılırken onlara Pied Noir yani kara ayak denmekte, bu onlara yapılan bir hakaret değil, mevcut durumu tanımlamaktadır. Bu yapılırken, onlar siyasi duruşlarından, siyaset anlayışlarından bir şey kaybetmemektedirler. Diğer kara ayak, Pied Noir olan Albert Camus, Cezayir sorununu hiçbir zaman bir “sömürge sorunu” olarak görmek istemedi ve açık ve net biçimde Cezayir’in bağımsızlığını savunmadı. Niyazi Kızılyürek 2 Şubat 2010 tarihinde Gaile’de yazdığı “Albert Camus, Cezayir ve Kıbrıs” yazısında “Albert Camus, Cezayir’in, Cezayir’de yaşayan 1 Milyon 200 bin Fransız ile Arap ve Berberlerin “ortak yurdu” olduğunu ileri sürüyor ve Fransızların Cezayir’den ayrılmalarına karşı çıkıyordu. Örneğin, Cezayirli bir aktiviste gönderdiği ve 1 Ekim 1955 tarihinde yayınlanan bir mektubunda şöyle diyordu: “Kim Cezayirlifransızların –Camus bu sözcüğü bitişik yazardı- Philippeville’de Metzelein’i veya yaşadıkları diğer yerleri unutabileceklerini zannediyorsa, insan yüreğinden hiç bir şey anlamıyor demektir. Diğer yandan kim ki uygulanan baskının Arapların Fransa’ya saygı duymalarını sağlayacağını düşünüyorsa, başka türlü bir körlüğe telsim olmuş demektir” diye yazar. Kızılyürek yazısında “Albert Camus ısrarla Cezayirlifransızların Araplarla “kardeş” olduğunu söylese de, Franz Fanon’un açık ve net biçimde gösterdiği gibi, sömürgeci yerleşikler ile sömürgeleştirilenler arasındaki ilişki “eşitlik” ilişkisi olamaz. Her sömürgecilik ilişkisinde olduğu gibi, bu ilişkide de şiddet vardı ve sömürgeciler yerlilere karşı şiddet uyguluyordu. Camus, her ne kadar Cezayir’deki Fransız yönetiminin insanlık dışı uygulamalarını kınıyor idiyse de, Fransa’nın Cezayir’den çıkmasına karşı çıkıyor, Fransız yerleşiklerin Cezayir’den ayrılmalarını “adil” bulmuyordu” der…
Cezayir örneğinde olduğu gibi tüm kara ayakların, Pied Noirlerin yalnız ve tartışılmaz şekilde Fransız sömürge rejimin parçası olduğunu kabül etmek yanlıştır.
Ancak yerleştirme faaliyetlerini ve koloniciliği de ayırmamak gerekir. Şinasi Sönmez, “Fransa’nın işgali ve yerleştirdiği göçmenler için uyguladığı siyaseti; bu siyaset karşısında Cezayir halkının130 yıllık direniş öyküsü, Cezayirlilerin kurtuluş mücadelesinin önemli bir parçasıdır” (syf 27) demektedir. Sönmez ayni sayfada Cezayir’deki durumu şöyle özetler; “1834’ten itibaren ülkesinden ve diğer ülkelerden yerleşimcileri taşıyarak kendisine bağlı bir topluluk yaratmıştır. Askerî egemenliğini, yerleşimciler ve yerlilerin hukukunu oluşturarak siyasal ve ekonomik bir düzen hazırlamıştır. Fransız Devleti sömürge hukukunu bu yolla meşrulaştırırken, devlet yaptığı masrafları yerleşimcilere harcayarak onları zenginleştirmiştir. İç politikasında oluşabilecek tepkileri dengelemek için, iç politikada meşru Cezayir yönetimini oluşturmaya öncelik vermiş” diye yazar.
Amaç birebir Kıbrıs’ın kuzeyi ile Cezayir arasında bağlantı kurmak değil, buradaki amaç sömürge yönetimlerinin kolonları, yerleşikleri kullanmaları soruna dikkat çekmektir, bunun yeni bir durum olmadığını hatırlatmak.
