31 Aralık 2002

Küçük burjuva solunun felsefe sefaleti[1]

Geçmiş deneyimlerden elde edilmiş birikimler vardır. Özellikle başta Rusya’da yaşanan tüm dünyadaki devrimci mücadele tarihi ve Lenin’in dünya çeşitli ülkelerde yaşanan sol sapmaya karşı ısrarlı eleştirisi hep ileri bir öğreti olmuştur ve bugün itibarı ile bu öğreti ile devrimci mücadele içinde herkes kendi yönünü çizebilir. Lenin tarafından kaleme alınan ‘sol çocukluk hastalığı: ‘sol’ komünizm’ kitabı aslında bugün itibari ile ülkemizdeki kimi küçük burjuva solcuları için de geçerlidir. Lenin döneminde bu çeşit siyasete sosyal devrimciler diyerek eleştiriler yöneltmişti, Türkiye solunda da bu tip küçük burjuva sol hastalıklar hep var ola gelmiştir ki Kıbrıs’ın kuzeyinin kendi alternatif sol anlayışını bağımsız olarak geliştirememesi sonucu bu tip sapmalardan da ciddi olarak etkilenmiştir.

Kendini siyasetin merkezine koyarak hep kendinin haklı çıktığını iddia eden küçük burjuva solunun felsefeleri her zaman sefaletin, bilmemenin ama küçük burjuva kibirlerinden dolayı da özeleştiri veremenin tarihi olmuş ve olmaktadır.[i]

Küçük burjuva sol aslında sosyalist mücadele tarihinde hep burjuvazinin sola karşı içden çevrilmiş silahı oldu. Küçük burjuva sol siyasi anlayışlar ve tavırlar dolayısı ile sosyalist mücadeleye hep içerden en ağır darbeyi vuranlar yukarda da dediğimiz gibi küçük burjuva sol kibirlerinden dolayı hiçbir zaman özeleştiri vermediler, karakterlerinden dolayı da veremezler. Onlar tarihleri boyunca hiçbir zaman kazanan olmadılar ama demogojilerin arkasına sığınarak hep kazandıklarının, zaferlerinin deklere edildiği, yalnızca kendilerinin okuduğu ama büyük büyük laflar ettikleri gazeteler, dergiler yayınladılar.

Kendilerinin sol sapmaları ile ilgili devrimci mücadele tarihden, ustalardan alıntılar yapıldığında ürktüler, sağdan soldan kırptıkları birkaç dergi alıntısı ile bol laf kalabalığı ile cevaplar yazdılar ama bocalamalarının ardındaki küçük burjuva sol felsefenin sefaletini hiçbirşey gizleyemedi...

Son süreçte kendi yayın organlarında ısrarla, gerek tümden iş ve güç birliği yapılan platforma gerekse de ayrı ayrı örgütlere ‘eleştiri’ adı altında hiçbir bilimsel temeli olmayan saldırılar yapanların[ii], kendilerine karşı bir hareketin geliştirilmesine sonucu olarak gazetelerindeki yazılanlar da aslında onların siyasetten çürümüşlüğünü, sol sapma konusundaki geldikleri noktayı çok net ortaya koymaktadır.[iii] O kadar ki, kuzeyde yaşananın işgal rejimi olduğu ve militarist bir baskı düzeninde yaşanması gerçeğine rağmen, yayın organlarında çarşaf çarşaf isimler yayınlamanın teorisini yapıp savunmalarını tamamladığını düşleyebilecek kadar ileri bir çürümeyi yaşamaktadırlar. Ortaya konan duyarlılığın tek bir isim sorunu olarak değil bir ilke sorunu olarak algılamak[iv] yerine bu metnin yazarına sayfalar dolusu yazı yazanlara söyleyebileceklerimizi yazının devamında söylemeye devam edeceyik ama eklenmesi gerek şudur ki, gazetelerinde isim yayınlamayı bir ilke sorunu olarak görmedikleri ve yaşadıkları rejimi yalnızca her zamanki gibi teoride tanımladıkları ama pratikte yaşamı algılamaktan çok uzak oldukları gerçeği ile diğer ilerici, demokrat örgütlerin temsilcilerinin isimlerini gazetenin sayfalarında okumlarının da bu küçük burjuva solcuları için doğal olduğu gerçeği ciddi olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktada her siyasi oluşum bu hareketten gelecek benzeri saldırılar karşısında hazırlıklı olmalıdır. Özellikle yeni yeni kendi kadrolarını geliştirmeye başlayan gençlik örgütlerinin temsilcilerinin isimler verilerek polemik konusu yapılmasında da bu küçük burjuva solcularının duyarlılık göstermeyeceği şimdiden anlaşılmaktadır. Bu yüzden her ilerici, demokrat örgüt kendini ve diğer örgütleri bu gibi saldırılara yada daha çok bilinen ismi ile teşhirlere karşı korumayı bilmelidir...

Farklılıkların üstü mü örtülüyor yoksa derinleştiriliyor mu?

Siyaset öğretmeye kalkanların, kendi siyasi duruşlarını sorgulayıp[v], ‘AB ve çözüm’ konusundaki ısrarımızın 35 bin kişi ile rejime karşı alanlara yansımasını, kendi gazetelerinde bu düşüncenin emperyalizm çıkarlarına çanak tutuğunu yazmalarına karşı tavır geliştirmemizi, farklılıkların üzerini örtmek başlıklı demogojilerle saldırmaları aslında komik bir iddiadır. Kimsenin farlılıkları örttüğü yoktur, tersi farklılıkların netleşmesi mevcut. Çünkü rejimle dolaylı ve direk işbirliği yapanlarla, rejime hizmet edenlerle bizim daha fazla iş yapma olanağımız yoktur.

‘AB ve çözüm’ bugün itibari ile kuzeydeki rejimin büyük oranda değişiminin önü açacak bir süreci ifade eder. Tam da bu düşüncelerle rejimin temsilcileri hem bir anlaşmaya hem de AB’ye acımasızca saldırmaktadırlar. Bu tek başına kuzeydeki emeği ile geçenlerin talebi değil, ekonomik gelişimi tıkanan kuzeydeki kapitalizm temsilcilerinin de talebine dönüşebilmiştir, tıpkı Engels’in 150 kusur yıl önce anlatmaya çalıştığı gibi... Küçük burjuva solun teorisinin iç yüzünü, rejimle işbirliklerini Engels’in sözleri ile net bir şekilde ortaya koyalım:

“burjuvazi, ......,önce İngiltere'de, sonra da Fransa'da, burjuvazinin devrimine yolaçtı” (syf248) diyor Engels bunun yorumu olarak da “bir ülkede —fetih olayları bir yana bırakılırsa— devletin iç zorunun, şimdiye değin hemen her siyasal iktidar bakımından belirli bir aşamada olduğu gibi, ülkenin ekonomik evrimi ile çatışma durumuna girdiği bir yerde, savaşım her zaman siyasal iktidarın yıkılması ile sonuçlanır. Ekonomik evrim, istisnasız ve acımasız kendi yolunu açar, — daha önce bunun en çarpıcılarından son örneğini vermiştik: Büyük Fransız devrimi” (syf272) diyerek bugün kuzeyde yaşananlara ışık tutan Engels’in küçük burjuva sol tarafından anlaşılmaması doğaldır. Ama Engels’in yorumu açıktır: “Her yeni üretim tarzı ya da her yeni değişim biçimi, başlangıçta yalnızca eski biçimler ile bunlara uygun düşen siyasal kurumlar tarafından değil ama eski bölüşüm biçimi tarafından da engellenir.” (abç) (sayfa 229).[2] Küçük burjuva solculara saflarını belirlemelerini öneririk, değişim sürecinde tavrınız dolaylı olarak da olsa bugünün egemenlerinin safları mı yoksa değişimin safları mı? Büyük büyük laflar edilen gazete/dergilerdeki karşı duruşlarınız bugünkü rejimin korunması değil mi? Küçük burjuva solculara söyleyebileceğimiz:

‘Utanmayın değişimden korkmak ayıp değil, zaten sizin felsefenizin sefaleti de ordan ortaya çıkmıyor mu?’

Bu arada bir çelişkiyi daha netleştirmek gerekir. Küçük burjuva solcular bizim ayrışmayı netleştirmemizi ‘gündem değiştirmek’ olarak tanımlıyorlar. Yahu ya farklılıkları örtmeyeceyik yada örteceyik... farklılıkları açmak yalnızca küçük burjuva solunun işi olduğu, bunun dışında bu işin yapılmasının ‘gündem saptırmak’ olduğu gerçeğini net şekilde öğrenmiş olduk. Küçük burjuva sol size kendi yayın organında rejimle işbirliği yaptığını, senin garantörlüğü savunduğunu falan yazdığında bu farklılıkların üstünü açmak olarak nitelendirilecek, bunun cevabı ise ‘gündem saptırmak’ olarak adlandırılacak, alın size bir küçük burjuva sol gevezeliği daha...