Burada, Cezayir Komünist Partisi ve onun yapılanmasından bahsederken elbette parantez açmamak olmaz. Cezayir Komünist Partisinin genel sekreterlerinden Beşir Hacı Ali “Parti uzun zaman Fransa’da proleter devriminin gerçekleşeceğine inandı durdu. Cezayir’de zaferin sağlanması bu şekilde Fransa’da proletaryanın zafer kazanmasına bağlanıyordu[8] şekilde özeleştirisini de vermişti. (syf 320). Elbette, amaç Cezayir Komünist Partisi’nin neler yaptığı, nerelerde eksik gedik yaptığı tartışmak değil! Ama Cezayir Komünist Partisi içinde önemli sayıda kolon, yerleşik, kara ayak vardı ve bağımsızlık mücadelesine katıldılar, bu mücadeleye katılmaları yanlış veya doğru stratejilerle katılmaları, kendilerini kolon veya yerleşik olmaktan ayırıp, suni kavramlar -örneğin tek halk gibi- üzerinden değil, siyasal bir hattın üzerinden gerçekleşmiştir.
Her sömürgecilik tarihi birçok özgün tarafını da kendi içinde barındırır. Örneğin Cezayir sürecinden görmemiz gereken, Cezayir Komünist Partisi’nin yaptığı hata gibi yalnızca Türkiye devrimine, oradaki gelişmeler bel bağlamadan kendi kurtuluş mücadelesini vermektir.
Cezayir örneğinden görmemiz gereken ikinci nokta, sömürgeciliğin kolonlarla, yerleşiklerle olan ilişkisidir.
30 Kasım 2012 tarihinde Afrika Gazetesinde Baraka Aktivisti Celal Özkızan “merak ettiklerim” başlıklı bir yazı yazdı. Özkızan “Türkiye’nin Kıbrıs’a nüfus taşımasından hesap sorarken, öfkesini Türkiye hükümetlerine değil de Türkiye’den gelen/gönderilen insanlara yönlendirenler, nasıl olur da ‘orijinal ve da saf Kıbrıslıların’ pek çoğunun da Osmanlı tarafından iskân politikaları ve nüfus taşımaları sonucu 1571’den itibaren bu adaya gönderilen kişilerin torunları olduğunu unutuyorlar?” diye bir anlamı ile bu konuya yaklaşımlarını ortaya koyan bir cümle yazdı. Birçok yönü ile sağlıksız olan bu cümledeki kim kimin torunu kısmına bu yazının sınırları içinde girmeyeceğiz ama yeniden Loomba’nın Kolonyalizm ve Postkolonyalizm kitabına geri dönmek gerekecek.
Bizler bu tartışmalar yaparken Loomba’nın altını çizdiği kaygıları taşıyoruz, “önemli olan nokta göçmenlik, sürgün ve melezliği köklülük, ulus ve otantiklikle kapıştırmak değil, bir yandan bunların ideolojik, politik ve duygusal bileşim güçlerin, öbür yandan kolonyalizm ve postkolonyalliğin çokkatlı tarihlerdeki çakışmalarını değerlendirmek ve yerli yerine oturtmaktır.” (syf 209)
Bu nedenle Kıbrıs’taki Müslüman/Türk/Kıbrıs Türk/Kıbrıslı Türk/Türkçe konuşan nüfusun analizini yapmak, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyindeki sömürgecilik faaliyetlerinin anlaşılmasında önemli yer tutmaktadır. Bunu ille çatıştırmak, çatışma yaratmaya çalışmak olarak anlamak bu yönü ile yanlıştır.
Bunun yanında,1571’de gelenlerin torunları olunduğu söylemi, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini sömürgeleştirme faaliyetlerini örten, silikleştiren, aşındıran bir işlev görür. Başka bir tehlikesi ise tek bir kimliğe, orijinal bir kimliğe, sürekliliği olduğu iddia edilen, 1571’den beri taşınan kimliğe yapılan gönderme veya ima etme ayrıca sorunludur.
Ece Deliormanlı’nın “Fatih Akın’ın “Aksanlı” Sineması” başlıklı çalışmasında Bhabba alıntı yapıyor ve melezliği tanımlıyor; “Melez, ikili sosyal zıtlıkları reddeden toplumda “çatlaklar oluşturan” bireylerin ortaya çıkışını olanaklı kılar. Melez kimlikler kültürel üstünlük ve egemenlik aramayan bir diyalektik içinde seslerini bulurlar. İçinden çıktıkları kısmi kültürü açarak toplumun görünümünü ve içinden geldikleri azınlık pozisyonları; içerdekinin dışındaki, bütün içinde parçanın anlatı biçimleri ile tarihsel belleğin uyarlamalarını inşa ederler.[9]
Bu nedenle teklik ısrarları, 1571’e doğru bugün yaşayanları bağlama girişimleri ya da tek halk aramaya çıkmak, bulunduğumuz konumda sorunludur.

Kıbrıs’taki duruma yakından bakmak!
Bazı şeyleri yeniden yazarak durumun daha anlaşılır kılınmasını sağlayalım.
Türkiye, Kıbrıs’ın kuzeyini 1974’te işgal etti. Bugün itibari ile Kıbrıs’ın kuzeyine tam anlamı ile hâkimdir. Bu durum AİHM kararlarına yansımıştır. AİHM, Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye’nin yerel alt idaresi olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus hareketini, dış ve/veya uluslararası ekonomik göç olarak tanımlamak mümkün değildir. Bu, Türkiye egemenlik alanı içindeki bir coğrafyaya iç göç ve nüfus aktarımıdır.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki polis ve muhaceret dairesi bağımsız hareket eden kurumlar değildir. Polis direk olarak askere bağlıdır, muhaceret ise Türkiye’nin etkin kontrolü altındadır. Bu nedenle adaya giriş çıkışlar Türkiye Cumhuriyeti’nin etkin ve fiili denetimi altındadır. Bu nedenle ‘doğal’ bir uluslararası ekonomik göç hareketinden bahsetmek mümkün değildir.
Ayrıca Kıbrıs’ın kuzeyinde vatandaşlık alan TC yurttaşları mutlaka TC elçiliğinden özel izin almak zorundadırlar.
Bunlar yanından bazı tanımlamaları hatırlamakta yarar var…
1949 yılında yürürlüğe giren ve halen teamül hukukunun bir parçası olan Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesi muharip kuvvetlerin işgali altındaki topraklarda toplu insan hareketini yasaklar.
Sınırdışı edilme ya da zorla nüfus taşıma”, Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsünün 7. Maddesine göre insanlığa karşı bir suç olarak tanımlanmaktadır. Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Mahkeme pek çok siyasi ve askeri yetkiliyi insanları bölgeden zorla sınır dışı ettiği için yargılamış ve bazı hallerde mahkûm etmiştir.
Birmingham Üniversitesinden Profesör Stefan Wolff, “Zorla nüfus transfer etme self determinasyon çatışmasını çözer mi?” isimli makalesinde Kıbrıs’taki 1974 Ağustos’undan hemen sonraki durumu şu şekilde tanımlamaktadır:
“1974 işgali, adanın etnik olarak homojen iki bölümden meydana geldiği bahanesi ile Kıbrıs’ın nüfusunun üçte birinin - ki bu yaklaşık 200,000 insan anlamına gelir - yer değiştirmesine sebepiyet vermiştir. Nüfus sayımları bunun göstergesidir: Adanın yüzde 78’i etnik olarak Helen ve bunların yüzde 99.5’u Kıbrıs Rum tarafında yaşamaktadır. Türk etnik toplum ise adanın yüzde 18’ini oluşturmaktadır ve yüzde 98.7’i Kıbrıs Türk kesiminde yaşamaktadır.”
Ancak sorun bununla da kalmadı. “ÇOK GİZLİ” ibaresi taşıyan 2 Mayıs 1975 tarihli 97 numaralı ‘Kıbrıs Türk Federe Devletinin İstemi Üzerine Kıbrıs’ın Türk Bölgesindeki İşgücü Açığının Türkiye’den Gönderilecek İşgücü İle Kapatılmasına İlişkin Yönetmelik” ile Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus akışı başladı.
TÜBİTAK için Yard. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş “Kuzey Kıbrıs’a Türk Göçünün Niteliği ve Göçmenlerin Ekonomik Sosyo-Mekansal Bütünleşme Sorunları” başlıklı bir araştırma yaptı. Bu araştırma içindeki bazı yorumlar Türkiye resmi tezlerini taşısa da önemli durum tespitleri yapmaktadır. Bu araştırma Türkiye’den göçü 3 evreye ayırmaktadır. İlk göç dalgası ile tespit şu şekildedir:
1975’in sonlarında başlayan bu göç dalgası 1980’lerin başlarında kadar sürmüştür. İlk dalga göçmenler Türkiye’nin belli yerlerinden, bütün bir köy ahalisi ya da köysel mahalle halinde otobüslerle alınarak Mersin Limanına götürülmüş oradan da gemilerle Gazi Mağusa Limanına taşınmışlardır.