Hatta o kadar ileri gidiyorlar ki sanki de dalga geçer gibi 35 bin kişinin kendilerinin emperyalizme çanak tutmak olarak adlandırdıkları ‘çözüm ve AB’ sloganı çerçevesinde alanlarda haykırmasını görmemezlikten gelip bizim eleştirilerimizin ne zaman başladığını sorgulayıp ‘diğer tüm siyasetler tamamen iflas etmiştirler’ gibi bir kibirlilikle teoriler üretebilmekteler.[vi] Hatta bizim yapmaya çalıştığımızı kendilerinin ‘tüm diğer gençlik örgütlerine karşı siyasi üstünlüğünü gizlemek’[3] olarak tanımlama yeteneği bile gösterebiliyorlar. Bir kez küçük burjuva sol kendini dev aynasında görmeye gelsin, bütün küçük dağları kendilerinin yarattığına o kadar kendilerini inandırırlar ki işte böyle ukalaca laflar bile edebilirler. Ne diyelim belki gerçekleri zamanla görüp algılamaları gelişebilir diye düşüneceyik ama mücadele tarihi daha önce de belirttiğimiz gibi bizlere, küçük burjuva solunun tüm yenilgi ve yanılgılarına rağmen kendilerince ‘zafer kazanmaktan’ geri durmama tarihi olarak kendini tekrarladığını öğretmektedir...

Uzlaşma(sız) politik hat her zaman en doğru olan değildir

AB süreci ile ortaya çıkacak veya kuzeydeki kapitalizm yerli işbirlikçileri ile yapılacak iş birlikleri konusunda kimi keskin solcular tarafından hemen mahkum edilerek çeşitli haber ve dökümantasyonla tavırlar netleştirilmişti. Özellike 90 kusur örgütün birlikteliğine çok kızan küçük burjuva sol bu konuda herkesin hata yaptığını ilan edebilecek kadar ileriye gidebilmişti...

O zaman bu konu ile ilgili küçük burjuva solu için hain olabilecek bir ustadan alıntılar yapalım:

“Önceden elini kolunu bağlatmak, şu anda bizden daha iyi silahlanmış olan bir düşmana yüksek sesle onunla savaşıp savaşmayacağımızı söylemek, ne zaman savaşacağımızı ilan etmek ahmaklıktır, devrimcilik değildir. Savaşın düşman için elverişli olduğu açıkken, savaşın bizim için elverişsiz olduğu besbelli iken, savaşı kabul etmek bir cinayettir ve bizim için elverişsiz olan bir savaştan kaçınmak için "zikzaklara, anlaşmalara ve uzlaşmalara" başvurmayı bilmeyen devrimci sınıf siyasileri beş para etmezler.” [4]

Yoksa Lenin de mi yanılıyordu yada büyük ustanın beş para etmez dediği bizim küçük burjuva solcularımız mı?

Bizim küçük burjuva solcularına logo yanına bir alıntı önerelim ki yazı yazanlar bu alıntıya bakıp bakıp yazabilsinler:

“Bizim teorimiz, bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur, demişlerdir Marx ve Engels; ve Karl Kautsky gibi Otto Bauer ve ötekiler gibi "patentli" marksistlerin en vahim suçu, proletarya devriminin en hayati saatlerinde bu gerçeği anlayıp uygulayamamış olmalarıdır” [5]

Şimdi büyük usta bugünlerde yaşasaydı Kautsky’nin yanına bizim küçük burjuva solcularını da eklermiydi bilinmez ama bilinen Marxist teoriyi ortodox bir çizgide, değişimi ve gelişimi anlamadan, dogma olarak kabul edenlerin bugün yaşananları algılaması herhalde çok da kolay değildir.

“Onların gözünde, Brest-Litovsk Barışı, ilkelere aykırı olan ve devrimci proletarya partisine zararlı olan emperyalistlerle bir uzlaşmaydı. Gerçekten de bu barış, emperyalistlerle bir uzlaşmaydı, ama koşulların zorunlu kıldığı bir uzlaşmaydı.

Bugün Brest-Litovsk Barışını imzalamakla izlemiş olduğumuz taktiğe karşı çıkışları, örneğin "devrimci-sosyalistler"in hücumlarına benzer karşı çıkışları duydukça, ya da Lansbury yoldaşın, görüşmemiz sırasında "İngiltere'deki sendika liderlerimiz de, bolşevizm için uzlaşma caiz olduğuna göre, bizim için de öyledir diyorlar" yolundaki sözleriyle karşılaştıkça, kendilerine ilkönce şu basit ve "halkın anlayacağı" kıyaslamayla cevap veriyorum.

Diyelim ki, otomobiliniz silahlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı, otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda şüphe yok. "Do ut des", sana paramı, silahlarımı, arabamı "veriyorum", bana canımı "veresin diye". Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın "ilkelere aykırı" olduğunu iddia edemez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silahları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalizminin haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı.

...

Varılacak sonuç açıktır: "ilke olarak" her türlü uzlaşmayı reddetmek, genel olarak her türlü uzlaşmayı gayrimeşru saymak, ciddiye bile alınamayacak çok güç bir çocukluktur. Devrimci proletaryaya yararlı olmak isteyen siyaset adamı, uzlaşmaların reddedilmesi gerektiği durumları, bunların oportünizmi ve ihaneti ifade ettikleri somut durumları iyi ayırdetmesini bilmeli böyle somut uzlaşmalara karşı en sert ve keskin eleştirisini yöneltmeli, bunları amansızca suçlamalı, bunlara karşı amansız bir mücadeleye girişmeli ve ne sosyalizmin "işgüzar" eski yolcularına, ne de parlamenter laf ebelerine, "genel olarak uzlaşmalar" konusunda söylevlerle omuzlarına yüklenen sorumluluktan kaçmalarına fırsat vermemelidir.

...

Uzlaşma vardır, uzlaşmacık vardır. Her uzlaşmanın ya da uzlaşma çeşidinin durumunu ve somut koşullarını tahlil etmesini bilmelidir.”[6]

Bu küçük burjuva solcuları için Lenin herhalde emperyalizmin çıkarlarına çanak tutan bir burjuva demogogudur yada Lenin için bizim küçük burjuva solcularımız ‘çok güç bir çocukluk’ yapmaktadırlar, bu ayrımı anlamak çok da zor olmasa gerek...

Uzun sözün kısası, taktik ve stratejileri birbirine karıştırıp sonra da gazetelerinde büyük büyük laflar edip emperyalizme çanak tutmak olarak 35 bin kişinin rejime karşı ‘AB ve çözüm’ temelindeki mücadelesini karalamak herhalde bu alıntılarda da vurgulandığı gibi Marxizmi dogma olarak kabul edenlerin ortaya koyduklarını kendilerinden başkasının anlayabileceği bir durum değildir. Onlar hala 1920lerin 30ların Enternasyonelinin belgelerini yayınlaya dursunlar yaşam devam etmekte ve mücadelenin dökümanları çoğalmaktadır. Ama Marxizm teorisini durağan kabul edenlerin bunu anlama yetenekleri olmadığından herşeyi belli şablonlar içine oturtarak ‘AB ve çözüm’ istemenin burjuva temelli bir düşünce istenci olduğunu iddia edebiliyorlar. Hatta bunu Lenin’e rağmen yapabilirler...

Küçük burjuva sol örgütle birlik ve farklılıklar üzerine

Onların farklarını ortaya koymaları gibi bu farkı derinleştirmek de karşı tarafın hakkıdır. Bu farkın derinleşmesi sonrası hareketin dışına düşünce de kendi gazetelerinde büyük büyük laflar edip kavgayı isimler üstüne yıkmak da gene küçük burjuva sol oportünist felsefenin tarzıdır. En kolay olan bireylerin kişiliklerine saldırmak, siyasi çizgiyi bu yöne çekmektir. Ama biz, küçük burjuva solcularının bu oyununa gelmeyeceyik ve siyasi mücadeleyi kişiselleştirmeyeceyik...

Küçük burjuva sol yazılarında herşeyi birbirine karıştırıp, olmadık durumlar yaratarak kendi hatalarının içinden çıkmaya çalışıyor.

Bize legalite/illegalite dersi de verenlerin halleri de bir hoş... Kendi yayın organları da legal bir yayın ama gazetenin yarısı imzasız veya kod adıyla çıkıyor. Eleştiri konusunun odağındaki şahıs sanki gençlik örgütleri arasındaki hiçbir toplantıya katılmamışcasına düşüncelerini ‘Parka’ adlı köşesinin arkasına sığınarak yaparken ve biz bu saklanmaya saygı gösterirken, küçük burjuva solcularımız bu metnin yazarının adının geçtiği 2 yazıyı büyük büyük laflar ettikleri ‘legal’ gazetelerinde yayınlamalarının ne anlama gittiğinin ise teori parçalamaları ile yapıyorlar. YBH Gençlik imzası ile yapılan eleştiriye bu metnin yazarının ismini kullanarak cevap vermenin açıklamasını, ‘her hareket bir isimle anılır’ gibi komik cümlelerle yapıyorlar. O zaman legel gazetedeki kod adlı yazı yazan adı geçen gençlik örgütü temsilcisinin yapılacak eleştirilerde adıyla anılması gerekmez mi? Eğer anılacaksa ki bütün gençlik örgütleri arasındaki toplantılara Eylül ayından beri tam yetkili olarak katıldığı için tartışmaların merkezindedir, o zaman ‘legal’ bir gazetede kod adı ile yazı yazmanın mantığı nedir? Aslında cevabı basittir, küçük burjuva solun teorisi kendi yaptığı herşey ‘devrimci’ ayni hareketin başkası tarafından yapılması da ‘burjuva siyaseti’dir.

Küçük burjuva solunun diğer ilginçlikleri ise, beş on tane örgüt ve gazete kurup hepsinin kurucuları kendileri oluyorlar, ayni kişi bir dönem bir örgütün başkanı diğer zaman başka örgütün Merkez Komite üyesi oluyor, uzun dönem diğer örgütünün gençlik temsilcisi olarak toplantılarına katılanlar aniden falanca partinin Merkez Komitesi gençlik sorumlusu oluyor ama diğer gençlik örgütleri ile yapılan ortak toplantıları basarak bu arkadaşlar ‘biz hepsimiz ayrı ayrı örgütüz, bizi ayrı ayrı değerlendirin’ diyebilmeleridir. Bunun da anlamı ahlaklı devrimci siyaset oluyor. Siyaset öğretmeye çalışanların aslında siyasette önce dürüstlüğün önemli olduğunu öğrenme zamanları çoktan gelmiştir.

Birlik konusunda küçük burjuva solun kendi oportünist çizgisini dayatması da ayrı bir tartışma konusudur. Birlik, iş ve güç birliği, üzerinde uzlaşılan bir taktik için ortak hareket etmeye karar verenler tarafından yapılır. Teorik olarak ‘çözüm ve AB’ konusunda emperyalizmin çıkarlarına çanak tutmak, ‘çözüm ve anlaşma’ taleplerini de emperyalistler çözemezler diyerek teoriler üretenler, bu düşüncelerin ve sloganların birliğin omurgasını oluşturduğu güç ve iş birliği içinde yer almaları ahlaklı değildir. Bu bizim düşüncemiz değil, gene hain burjuva demogog Lenin söylemiş hemde Marx’dan alıntı yaparak:

"İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir." Teorik kargaşalık döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara "gözünüz aydın!" demeye benzer. Üstelik Marx'ın bu sözleri, içerisinde ilkelerin formülasyonundaki seçmeciliği şiddetle mahkum ettiği, Gotha Programı[7] konusunda yazdığı mektuptan alınmıştır. Eğer birleşmek zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marx, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik "ödünler" vermeyin. Marx bu düsüncede idi, ve hâlâ aramızda -onun adına- teorinin önemini küçümseme yolunu arayan kimseler var!”[8]

Yoksa Lenin bahsettiği Marx’ın düşüncelerini küçümseyen demogoglar bizim küçük burjuva solcular olmasın?...

Küçük burjuva solun teorileri üzerine

“Demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi olarak vatandaşların çoğunluğunun istek ve taleplerine uygun hareket etmeyi kendine temel alan KIBRIS SOSYALİST PARTİSİ”[9]

Yani bu cümleden de herkesin anlayacağı gibi KSP kitle kuyrukçusu bir siyasi oluşumdur. Tamam da, kitlelerin ‘AB ve çözüm’ talebinin emperyalizme çanak tutmak olarak karalanması acaba KSP’nin kendi programı ile çelişmesi olarak mı okunması gerekir?

“Kıbrıs işçi sınıfının bölünmüşlüğüne son verecek en önemli adımın, emperyalistler arasında da olsa, bir barış ve uzlaşma olduğunun bilincinde olarak, KIBRIS’TA KAYITSIZ ŞARTSIZ BARIŞ, HEMEN ŞİMDİ! talebinin gerçekleştirilmesi acil talep olarak önümüzde durmaktadır.”[10]

Bu yazılanlardan ortaya çıkan net görüş KSP’lilerin kendi programlarını dahi okumadan politika yapmalarıdır. Çünkü diğer türlü düşünülmüş olsa idi, KSP’nin bugün ortaya koyduğu taktikler çok farklı olurdu. Ama bugün teorisi ve pratiği bu kadar net çelişen bir siyasi oluşumun rejime karşı mücadeleye ne kadar katkı sağlayabileceği ayrı bir tartışma konusudur.

Gerçi yazılanların da fazla bir ifadesi yoktur. Her siyasi oluşumu kendi kendilerine verdikleri şatafatlı ünvanlarla değil yaşamdaki yerleri ile değerlendirmek gerekir.

Diğer türlü birlik konusunda ortalıkta dolanıp büyük büyük laflar edenlerin bu açıklamısını anlamak kolay olmazdı:

“KSP dışındaki diğer sol adına hareket ettiğini söyleyen örgütlerin rejimle barışık yaşama arzuları, ülkemiz üzerinde hakimiyet kavgası veren güçlerle kol kola hareket etmeleri sonucu aramızdaki fark ortaya çıkar.” [11]

İki toplumlu etkinlikler ve küçük burjuva solun teorik sefaleti

İki toplumlu etkinlikler 90lı yılların başında yoğunlaşarak bugünlere geldi. Öncesinde çok fazla kitleselleşemeyen, koşullardan dolayı çok verimli olamayan ya da kimi sembolik toplantıların ilerisine geçemeyen bazı etkinlikleri saymazsak iki toplumlu etkinlikler 80lerin sonunda, 90ların başında sistematik olarak başladığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Her dönemde bu etkinlikleri sürdürenlere karşı bombalamalar dahil her türlü saldırı yapılmıştır. Bu etkinliklere katılanların isimleri de rejimin işbirlikçisi sağ çevrelerin gazete ve dergi sayfalarında yayınlanarak saldırı amaçlı hedefe konuldular.

İsim listesileri yayınlamanın başka mantığı olmasa gerek... Çünkü isim yayınlamanın mantığı yada teorisi başka bir şey değildir. Bu yüzden bizler haber yazarken bu etkinliklere katılan delegasyonun isimlerini eğer özel bir durum yaratacak koşullar yoksa yayınlamayı uygun görmüyoruz. Çünkü kimlerin toplantıya katıldığı okuyucunun çok da ilgisini çekecek bir haber değeri taşımaz. Etkinliğin içeriği ve buna bağlı etkinlikler dışındaki detay yalnızca bu etkinliği ‘saldırı’ amaçlı kullanmaya çalışacaklara verilecek bir fazla detaydan başka bir anlam içermez.

Yapılan araştırmaların da Lenin’in ‘Ne Yapmalı’daki kıyasıya eleştirdiği ‘eleştiri özgürlüğü’ gibi terimin arkasına sığınıp bu etkinliklere katılanların çarşaf çarşaf gazetelerinde yayınlanmasının ‘büyük teorisi’ni anlamak da herhalde yalnızca küçük burjuva soluna özgüdür...

Kıbrıslı, Volkan ve Aydınlık gazetelerinden çok önce büyük büyük laflar eden gazetelerinde bu haberin yada araştırmanın yayınlanmasının teorisini ‘tüm toplumun büyük bir merakla beklemekteydi acaba bu etkinlere kimlerin katıldığını’ şeklindeki açıklamayı acaba bizim küçük burjuva solcularımız bizimle dalga geçmek amacıyla mı yazdıklarını hala anlayabilmiş değiliz. O zaman Volkan, Kıbrıslı ve Aydınlık gazetelerinin de bu isimleri yayınlamasının toplumun merağını gidermeye yönelik bir yayın olarak mı algılamaktadırlar?

Hade son bir soru da soralım, bu etkinliklere küçük burjuva sol niçin katılmak istiyor? Yoksa yayınlayacağı isim listelerini birinci elden almak mı istiyorlar? Zahmet etmesinler çünkü rejimin uşakları onların görevini yapmakta ve faşist yayınlarında bunları hergün ‘toplumun merağını gidermek için’ yayınlamaktadırlar...

Küçük burjuva sol temsilcileri yayınlarında bunların kaynaklarını ‘burjuvazinin kendi bastığı bilgiler’ diye nitelendiriyorlar. O zaman kaynakları açıklamaktan çekinmeden bu yayınları da bu ‘araştırma’ (yada bu isimlerin yayınlanmasına başka isim takmak isteyen varsa bunu bu ‘araştırma’ kelimesi yerine kullanabilir, bizim kullandığımız kelimelerden küçük burjuva solcuları fazlası ile alınmaktadırlar) metninin altına eklenmelidir ki bizler de bu basılı kaynaklara ulaşabilelim. Yoksa bunların açıklanması sakıncalı mı?