İkinci göç dalgası 1980’lerden 1999’a kadar sürdüğü, üçüncü dalganın ise 2000’lerden günümüze kadar sürmekte olduğu tespiti yapılmaktadır.
1981 yılı sonrası Kıbrıs’ın kuzeyindeki politik ortam muhalefet yönündeydi. Araştırmada bu konuya yer verilmemesine rağmen ikinci dalgayı tetikleyen unsurlar aktarılırken bunu da okumak mümkündür:
Diğer yandan Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a ikinci göç dalgasının yükselmesinde bu dönemde yapılan yasal düzenlemeler ve Türkiye ile KKTC arasında yapılan ikili anlaşmalar da önemli rol oynamıştır. Bunlar arasında, 1987 yılında KKTC ile Türkiye arasında imzalanan işgücü anlaşması (KKTC’nin Türkiye’den İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığı ile belli vasıflarda işgücü talebi); 1991’de imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC vatandaşlarının iki ülke arasındaki seyahatlerde pasaport yerine kimlik belgesi ile giriş-çıkış yapabilmelerine olanak sağlayan anlaşma ve KKTC’de, Kıbrıs Lirası yerine Türk Lirasının kullanılmasına dair yasal düzenleme bulunmaktadır. Bu ikili anlaşmalar ve yasal düzenlemeler iki ülke arasında nüfus hareketliliğini destekleyici etki yaparken, aynı zamanda da Kuzey Kıbrıs’a gelen göçmenlerin niteliği üzerinde de belirleyici olmuştur.
Bu dönemde gelen nüfusa hızlı vatandaşlık verilerek o dönemdeki seçim sonuçları üzerinde belirleyici olunmaya çalışılmıştı.
Üçüncü dalga ise tam anlamı ile ekonomik iç ekonomik göçtür:
Bu dalganın öncekilerden en önemli farklı, yalnızca Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasındaki bağlamlara bağımlı olarak oluşmuş bir işgücü hareketi olmayışı, aynı zamanda enformel emeğin küresel hareketliliğinin bütün özelliklerini taşıyan bir işgücü hareketi olmasıdır. 1990’lardan itibaren, Türkiye’de, iç göçlerde yeni bir evre olarak Güney ve Güneydoğu illerinden, metropoliten alanlara yoğun nüfus hareketleri yaşanmaktadır. Bu nüfus hareketi, becerisiz ucuz işgücü niteliği ile belli kentlerde yoğunlaşmaktadır. Bu kentler arasında yer alan Adana, Mersin ve Antalya’nın yeni yoksulluk alanlarında biriken bu emeğin bir kısmı, daha önce kurulmuş göçmenlik ağları üzerinden Kuzey Kıbrıs’a kaymaktadır. Diğer yandan bu yeni göçlerin kaynağı olan Güneydoğuda açığa çıkan emeğin bir kısmı ise doğrudan Kuzey Kıbrıs’a yönelmektedir. Bu doğrudan harekette Güneydoğu ile Kıbrıs arasında önceden kurulmuş göçmenlik ağlarının yanında, özellikle Kuzey Kıbrıs’taki inşaat ve tarım sektörüne vasıfsız emek sağlayan taşeronlar etkili olmaktadır.
Araştırma bu nüfus akışının birbiri ile ilişkisini de ortaya koymaktadır:
Birinci ve ikinci dalgalarla oluşan kentsel göçmen mahalleri, bu üçüncü dalga ile gelen, çoğu zaman enforel işgücü konumundaki yoksul göçmenler için tutunma mekanları olmaktadır.
Bu nedenle Türkiye’den kuzeye nüfus akışı Avrupa ve dünyadaki günümüz ekonomik göçlerinden farklıdır. Özellikle ilk göç dalgası ki net bir nüfus taşımadır:
Tarım İşgücü Protokolünün 1975 Şubatında imzalanmasının hemen ardından, Türkiye’de iskan müdürlükleri ve valiler aracılığı ile Kıbrıs’ta iskan edilebilecek köylerde duyurular yapılmasına, Kuzey Kıbrıs’ta ise Türkiye’den gelecek göçmenlerin yerleştirilme hazırlıklarına başlanmıştır.”
Tüm bu aktarılanlar Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine nüfus aktardığını, taşıdığını, taşınmasını teşvik ettiğini göstermektedir.
Tüm bunlar Kıbrıs’ta 1974’te Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesini çift yönlü olarak ihlal edildiğinin kanıtıdır.