Son söz yerine

Bir süredir sürdürdüğümüz küçük burjuva sol ile ilgili polemiğin devam etmesi bugünün gündemi değildir. Küçük burjuva sol ortaya koyduğu rejimin değişimine karşı tavrı ile kendi kendini hareketin dışına itmiş, bizler de bu farklılığın derinleştirilmesi konusunda kararlı çalışmalarımızı yürüttük.

Ayrılık her zaman kötü değildir. Öyle olsa Yazın Emekçileri Derneğini (YED) tasfiye edip kendi dogma yapıları ile YED’in yayın organı olarak çıkan bir gazetenin çıkarılmaya devam edilmesi sonrası diğerlerinin ‘ayrılmaları’ yada tasfiyeleri de kötü bir şey olurdu herhalde...

Bu süreçle ilgili ‘tasfiye’[vii] edilenlerin yayın organları Uyanış Dergisinde yeterli yazılar mevcuttur. Farklılıklar karşısında ayrışmayı kendi yayın organlarının ilk üç dört sayısında uzun uzun yazılarla açıklayanların, bu yeni süreçteki ayrışmayı ‘aforoz edilmek’ olarak tanımlaması da onların kendi duruşlarındaki tutarsızlığı ortaya koyar...

Süreç hızla ilerlemektedir. Rejime karşı mücadele hızlı bir şekilde ivme alırken, kitlesel hareketteki taktikler de berraklaşmaktadır. Bunun dışında olanlarla olan ayrışma da elbette keskinleşecektir çünkü hareketin kendi içine dönüp anlamsız tartışmalar yapacak boş vakti yoktur.

Bu bakımdan bugünkü mücadele de, taktiklerde uzlaşanlar tarafından birlikte devam edecektir. Küçük burjuva solun bundan çıkaracağı ders kimin daha birlikçi olup olmadığı değil kendi üretimi olan büyük büyük laflarla bezenmiş taktiklerini gözden geçirmektir...

Yoksa küçük burjuva sol 35 bin kişinin rejime karşı ‘AB ve çözüm’ talebi çerçevesindeki mücadelesini emperyalizme çanak tutmak olarak nitelendirmesini doğru mu saymaya devam edecek? Öyleyse çanak tutucularla ayrışma niçin kötü olsun ki?


[1] Bu yazı 10 Aralık 2002 tarihinde, Eylül ayından beri farklı gençlik örgütleri ile süren güç birliği sürecinin sonunda YBH Gençlik tarafından ‘KSP’nin son süreçteki tavırları üzerine YBH Gençlik’in tavrı’ başlığı ile bir rapor hazırlanması ve bazı örgütlerle ilişkilerini askıya almasının yazılı olarak yalnızca ilgili gençlik örgütlerine bildirilmesi üzerine Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek Gazetesinin 85 ve 86 sayılarında Murat Kanatlı ve siyasetin abcsi’ ve ‘Murat Kanatlı ve YBH Gençlik’ başlıklı yazılar üzerine yazılmıştır. YBH Gençlik’in hazırladığı raporun tartışmaların odağına oturtulması nedeni ile internette de YBH Gençlik’in sitesinde de yayınlanmıştır. (http://www.yenicag-net.com/ybhgenclik/%20ksp_uzerine.htm)

[2] Anti-Dührin, Friedrich Engels, Sol Yayınları yada http://www.kurtuluscephesi.com/marks/antiduhring.html

[3] Murat Kanatlı ve YBH Gençlik, Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek, Aralık, sayı 86,

http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/makale/makale86.htm#ybh

[4] Komünizmin Çocukluk Hastalığı, “SOL” KOMÜNİZM, sol Yayınları, Syf 73

[5] ‘Sol’ Komünizm syf67

[6] ‘Sol’ Komünizm syf24

[7] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi. "W. Bracke'ye Metnin Sunuluşunda Marx Tarafından Yazılan Mektup - 5 Mayıs 1875", Sol Yayınları, s. 20.

[8] Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları

[9] Kıbrıs Sosyalist Partisi Programı

[10] age

[11] Kıbrıs Sosyalist Partisi Genel Sekreteri Mehmet Süleymanoğlu’nun ‘KSP kuruldu’ başlıklı bildirisinden


Açıklayıcı Notlar

[i] Aslında küçük burjuva sol, bu konuda ara sıra kendi gazetelerinde ilginç tesbitler de yapmaktadırlar. Uzun süredir ‘Anti-emperyalist Birleşik Halk Cephesini’ ağızlarında sakız yapanlar, Kıbrıs’ın kuzeyinde bunun kabul görmediğini utangaçca da olsa itiraf da etmektedirler. Buna rağmen gene de kendilerinin haklı olduğunu ısrar etmekte de hiçbir sakınca da görmezler...

“Buraya kadar iyi güzel de Kıbrıs’ta KSG’nin bu siyasetini benimseyen ve birlikte bu siyaset doğrultusunda çalışmak isteyen parti veya örgüt yoktur.” (Tekrar etmekte yarar görüyoruz..., Elif Kara, Kasım 2002, sayı 83) http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/makale/makale83.htm#tek

[ii] Daha önce de yapılan saldırılara internette yazılan yazılarla yanıtlar verilmişti. KSG ve Ekim Gençlik üzerine ve Kendini tekrarlarken tüketen sol üzerine yazıları bir önceki sürecin tartışma konularıydı. Küçük burjuva sol terminolojiyi hala daha ‘kendince’ kullanmaya devam ettiği açıkca görülmektedir.

[iii] Küçük burjuva sol, bugünlerde övgüler düzüp, iktidar alternatifi olarak gösterdiği ‘Bu Memleket Bizim Platformu’(BMBP)nun aslında Ulusal Halk Hareketi (UHH)’dan farkının ayrıntıdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri gidebilmişti. Bu iddia sonrası bugün, iktidarı BMBP için talep edenlerin bu çelişkisi yazının tümünde de görüldüğü gibi küçük burjuva solunun bulunduğu ideolojik sefaletinin konumunu net olarak ortaya koyan örneklerden biridir...

“Bu nedenle Rejimin açık savunucusu UHH ve bilmem kaç örgütün yarattığı blok ile sistem içinde "çözüm ve AB " diyenlerin farkı sadece bir ayrıntıdır.” (Onların varsıllığı, bizim yoksulluğumuzdur!, Başyazı, Eylül 2002, sayı 78) http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/basyazi/basyazi78.htm

Küçük burjuva sol, ideolojik sefaletini yalana dayalı yorum ve açıklamalarla desteklemeyi kendince haklı görmektedir:

“Bir kere herkes açıkca bu sistemi desteklediğini belirtmemeli. Bir kısmı taraf iken diğer bir kısmı da muhalif rolünü üstlenmeli. Bir sistemi değiştirmek için onun yerine başka bir sistem getirmenin şart olduğunu bilenlerin gözlerinin içine baka baka sistemi değiştirmekten bahsedebilirsiniz. Sadece lafta ama. Pratikte bunun tersini yapmak şart. Bakın CTP, TKP ve YBH'ya göreceksiniz, öğreneceksiniz. Şükrancılara muhalefetiz diyerek Türkiye'nin garantörlüğünün devamını talep etmek az mı öğünülecek iştir. Biz halkın emekçinin yanındayız diyerek, halkla emekçiyle çıkarları 180 derece zıt olan ticaret burjuvasının yolunda yürümek her sistem muhalifinin yapabileceği iş değildir. En önemli işlerden birisi de, belki de en zor olanı bu, "saman altından su yürütme" işidir. Halkın yanında olmadığını anlamamalarını sağlama işi. Hem BMBP'nda, bu memleket bizim, biz yöneteceğiz diyenlerin arasında olmalısın hem de ticaret odası gibi memleketi kimin yönettiği ile ilgilenmeyen, sadece cebini doldurma yarışı yapan bir kuruluşla da birlikte çalışacaksın.

...