Bunun ötesinde Yugoslavya’daki etnik çatışma sonrası ortaya çıkan yeni tanımlamalar çerçevesinde Kıbrıs’ta etnik temizlik kavramını da ciddi şekilde konuşmamız gerekmektedir.
Bu nedenle Türkiye Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun 49. Maddesi temelinde savaş suçu işlemiş ve Kıbrıs’ın tamamında etnik temizlik yaparak diğer toplumdan arınmış iki bölge yaratmıştır. Yaratılan bu de-facto durum Kıbrıs sorunun çözümsüzlüğünde önemli bir etkendir.

Son söz yerine
Bir noktanın altını çizmek önemli; bugün ihtiyacımız olan ulusalcı bir sömürge karşıtı, işgal karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan, enternasyonalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı mücadele hattını örmektir.
Bugünün çağında ulusal değil, etnik değil, insanı merkezine alan başka bir sömürge karşıtı mücadele mümkün, yeter ki sorunların farkında olalım ve onların üstesinde gelmek için doğru zeminde mücadeleyi önümüze koyalım!


[1] Kolonyalizm-Postkolonyalizm – [Colonialism / Postcolonialism] - Ania Loomba - Ayrıntı Yayınları – 1. Basım, 2000
[2] Modern Türkiye’nin Şifresi - İttihat Ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918) - Fuat Dündar – İletişim Yayınları - 4.Baskı Ekim 2010
[3] İttihat ve Terakki'nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918) - Fuat Dündar – İletişim Yayınları - 5.Baskı Şubat 2011
[4] Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm [Imperialism, From the Colonial Age to the Present] - Harry Magdoff- Kalkedon Yayıncılık – 1. Baskı, 2006
[5] İmroz Rumları  - Gökçeada Üzerine - Kolektif Derleyen: Feryal Tansuğ - Heyamola Yayınları - 1. Baskı, 2012
[6] Göçler Çağı - Modern Dünyada Uluslar Arası Göç Hareketleri - Stephen Castles/Mark J. Miller - İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları - 1. Basım, 2008
[7] Adalılar - İmroz'dan Gökçeada'ya - Güliz Beşe Erginsoy - İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları - 1. Basım, 2006
[8] Marksizm ve Gerilla Savaşı - William J. Pomeroy - Belge Yayınları - 1. Basım, 1992
[9] H.K. Bhabba. “Culture’s In-Between”. Questions of Cultural Identity. Ed. S. Hall, P. Du Gay London, SAGE Publications, 1996, s:58

Not: Bu yazı Kasım-Aralık 2012'de yazılmış Yeniçağ Gazetesinde yayınlanmış yazıların tekrar gözden geçirilmiş, daha önce yapılan nüfus konusunda sunumun yazının içine eklenmiş halidir

13 Aralık 2012

Kıbrıs’ta neo-ittihatçı etnisite mühendisliği


(Sömürgecilik üzerine 3)
Kıbrıs’ın kuzeyindeki Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerini örtemeye çalışan yaklaşımlar bizleri basit, içinde bol “anti” olan bir mücadeleye, “Ankara elini yakamızdan çek” sloganlarına dayanan bir zemine çeker.
“Ankara elini yakamızdan çek” anlık ya da dönemsel bir talepse yani bir taktik slogansa bir sorun yoktur ama stratejik bir slogansa çok ciddi sorunlar içermektedir. Çünkü başka sömürge karşıtı mücadelelerde de gördük, eğer nüfus politikalarını doğru kavranmazsa bizleri ciddi çıkmazlara sürüklemektedir. Bu nedenle Cezayir’deki süreç iyi okunmalı, iyi değerlendirilmelidir. Cezayir’de tek problem Paris’in elini çekip çekmesi sorunu değildi, orda kolonyal ilişkiler başka bir ilişki ağlarını daha kurmuştu. Cezayir kolonyal süreci bu nedenle sancılı ve sorunlu olarak günümüzde de devam etmektedir, Fransa’daki Cezayirliler, Cezayir’den ayrılmak zorunda kalan Cezayirli Fransızlar/Avrupalılar sorunu bugün dâhil tam anlamı ile çözümlenmiş sayılmaz.
Kıbrıs’taki yerleşiklerin geleceğine dair son sözün büyük kısmı ile söylenmesi Kıbrıs sorundaki bir antlaşma ile olacaktır, bu nedenle ne tümü gitsin, ne de tümü kalsın yaklaşımları gerçekçi değildir. Kalacakların statüsünün de kademeli olacağı bellidir. Bazıları yeni cumhuriyetin yurttaşı olacak, kimileri yeni cumhuriyetin yasaları çerçevesinde ‘yabancı işgücü’ kategorisine girecek, kimi ise dönmeye teşvik edilecek. En azından Annan Planı bunları ön gördüğünü söyleyebiliriz. Bunların sayılarını ise kimse bilmiyor. Bu nedenle sayılarla spekülasyon yapmak kimseye bir şey kazandırmaz. Gene Annan Planında kimsenin zorla atılmayacağı da açıktı!
Ancak Kıbrıs’taki yerleşiklerle kurulan sömürgecilik ilişkilerini atlayan, onu yok sayan ‘insani’ sorun kategorisine sokan yaklaşım iki amaç güdebilir Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerini örten, saklayan bir amaç olabilir, ya da Türkçe dilini temel alınarak herkesin bir ulusun/halkın parçası olduğu varsayımına dayanabilir. Bunun bilerek yapılması ya da farkında olmadan yapılması fazla bir şey değiştirmez.
Neresinden bakılırsa bakılsın, ne niyetle yaklaşılırsa yaklaşılsın, nüfus taşınması konusunu atlayan bir yaklaşım, Türkiye sömürgecilik ilişkilerini ciddi şekilde örten bir davranıştır. Bu herhangi bir oluşumun radikal Türkiye karşıtı slogan atıp atmaması ile ilişkisi olan durum değildir. Türkiye’nin işgaline karşı, Türkiye’nin dayatmalarına karşı olunması ile Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerine karşı olmak ayni şey değildir.
Sömürgecilik ilişkileri atlayan yaklaşımın sloganlardaki tüm radikalliğine rağmen, gerçek bir mücadeleyi örme şansı yoktur.
Ancak onlarca yılda tüm sömürge süreçlerinde olduğu gibi çok taraflı nüfus hareketleri melez kimlikleri, yeni kimlik hareketlerini de yaratmıştır, bunları da atlayan bir mücadele bir yere gidemez.
Bu nedenle bugün ihtiyacımız olan ulusalcı bir sömürge karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan, enternasyonalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı mücadele hattını örmektir.

Tarihe bakmak!
Türkiye’nin sömürgecilik ilişkilerini kavramak için Osmanlı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) iktidarlarının etno-politik amaçlarla nüfusun sevk ve iskanı politikalarını unutmamamız gerekir.
Nüfus politikası konusunda fikri hep iktidar ama kendileri kimi zaman hapishanede, bazen hükümette olan ülkücü camiasının teorisyenlerinden Nihal Atsız’ın 1971 yılında Ötüken Dergisi’nin 85. Sayısında yazdıklarını hatırlamakta yarar var;
“Kıbrıs asırlarca Türk ülkesi olarak kalmış, bize mal olmuş bir adadır. Hatay nasıl geri alındıysa Kıbrıs da geri alınacaktır. Bugünkü durumda Türk nüfusunun az olması tarihî hakkımızı asla elimizden alamaz. İsrail devleti kurulduğu zaman bugünkü İsrail topraklarındaki Yahudiler yüzde kaç tutuyordu? Bir millet millî inancı kuvvetli olduktan sonra haklarını geri almasını bilir ve o toprakları yine yüzde yüz kendi milletiyle doldurur”
Nihal Atsız net bir şekilde ‘geri almasını bilir ve o toprakları yine yüzde yüz kendi milletiyle doldurur’ demektedir, buna rağmen hale buradaki nüfus politikasını görmemek biraz tuhaftır. Nihal Atsız, Hatay’ı da örnek vermektedir ki Hatay’da da nüfus politikalarının ne kadar etkin olduğu bilinmektedir.
Nihal Atsız’ın yaklaşımı temelsiz değildir. Fuat Dündar’ın ‘Modern Türkiye’nin Şifresi’ ve ‘İttihat ve Terakki’nin Müslümanların İskân Politikası’ kitapları Osmanlı ve İTC’nin nüfus politikalarını anlamanıza ciddi şekilde yardım etmekte. Fuat Dündar özellikle İTC’nin Anadolu’nun Türkleştirilmesi için yaptıklarını etnisite mühendisliği olarak tanımlıyor. ‘İttihatçıların sevk ve iskâna sadece Türkleştirme aracı olarak değil, bir savaş aracı, bir savaş stratejisi olarak başvurduğunu anlatması bakımından tercih’ ettiğini belirtiyor. (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 32)
Kıbrıs’ın jeopolitik ve jeostratejik önemi üzerine özellikle askerin birçok yazısı vardır. Askerler için Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması Ege’de ve Akdeniz’de Anadolu için bir kuşatılmışlık yaratacaktır. Bunu bir tehdit olarak gören asker için Kıbrıs önemli noktadır. Bu kuşatılmışlığın kırılması için de Kıbrıs’ın ‘yeniden kazanılması’ önemlidir.