Gerçekten sistemin devamını sağlamak tahmin edebileceğiniz gibi hiç de zor olmasa. Bireyciliği örgütlülüğün önüne çıkardınız mı tamamdır. Açıktan yapmanıza da gerek yok, var gibi gösterin. İşte en güzel örnek BMBP. 41 tane örgüt birarada!!! Ara bölgeye gidip bazan Annan'a mektup bazan da güvercin uçurursunuz kimse sizin kimin için çalıştığını anlayamaz.” (Bir de böyle... , Londra Mektubu, Elif Kara, Eylül 2002, sayı 78)

http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/londramektubu/londramektubu78.htm

Bir yandan birlik üzerine büyük büyük laflar edip, kendinin en büyük birlikçi, geride kalanların ise birliği bölmeye çalışanlar olarak yazılar yazacaksın, diğer taraftan yayınladığın gazetede birlik yapmak istediğin siyasi oluşumlara bu şekilde ‘eleştiri’de bulunacaksın... Eğer görüşleri buysa niçin birlik? Eğer bunlara gerçekten inanılıyorsa niçin BMBP için iktidar talep ediliyor? Küçük burjuva solunun bu çelişkilerini anlamlandırmak çok da kolay değildir. Ancak ötesinde yalana dayalı açıklama ve yazılar hiçbir sol tartışma platformunda kabul edilemez. Eğer bir iddia ortaya konuyorsa, isbatı da iddia sahibine aittir. Yukarda Elif Kara’nın makalesinde YBH’nın garantörlüğü savunduğu iddia edilmektedir. Küçük burjuva solla ilişkileri dondurma sürecinde YBH Gençlik’in ısrarlı sorularından biri olan, ‘YBH’nın garantörlüğü savunduğu ile ilgili belge nerde?’, ‘YBH rejimle nasıl işbirliği yapıyor?’ sorularını burdan bir kez daha sormanın yararı olur mu bilinmez çünkü küçük burjuva solunun propaganda methodu yalnızca yalana dayalı iddia atıp, sonrasında sorulan sorulara yanıt vermeme geleneğine dayanmaktadır.

[iv] Küçük burjuva sol, YBH Gençlik’in 10 Aralık tarihinde ortaklaşa hareket eden gençlik örgütlerine bir rapor göndererek, küçük burjuva sol yapılarla ilişkileri askıya aldığını açıklamıştı. (http://www.yenicag-net.com/ybhgenclik/%20ksp_uzerine.htm). Bu gelişme üzerine KSG’nin 85. sayısında KSG ve Ekim Gençlik imzası ile “Murat Kanatlı ve Siyasetin ABC’si...” başlıklı bir yazı yayınlandı. Elektronik formatta konan tepkilerimiz üzerine de 86. sayıda “Murat Kanatlı ve YBH Gençlik” başlıklı bir yazı daha yayınlandı. Tartışmayı kişileştirmeye çalışanlara yanıt yazının devamında verilmiştir. Ama bir ekleme daha yapmak okuyucunun küçük burjuva solunun çelişkisini görmesi, ‘kendi yaparsa haklı, karşı taraf yaparsa haksız’ çalışma methodunun küçük burjuva solun geleneği olduğunu anlaması yönünde yararlı olacaktır. Aşağıdaki alıntı 96 yılında Yazın Emekçileri Derneği (YED) imzası ile girilen bir polemikte Uyanış Dergisinde Derviş Okan’ın yazısı üzerine yazılmıştı:

“Arkadaş kişilerle değil de savundukları görüşlerle uğraşsa hem kendine, hem derneğimize ve hem de devrimci harekete daha yararlı katkılarda bulunacağına inanıyoruz” (Güneş Balçıkla Sıvanamaz, YED Yönetim ve Yazı Kurulu Ortak açıklaması, Nisan 1996, sayı 3)

Bu alıntıda adı geçen eleştiri yazısında Derviş Okan kimi ciddi tesbitlerde de bulunmaktaydı. Okan yazısının girişinde daha sonra YED Genel Kurulunda seçilemeyen ama gene de gazeteyi sahiplenen(!!!) küçük burjuva temsilcilerine karşı ciddi bir tavır almıştı.

“Yazın Emekçileri Derneği’nin yayımladığı Sosyalist Gerçek gazetesinin ilk sayısına gönderdiğim bu yazının hiçbir yerde yayımlanmasını istemezdim ama, Dernek Yönetim Kurulu’nda ve Yazı Kurulu’nda bulunan arkadaşların yazıya karşı takındıkları tavır, bu yazının yayınlanmasını gerekli kılmıştır.” (Artık Bölünerek çoğalmak istemiyoruz..., Doğrusu Budur, Derviş Okan, Uyanış Dergisi, Mart 96, sayı 16)

Yazının devamında Okan:”görevi antifaşist- antiemperyalist- antişovenist demokrat, devrimci ve sosyalistleri çatısı altında toplamak olan derneğimizin Yönetim Kurulunun Gazete çıkarma olayındaki katılımcılığı hiçe sayarak ve üyelerini sürece katmayarak zaten cılız olan devrimci hareketi bölme riski taşıyan tekkeci tavırlarını kınarım” diye yazmıştı. Geçmişten günümüze aslında değişen çok fazla şeyim olduğunu söylemek hatalı olur.

[v] “Küçük burjuva sol, son olarak:

“Ulusal “sol” ise ABD ve AB emperyalistlerinin tezgahladıkları planlara kurtuluş olarak sarıldılar. Hedef “çözüm ve AB diyerek emperyalist çözüm planlarına çanak tuttular.” (Umut tacirliğine son, Başyazı, Aralık 2002, sayı 85) http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/basyazi/basyazi85.htm

Küçük burjuva sol ‘AB ve çözüm’ talebine daha önce de ‘eleştiri’ adı altında değişik yazılar yazıp, bu düşünceyi destekleyenlere saldırmıştı...

“Bu gelişmeler karşısında Çözüm ve AB hayalleri ile kah Ankara'nın kah AB'nin peşinde koşan teslimiyetçi aydınlarımız ve 'sol' derin bir hayal kırıklığı içindedir.Emperyalist tahakküm altında adil bir barış ve hatta AB hedefinin bile oyalamaca olduğunu hissetmeye başlayıp moralleri bozuluyor.Bunca yıldır AB hayalleri kuranlar şimdi "biz bu hayallerin peşindeki hayalperestlermiyiz?" diye kendi kendilerini sorgulamaya başladılar.” (Buyurun cenaze namazına!, Sosyalist Gözlem, Özdemir Göçer, Eylül 2002, sayı 78)

http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/kose/koseyazilari78.htm#sos

“Çözüm ve AB şakşakçılığı yapanlar bilinçli veya bilinçsiz olarak sistemin devamına ve egemen sınıflara hizmet edenler ve sosyalist olduklarını iddia ederek halkımızı kandıranlar umutsuzluk ve çaresizliğe itenler bilmelidirler ki anti-emperyalist mücadele noktasında birleşmedikçe ve anti-emperyalist birleşik Kıbrıs için mücadele etmedikçe ne barış istemenin ne de bu memleket bizim demenin bir anlamı olmaz.” (NEREDE BİRLİK?, K. Genç, Ekim 2002, sayı 80) http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/makale/makale80.htm#bas

Yukardaki alıntılara rağmen ‘AB şakşakçıları’, ‘teslimiyetçi aydınlar ve ‘sol’’ ile birlik konusunda küçük burjuva solunun tavrı gerçekten ilginçtir. ‘AB ve çözüm’ konusunda bu kadar ‘net’ görüşleri olanların, bu düşünceler temelindeki birlikte hareket ile kendilerinin de ‘AB şakşakcısı’, emperyalizmin çanak tutucusu’ ve ‘teslimiyetçi aydınlar ve ‘sol’’ tanımlamalarının kendileri içinde geçerli olacağı gerçeği karşısındaki tutumları da siyaseten küçük burjuva solun iki yüzlülüğünü ortaya koyan ciddi bir örnektir. Küçük burjuva sol bu hareketini birlikte hareket için ne kadar iyi niyetli olduklarının isbatı olarak açıklıyor. Sıfat isminin önündeki dilbilgisi kurallarına göre onu tanımlayan takıdır. Kendileri de ‘AB ve çözüm’ talebini alanlarda savunduklarına göre yukardaki takılar da küçük burjuva solunun isminin önüne gelmesini nasıl önlüyorlar bunu anlamaksa gerçekten güçtür.

[vi] Küçük burjuva solun tavırları anlamaya çalışanlar için gerçekten çok karmaşıktır. Bizlerin ayrışma süreci, ilişkileri askıya alma konusundaki tavrımızı:

“Ülkede sol güçlerin birliğine olan ihtiyaç azalacağına artmakta iken birliği bölmeye çalışmak ne yaptığını bilmemektir. Birliğe hizmet et. Bölmeye değil!” (Murat Kanatlı ve YBH Gençlik) diyerek tavır geliştirenler bundan bir süre önce de safların belirlenmesi çağrısı yapmıştı.

“Siz, mücadele içinde kararlı ve yürekli gençler; Solun değerlerine sarılın. Sömürücülerle kol kola olan örgütlenmelerden kendinizi ayırın.” (GENÇLİK; MÜCADELENİN MOTORUDUR., Başyazı, sayı 79)

http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/basyazi/basyazi79.htm

Ayrılık çağrısı yapanların, ‘sömürgecilerle kol kola’ tanımlaması ile suçlananların ‘kendini ayırma’ hakkına bölücülük diyerek saldırması herhalde küçük burjuva sol siyasetin gelenekselleşen ‘kendi yaparsa hak başkası yaparsa suç’ tavrının yeni bir örneğidir...

[vii] Küçük burjuva sol, terimleri de kendince ve özensiz olarak kullanmaktadır. YBH içinde yaşanan süreç kendini tamamlamadan kimi üyeler istifa etmiş ve yeni bir oluşuma gitmişlerdir. Birilerinin bulundukları görevlerden uzaklaştırmaları tasfiye olarak tanımlanamaz. Ama küçük burjuva sol bunu gönül rahatlığı ile yapabilmektedir:

“Ülkemizde son dönemde yurtseverlerin önündeki en önemli gündem maddelerinden birisi de YBH’daki ayrışmadır. Parti içi siyasi kanatların çatışması ve en nihayet bir kanadın tasfiyesi, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konu.” (İttifak Partisi mi? Partilerin İttfakı mı? , ÇAĞRI , Mehmet Süleymanoğlu, Ekim 2002, sayı 80)

http://www.st-cyprus.co.uk/sayi/kose/koseyazilari80.htm#naz

Ancak benzer süreçten kendileri geçerken bunu büyük büyük laflarla anlatmayı da ihmal etmemişlerdi:

“2. Olağan Genel Kurul, YED’nin ve “Sosyalist Gerçek” gazetesinin geçmiş mücadele ve siyasi-ideolojik çizgisinden farklı bir çizgi ortaya çıkarmıştır. Yeni seçilen Yönetim Kurulu’nun çoğunluğunun ortaya koyduğu çizgi ile YED’nin geçmiş çizgisi arasında derin ayrılık olduğu ortaya çıkmıştır.

...

Yeni seçilen Yönetim Kurulu’na bu çizgiyi erozyona uğratma fırsatı vermeden, bu çizgiyi daha da ileriye götürmek, Kıbrıs sosyalist hareketine yeni bir ivme kazandırmak için YED dışında yeni bir oluşumun gereği ortaya çıkmıştır.

...

Biz, gerek YED’nin bir yıllık geçmişine, gerekse “Sosyalist Gerçek” gazetesinin yayınlanan ilk üç sayısına sahip çıkıyoruz.

...

Bu bakımdan sosyalist hareketler, küçük burjuva siyaset ve hareketlerden arındığı ölçüde güçlenebilir, gelişebilir ve kitlenin beklediği politikaları ortaya koyabilir.” (Başyazı, Mayıs 1996, sayı 4)

Yukardaki alıntıdan da görüleceği gibi KSG geleneği, Genel Kurulda seçilmiş Yönetim Kuruluna karşı yapılan ‘darbe’ sürecine dayanmaktadır. Yazın Emekçileri Derneği (YED) Genel Kurulu’nu beğenmeyenlerin, YED’in geleneğini sahiplenerek geriye kalanları ‘tasfiye’ etmesi gerçeği ortada dururken, YBH’dan birilerinin bulundukları makamdan uzaklaştırılmaları sonrası partiden istifalarının ‘tasfiye’ olarak tanımlaması da çokca altını çizdiğimiz ‘kendi yaparsa haklıdır’ düşünce mantığının yeni bir örneği olarak da okunabilir.

14 Aralık 2002

Düş yolcuğu sürmekte

“Bilinmeyeni beklemek, umut etmeden, merak etmeden beklemek, uyuşturur. Uyuşukluk – umutsuzluk, yorucu olmayan bir duygudur. Oysa insanı yoran ama diri tutan ille de umuttur. (...) Eksik umut, tanımsız umut belirsizliktir. Belirsizlik, uyuşukluktur. Uyuşukluk işte o zaman beyninin bile içine işleyebilr. Beynin, bedenine bile hükmedemez olur. Böyle durumlarda, çare? İnat edeceksin, durmayacaksın. Saçmalasan bile durmayacaksın. Beyninle mücadeleyi sürüdüreceksin. Durduğun an uyuşukluğun tüm bedenini ve bilincini ve vicdanını kapsayacağını bileceksin...” Melih Pekdemir’in bu satırlarını okuduğum ilk zamanlarda hep aklıma takılmıştı. Umutsuzluk, eksik umut muydu bugün yaşadıklarımız diye...

Sabah kalktığımda aklıma dün yaşananlar takıldı...

Aslında dünün özeti, onlarca adlarının önlerinde büyük büyük sıfatları olanlar bizler adına kararlar almak için otururmuştu masa başına ve bizi temsil edememelerine rağmen bir karagöz hacivat oyununda rol alanların baş rollerdeki ihanet oyununu umutsuz gözlerle izlemekteydi sokakta elinde pankartıyla duranlar...

Eylem alanında nehir olup akan umutsuzluk bir anlamı ile belirsizlik ve çaresizlik duygusundan ortaya çıkmaktaydı.

Aslında umut yıkıcı olandır. Umut, her zaman kendine yapılan saldırılar karşısında kendini en yumuşaktan en acımasıza doğru büyüyebilen bir öfkeyle koruyabilen bir davranışların toplamını içinde barındırır. Umut etmek en son noktada isyanı da içinde barındırır.

Halkaların umutları üzerinde hakimiyet kurmak isteyen nicelerinin başı hep düş yolcuları ile belaya girmiştir. Nice kaleler, saraylar ve hanlar onca kaba kuvvetli korumalara rağmen yıkılıp yerle bir edilmiştir.

Nice slogana ve şarkılara konu olmuştur umudun yıkıcı istenci...

“saraylara savaş, kondulara özgürlük” gibi sloganlarla kendini ifade etmiştir...

Meclisin basılması da aslında bu ifadenin bir çeşit dışa vurumuydu. Ancak dün tüm umutlarımıza karşı yapılan saldırıya ve tahribata rağmen sarayın hala üzerinde tek çizik olmaması aslında umutsuzluğumuzun resmidir. Lefkoşa sokaklarında yaşananlardan sonra tek çizik oluşmaması da umutsuzluğumuzun resmidir. Yenilgimizin resmidir. Teslimiyetin ve yenilginin kabulünden geçer rejimin kendini yeniden üretmesi...

Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü Kitabının arkasındakileri bir kez daha altı çizilerek düşünmek gerek: “Totalitarizmin kendini yeniden üretmesi, yalnızca baskıcı ve zora dayalı yöntemlerle değil, bireylerin de sınırlı bir özgürlüğe razı olmasıyla gerçekleşir. Yaratıcılığını zorlayarak özgürlüğünü zenginleştirme çabasına girmeyen birey, var olanla yaşamayı seçer. Bu noktada düzen, bireyin onayıyla ayakta kalıyordur artık.”

Ama asıl sorun olan sokaktakinin umutsuzluğu değildir. Asıl yenilgi hali sokağın kaybedilmiş olması da değildir. Asıl sorun geleceği kurmak için yola çıkanların yenilgiyi kabulüdür.

Biz solcuyduk ve anne bak kral çıplak diyenlerin, gecenin karanlığında bir mum yakarak katran karası gökyüzünü aydınlatanların bugünkü temslicisi olduğunu iddia edenler nasıl oldu da yenildik?

Hani bize ütopyacılar derlerdi?

Hani biz bir umudun peşine takılıp yaşamlarını bile hiçe sayanların öyküsünü okuyup onlar gibi olabilmenin hayalini kuranlardık?

Hani bize yüz yıllardır hayal kuruyorsunuz diyenlere inat Paris Kömünü yaratanların, Sovyetler Birliğini inşaa edenlerin, Arjantinli doktor olup Küba devrimi sonrası bakan olmasına rağmen umudu için Bolivya dağlarında yeni bir yaşam mücadelesinde, bir düş yolcusuyken, öldürülen Che’nin bugünüydük?

Düşlerimizin büyüklüğü kadar özgür, hayal kurabildiğimiz orada da güçlü olduk. Ütopyalarımızla birlikte geliştik ve en imkansızı başaranlarda hep bizler olduk...

Yoksa sen Vietnam’da Amerikan ordusunu silahların mı alt ettiğine inanlardansın? Yoksa Amerikanın burnunun dibindeki Küba Devrimini beş on gerilla ile başarıldığına inanlardan mısın? Sence Chiapas dağlarındaki Zapatistalar bir grup silahlı çete mi?

Düş devam ediyor, kimi düş yolcuları yolda ayakları takılıp düşse de...

Yolda kalanlarla uğraşacak ne zamanımız ne de onlara ihtiyacımız var. Onlar kendi umutsuzlukları ile baş başa kendilerini tüketebilirler.

Düş yolcuğu kimseyi bekleme lüksüne sahip olamadan sürmektedir. Her yüzyılda ve her coğrafyada olduğu gibi onu yargılayanlara, ona sövenlere ve onu yok sayanlara rağmen düş yolculuğu sürmektedir...

Siz, umudunuzun düşmanlarının ağızlarından çıkan çürümüş bir ceset kokan umutsuzluk mesajlarıyla bir an duraksayan ama takılıp kalmayanlar, yol asla yürünmeden bitmez, yürümek gerek, önümüzde uzun bir bir yol ve yapılması gereken birçok şey var...