Paul Sweezy sömürgecilik ilişkilerinde atlanan konulara değinir, her toprak kazanımından mutlaka hemen kazanım elde etmek olmadığının altını çizer. Sweezy, (aktaran Harry Magdoff) korumacı toprak kazanımı ilkesini ‘önemli olan rakibin önlenen hamlesinin başarılı olması durumunda ortaya çıkacak yeni duruma oranla kaybın ya da kazancın ne olduğudur’ olarak yazar. (Sömürgecilikten günümüze emperyalizm, Harry Magdoff, syf 17)
Bu nedenle Türkiye-Yunanistan arasındaki rakip kolonyal ilişkilerinde karşı toprak kazanımları ‘korumacı toprak kazanımı ilkesi’ içinde de düşünülebilir.
Bu nedenle, Fuat Dündar’ın kullandığı etnisite mühendisliği Kıbrıs’ın kuzeyi için de geçerlidir, Kıbrıs’ın kuzeyinde yapılan yalnızca bir Türkleştirme operasyonu değil, Türk-Yunan çatışmasında iktisadi ve militarist savaş aracıdır da…
Fuat Dündar ‘fethedilen toprakların kolonizasyonu’ dışa dönük bir nüfus hareketiydi diyor. Dündar “Osmanlı Beyliği, güttüğü nüfus ve kolonizasyon politikası gereği, her fetih sonrası, toprakların etnik-dinsel kompozisyonuna müdahale ediyordu” (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 41) diyerek yazmakta.
“Balkanlardaki her fetih ve kolonizasyon, sistemli bir sevk ve iskan politikası eşliğinde yürütülüyordu. Bunun için, Anadolu halkından bir miktar nüfus, sistemli bir şekilde fethedilen topraklara transfer ediliyordu” diye yazıyor. (age, syf 41-42)
Fuat Dündar, İttihatçılar yaptıklarına resmi zemin oluşturmak için 1918’de sahte kitaplar da bastıklarını da anlatıyor. Bunlarda bir tanesinde, yabancı bir yazara ithaf edilen eserde ‘üç çeşit iskân metodundan bahsedilmekte; ‘kolon grubu yerleştirmek’, ‘yerli halkı asimile etmek’ ve ‘yerli halkı iskâna ikna etmek’ anlatılıyor. Yazının devamında “asimilasyonun başarılı olması için, yeterli miktarda “muhacir iskân”ının gerektiği ve özellikle ekonomik güç olmaksızın muhacir iskânı ve asimilasyona başvurmanın gülünç bir şey olacağı belirtilir” ve çok iyi bildiğimiz bir tavsiyede bulunulur “zira yerli halkın “milli akidesi”ni terk etmesini sağlamak için ekonomik araçlar vazgeçilmezidir.” (age syf 138)
Osmanlı’dan İttihatçılara gelen bu ilişkiler TC devletinde de durmamıştı.
Daha önce İmroz üzerine “Türkleştirme politikası!” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. (Yeniçağ Gazetesi, 15 Kasım 2012)
“İmroz Rumları; Gökçeada Üzerine” (Derleyen Feryal Tansuğ-heyamola yayınları, Ekim 2012) kitabında farklı kesimlerin yazıları ile ada ele alınıyor, bu kitaba dayanan bir yazı idi.
Bu kitapta da olan Elif Babül’ün daha önce “New Perspective on Turkey” adlı dergide İngilizce yayınlanan (2006) makalesinden yeninden bir alıntı yapalım;
“İmroz Cumhuriyet dönemi tarihi, genel olarak bir Türkleştirme projesine işaret eder. Bu projenin en temel araçlarından biri Osmanlı’daki uygulamaları takiben hayata geçirilen yeniden yerleştirme politikaları oldu. 1946’da Karadeniz’den getirilen 10 hanenin devlet eliyle adaya yerleştirilmesinden başlayarak ada sistemli bir göç ettirme, yerleştirme, istimlak ve yeniden isimlendirme projesine maruz kaldı. 1973, 1984 ve 2000 yıllarında sırasıyla Trabzon, Isparta, Burdur ve Çanakkale’den köylerini heyelan veya baraj yapımı sebebiyle kaybeden göçmenler getirildi adaya. (…) Bugün adadaki dokuz köyden dördü ve bir büyük mahalle, devletin Anadolu’dan gelenleri yerleştirmek için kurduğu iskân köyleri karşımıza çıkıyor.” (age, syf 235)
Kitaptaki başka bir makalede Alexis Alexandris “İmroz’a yerleşmek isteyen Türkler’e hükümet toprak ve maddi yardım sağlıyordu” (age syf 187) diye yazmaktadır.