Ey rejiimin resmi ve resmi olmayan sözcüleri; herşeye rağmen düş yolculuğu kesintisiz sürmekte, saraylarınızı sıkı korumaya alın elbet bir gün orda olamayacaksınız...

12 Kasım 2002

Godot kırmızı başlıklı kızla kaçtı artık hiç gelmeyecek!

Herkes bir umutsuzlakla beklemekte. Hiçbirşey yapmadan beklenmekte ve neyi ve kim için beklendiği bilinmeden beklemekteyiz. Samuel Beckett’in iki karakterinden bile daha kötü bir ruh halinde Godot’u beklemekteyiz. Godot gelmeyeceğine o kadar kendimizi alıştırdık ama beklemeye o kadar da yabancılaştık ki, gelmeme düşüncesi üstüne ama bekleme umuduyla zamanı öldürmekteyiz.

Annan planlar sunmuş yada sunmamış. Kahve sohbetlerinde üstüne soğuk sular içerek kaçak konuşmalarla tartışmaktayız. İki hafta önce kapımızın önünden geçen tankların paletlerinin çıkarttığı gürültü boğmuştu sesimizi, 2 hafta sonra gene bayramlık olarak sokaklarında tanklar yürüyecek o yüzden alçak sesle beklemekteyiz Godot’tu.

‘ne ulan demokrasi olmadığını mı idda ediyorsuz’ edalı kibarca uyarılarla küçük harflerle konuşmaya alıştırıldık, aralık ortasından sonra başka bir yaşamda olma ihtimali bile en azından cümle başlarında büyük harf konuşma ihtimalini doğuramıyorsa ne zaman konuşmak gerek?

Erotik çıplak kral öyküsündeki çocuk kadar cesareti olmayanların ortalıkla çırımçıplak dolaşanları defile varsaydığı günlerden geçerken, suskunlukların bedeli karşılığı gelecek ne kadar hak ediliyor?

Susmak kabullenmekse bizim yaptığımıza ne demeli yada hangi kelime ile ödüllendirmeli?

Bizim adımıza konuşan yatak döşek hastanede yatarken onun yerine başka bir ülkenin hatta yitik ülke bile denebilir adına, baş şehrinin temsilcisinin bizim adımıza konuşmasına on onbeş anlamını çoktan yitirmiş kelimeleri yan yana getirme başarısı göstermekten başka ne yapmışlığımız vardı ki Godot gelse ondan fazlasını yapmasını bekleyelim.

Sokaklarında her ay en az iki kez tankların dolaştığı başka barış dolu ülke var mıdır acaba?

Yada sırf tanklar geçecek diye üretimin durabildiği başka gerçek ülke var mıdır acaba?

Ama asıl soru bunca yaşanmışlığa ve acıya rağmen susabilen başka insan topluluğu var mıdır acaba?

Adamın biri bunca yıldan sonra kapsamlı öneri sunmuş şimdi kim rahatı bozup hak hukuk diye bağırabilir ki, nasıl olsa Godot gelecek ve herşey çok daha güzel olacak.

Samuel Beckett’in okuduysanız Godot gelmeyeceğini düşünebilirsiniz ama bu ne kadar doğrudur ki?

Siz kendinizi onun gelmeyeceğine o kadar inandırdınız ki, bir gün gelebilme ihtimali üzerine ama gelmeyeceği bilinci ile yaşamı kuruyorsunuz her ay sokaklarından geçen tankların paletlerinden çıkan gıcırtılardan oluşan müthiş melodiler eşliğinde.

Ey insanlar, size kötü haberim var, Godot kırmızlı başlıklı kızla kaçtı artık hiç gelmeyecek, krala çıplak iftirası atan haylaz da saraya danışman atandı kendize başka kahramanlar bulun, onları beklemeyin hiç gelmeyecekler...

28 Eylül 2002

Beklenmeyen

Kimi zaman öyle anlar gelir ki, olmadık yerde yada zamanda çıkagelir beklenmeyen bir konuk.

Kimi zaman uzun süreli konukluğu ile gelir, kimi zaman da anlık bir konukluktur. Her biri, konuk olmak için çıkıp gelenin, yüreğinin tüm kırıkları ve bilincinin dip odalarında sakladıkları ile toplayıp düşlerini tek insanlı yaşamdan çoğul insanlı yaşama taşınma olasılığını da içinde barındırın.

Herşeye rağmen beklenmeyenin anlık konukluğunda yaşanan, dokunmaya dair hisler, uzun zamandır alınamayan kokuların tüm odaya sinmesi ve gözlerdeki, herşeyi bu kadar kısa sürede yaşayıp düşün(me)me şaşkınlığı ile gökyüzünün yıldızlısından bulutlusuna akarken zaman, acaba sonrası ne olacaklı sorularının yoğunluğu ile sonlanmasıdır; tıpkı çok uzaktan gelen uzun zamandır görülmeyen bir dostun bir kahvelik sohbeti ile çıkıp gitmesi gibi, ki hüzünlü bir burukluk kalır içinden daha yeni başlanmıştı sohbete ve kahve bitirildiğinde belki de bir daha ne zaman görüşüleceği belli olmayan biriyle paylaşılacak o kadar yarımlıkların kalmasının hüznüyle kendimiz ile kalmamız gibi...

Ama zaten konuğu özel yapan da tam da bu yarımlıklardır aslında, herşeyi tam yaşamak isterse insan, toparlayıp düşlerini taşınmaya başlar çoklu yaşamlara...

Konukla beraber de gider çok şey ama yaşananlar ve yarımlıklar, kendini tekrar tekrar taşır yeni gelen güne de ve sanki sonu olmayan yada isteyerek yazar tarafından bitirilmeyen romanın olası son cümleleri kendini yaşam içinde arar...

Yaşam her zaman beklenmeyen yada beklenen konuklukluklarının gelme olasılığını sürekli kendi içinde taşıyıp durur. Bu aslında hiç durmayan bir döngü (mü)dür? yada kendini her tükettiğinde tekrardan yaratan mitoloji hikayelerinin günümüz yaşanmışlığı mı?

Her kaybedilenle beraber birşeyler çıkıp giderken, buna rağmen her defasında yaşamın sana neyi taşıyacağı yada seni nereye taşıyacağı karşısında yapacakların, mantıklı olanla bilincin dip odalarındaki seslerin çatışmaları sonrası verilen kararlar ile yaşanır..

Aslında, çoğu kez yoksayılmaya çalışılmasına rağmen ancak tam da böyle anlarda bilincinin dip odaları daha bir dikkatli dinleyebilmeli çünkü bazen doğru yanıtlar yalnız ordan gelir ve duyamamak aslında yaşama dair olanı kaçırmaktır yada konukların yüreğinin kapısı önünde bırakılmasıdır.

Bir daha geri dönmeme olasılığına rağmen gelen her konuk kendi yaşanmışlığından bir parçayı da ekler senin yaşanmışlığına, bir parçayı da alıp gider ve beklenmeyen konuk ardında yarımlıkları bırakarak çıkıp giderken aslında, tümüyle herşey onunla birlikte gitmez, geride bıraktıkları ile gölgesi bir süre daha yaşam alanında kalmaya devam eder...

Aslında, giden konuğun yarımlıklarıyla birlikte gerisinde kalanı duyumsayabilmek çok özeldir.

Odanın içinde kalan diğerine ait kokuları ve ortaklaşılan anları yeni gelen gün içinde taşımaya devam eder, beraberindeki çoklu yaşanmışlıklara geçiş olasılıklarının cevabının zor sorularıyla birlikte...

23 Ağustos 2002

Yok sayabilmek

Yaşam içinde onlarca insanla yollarımız kesişir; kimiyle özel yaşamlar kurar, kimiyle ileri dostluklar, kimiyle ise aranızda onlarca farklılığa ve yaş farkına rağmen saygının ötesine geçen bağlar kurarsınız.

Yolunuzun kesiştiği kadar bu yollar kimi zaman da ayrışır...

Yolunuzu ayırdığınızı sandığınız yada öyle varsaydığınız zamanda bile, zaman zaman bilinciniz size ihanet eder.

Yok saymaya çalışdıklarınıza yabancılaşırsınız belki ama tamamen yok sayabilmek ne kadar olanaklıdır ki?

Yada doğa kanunların dayatması ile yollarınızı ayırmak zorunda olduklarınızı tümden bilincinizden silinmesinin olanağı varmıdır? Yada ne kadar olanaklıdır?

Kimi zaman özel insanlarla yollarınızı ayırırsınız. Bu ayrılık aslında onun sosyal çevresi ile de ayrılıktır. Ayni ortamı paylaşmadığınız, ayni zamanı yaşamadığınız insanları yok saydığınızı varsayabilirsiniz ama öyle zamanlar gelir ve kendini dayatır ki, aslında bunu çok da olanaklı olmadığını biliciniz bir kez daha size ihanet ederek hatırlatır.