Yard. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş’un TÜBİTAK çatısı altında yaptığı “Kuzey Kıbrıs’a Türk Göçünün Niteliği ve Göçmenlerin Ekonomik Sosyo-Mekansal Bütünleşme Sorunları” başlıklı bir araştırma var. Bu araştırma daha fazla ilgili hak ediyor ama bulunduğumuz yerden İmroz ile bağlantısını kurmak için bazı alıntılar yapalım…
Tıpkı İmroz’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da “1975 Şubatında yapılan protokolden sonra, Türkiye’de toprakları baraj gölü altında kalmış ya da kalacağı için iskân kararı bulunan, heyelan bölgesi ilan edilmiş olan ve orman içinde kalmış olan köylerin bulunduğu 14 İlde valiler aracılığı ile Kıbrıs’a göçmen alınacağı duyuruları yapılmıştı. Bu bölgelerde bu konu ile görevlendirilmiş iskân memurları, muhtarlar, muhtarlar aracılığı ile köylülere, hangi koşullarda göç edeceklerine, nereye yerleşeceklerine, sahip olacakları sosyal haklara, kendilerine verilecek tarım arazisi ve evlere dair bilgiler vermiş ve göçü teşvik edici konuşmalar yapılmıştı” (age, syf 60)
Sözlü tarih görüşmelerinde de bu durum açıkça dile getirilmektedir; “bize, o ara gelen heyetler dedi ki, “Kıbrıs’ta çok para var, hükümet size yiyeceğinizi verecek, size yerine göre iş kuracak kadar para verecek”, nitekim verdiler de. Bir müddet verdiler.” (age, syf 62)
Osmanlı’da da durum çok farklı değil; “Anadolu Müslümanları bedava arazi, askerlikten ve vergiden muafiyet gibi teşviklerle fetih bölgelerine çekilmeye çalışılıyordu” (Modern Türkiye’nin Şifresi, syf 42)
Osmanlı, İTC, İmroz, Kıbrıs, nüfus hareketleri, aktarmalar, sürgünler; ne kadar çok benzer tarafları var, her biri arasında onlarca, yüzlerce yıl olmasına rağmen!
Elbette, bugün konuya bakarken birileri bunların yalnız tek bir yönüne dikkat çekmeye çalışabilir ama “göç pek çok ülke için emek göçü, mülteci ya da kalıcı yerleşimci gibi bir tip değil, ayni anda bunların hepsi demektir” tanımını da akılda tutmak önemlidir. (Göçler Çağı, Stephen Castles-Mark J. Miller)
Kıbrıs’ta da bu geçerlidir. Kıbrıs’ın kuzeyinde göç dalgası üç aşamada oldu, 80 öncesi, 80 sonrası ve 2000 diye kabaca tanımlayabileceğimiz “üç farklı göç dalgası arasında organik bir ilişkinin varlığı söz konusudur” (Yard. Doç. Dr. Semra Purkis ve Doç. Dr. Hatice Kurtuluş, syf 21)
Kıbrıs’a taşınan nüfusun geleceği ile Kıbrıs sorunun ciddi bağlantıları da söz konusudur.
Tüm bunlar hepsi göz önüne alınarak, nüfus konusu ele alınmalıdır.
Ama Osmanlı tarihinden gelen fetih bölgelerine nüfus taşınması geleneği de atlanılmaması gerekir.
Gerçek anlamda Türkiye elini yakamızdan çekecekse, çekmesi için mücadele öreceksek, sorunun tüm yönleri ile almamız, bilmemiz önemlidir.
Bugünün çağında ulusal değil, etnik değil, insanı merkezine alan başka bir sömürge karşıtı mücadele mümkün, yeter ki sorunların farkında olalım ve onların üstesinde gelmek için doğru zeminde mücadeleyi önümüze koyalım!