Aslında bu ihanet çocukcadır, kendiliğindendir ve insani olanın ‘sence’sinin ol(a)mamasıdır. Yok sayabilmeyi sen isteyebilin hatta zorlayabilin de ama bilincinin odalarına hapsettiklerin sana o kuytu mahzenlerinden kimi zaman acı kimi zaman da gülümsemeye neden olacak şarkılar söyler.

Şarkılara kulak kapatmak, onu bastırmak kaçıştır...

Yüzleşebilmek ve geleni anlayabilmek gerekir. Çünkü her şarkı geçmişe olduğu kadar geleceğe dair de sözler içerir.

Arka arkaya yok sayamama deneyimlerden geçerken günlerim, arada mantıklı olana dair sorgulamalarla zorlarken kendi kendimi, kimi zaman öyle yaşanmışlıklar kendini dayatır ki, kararlar verirsin ve emek harcamak gerektiğini anlarsın bir kez daha, ‘sence’ yok saymalara değil dip odalardan gelen ‘anlamsız’ (mı acaba?) şarkı sözlerinin rüzgarına bırakmak ihtiyacını ve ‘mantıklı olması gereken’ denen o sözcükler bütününü kimi zaman izne çıkarmak gerekliliğini anlarsın.

Yanında otururken bir süre önce yaşamına davetsizce gir(eme)miş ama yok saymaya çalıştığın, izne çıkarılamamış cümle ile dip odalardan gelen birşeyler yapmaya dair şarkı sözleri çakışır ve sen arada kalmanın zorunlu mesaisi içinde birşey yapamanın burukluğunu yaşarsın...

Yada mezarlıkta dururken, izne çıkaramayanların dipten geleni bastırmaya çalışmalarını yaşarsınız, yaşayanlardan biri de sen olursun. Birden fazla çelişkiyi aynı anda yaşamak insanı yorar, yorgun düşen ama yaşamın devam ettiği bilici seni ayakta tutar. Bir daha karşılaşma olanağını olmayacak biri için -ki o kişi belli nedenlerden senin yok saymak zorunda olduğun ama son birkaç günlük son karşılaşmalardan sonra yok saymanın ‘sence’lere bağlı olmadığını acı şekilde öğrendiğin kişidir- mezarlıkta dururken yok sayabil(e)me deneyimleri yaşan, yorulun...

İnsan herşeyi olağanında yaşayabilmeyi öğrenmeli ama bu pek de kolay değildir. Çünkü kendini bıraktığında boşluğa, eğer seni yutabileceğine inanırsan boşluğun, kasılın ve zamanı yaşamak yerine yüzüne yerleştirdiğin maskelerinle sen olamayan biriyle dolanın durur ortalıkta. Ya da çelişkiler arasında kalıp gene zamanını yaşayamamak da insanı yorar ama yorulmamak için kolay yollar aramak da olanaklı değildir.

Tıpkı bir insanı kazanmak gibi, yaşamı da anlamak emek ister. Her yaşadığınla, yaşamdan her damıttığınla biriktirirsin yaşama dair deneyimlerini ve an gelir sana bile inat kendi kendini boşluğa bırakabilirsin çünkü – aslında çünküsü yoktur. Deneyimler sana ‘çünkü’süz de zaman zaman yaşanabileceğini öğretir.

Ama öğrenene kadar hata yapabilme olasılığı da içinde yorulmayı göze almak gerek, kaçmak yada kestirme yol aramaksa yanlızca boşa harcanacak zamandır.

22 Ağustos 2002

Parti içi sorunlar üzerine


Bir süredir kamuoyunu meşgül eden sorunlarla ilgili yazdığım geçen haftaki makaleye (“yeniden partileşme süreci” isimli makale) ek olarak daha çok somuta ilişkin tanımlamalara yer vererek takviye yapmak istedim. Ama yazmaya geçmeden Roosevelt’in bir açıklamasına atıfda bulunmak istiyorum. Roosevelt, ‘küçük bilinçliler kişileri, avaraj bilinçliler olayları ve büyük bilinçliler de idealeri tartışırlar’ demişti.
Bir süredir kamuoyuna yansıyan açıklamalarda parti içindeki sorunlarla ilgili olarak kullanılan bir tanımlama var. Tanımlama ‘Durdurancılar’dır. Böyle bir tanımlama yalnızca Roosevelt açıklaması ile yorumlanabilecek bir tanımdır.
En azından ben kendi payıma siyasi olarak bu tanımlamayı kabul etmediğimi ve tartışma kültüründen uzak, ideolojik zeminden yoksun bu fikir fukarası tanımlayı sahibine iade ettiğimin altını çizmek isterim.
Kendilerini hala 1970’lerin çarpık politik mücadele formatında tutarak sloganlar ve genellemelerin üzerine ama içinde düşünceye ait en küçük bir kırıntının olmadığı, dedikoduya ve fısıltı gazetelerine dayanarak kendilerini ifade edenlere karşı ideolojik zeminde mücadele hattında kalmaya devam edeceyik çünkü bizim düşünce önemlidir.

Okuyalım ama anlayamaylım, seçimler için ne yapmalı?
Seçimler ve İttifaklarla konusunda yazdıklarımızla ilgili Özker Özgür’ün makalelerinden kısa alıntılar yapmak bazı konuları anlamakta bize yardımcı olacaktır.
Özker Özgür 2000 yılının Ocak aylarında Londra’da bulunmaktaydı ve Yeniçağ Gazetesindeki köşesinden komut verirmiş gibi “Denktaş’ın seçilmemesi için gereken yapılmalıdır” başlıklı bir makale yazar ve daha sonra patlayacak krizin ilk işaretlerinden birini verir. Makalede Özker Özgür şöyle der:
“Bu nedenle Denktaş’a karşı yarışan adaylardan hangisi ikinci tura kalırsa kalsın, geriye kalanların O’nu desteklemeleri tarihsel bir görev olacaktır” (21 Ocak 2000)
İlginç bir şekilde, Şener Leventlerin casusluk suçlaması ile tutuklanmaları ve sonrası sürecinde, 2000 yılının Temmuz ayındaki makalesinde de Eroğlu konusunda dikkat çeker:
“Erken ve hakça çözüm yanlısı güçler Eroğlu faktörünü çok iyi değerlendirmek  zorundadırlar. Eroğlu’nun tabanı dikkate alınmalıdır. Denktaş’ın Türkiye’deki derin devletin buyruğunda olduğunu, Eroğlu’nun ise Kıbrıs Türk ticaret burjuvazısının sözcülüğünü yaptığını bilerek politika üretmek gerekmektedir.” (21 Temmuz 2000)
İşin komik tarafı 1998 yılının Eylül ayındaki makalesinde “30 Ekim 1995 tarihinde kamuoyuna söylediklerimde ısrarlıyım” diyerek o açıklamayı köşesinde tekrar yayınlıyor ve
“Bu yönetsel yapı içinde halkın istenci parlamentoya olduğu gibi yansıyamadığı için halkın parlamentoya ve hükümete gönderdiği temsilcileri toplumun varlığı ve kimliğini koruyucu önlemlere yönelememektedirler. Ekonomik önlemlerle ilgili takvimin başarısı yapının değişmesine bağlıdır” (13 Eylül 1998) diyerek rejim değişmeden sorunların çözülemeyeceğini açıklıyordu. Hatta Özker Özgür bir sonraki haftaki makalesinde daha da ileri giderek:
“Kıbrıs'ın kuzeyinde hükümete gelinebileceğini fakat iktidar olunamayacağını bile bile statükocu partilerden biri ile hükümete gelmeyi amaçlamak statükoyu benimsemek, rejime teslim olmaktır” (20 Eylül 1998) diyebilmişti.
Geçen Çarşamba Afrika Gazetesinde yayınlanan ve bu haftada Yeniçağ Gazetesinde de yayınlanacak makalesinde de Özker Özgür:
“Eroğlu politik duruş olarak Denktaş’tan çok farklı değildir. Ancak Eroğlu’nun siyasal geçmişi Denktaş’ın siyasal geçmişine benzemez. Denktaş’ın sicilindeki politik söylemler Eroğlu’nunkilere benzer ama eylemleri örtüşmez. Daha açık yazmak gerekirse bugün Denktaş’ın makamında Eroğlu otursaydı Şener ile Memduh hapiste olmazdı....”  (23 Ağustos 2002) diye yazmaktadır.
Çok ufak bir kesitte yaptığımız bu yazı yolculuğunda da net şekilde görüldüğü gibi Özker Özgür rejime karşı tam olarak değil ama Denktaş’a karşı ‘şeytanla bile ittifak yapmaya’ hazırdır.
Gerçek anlamı ile ilerici yurtseverlerin seçenekleri arasında hiçbir zaman Hitler- Mussolini arasında seçim yapma seçeneği olmamıştır. Yada rejime karşı mücadelede rejimin işbirlikçileri arasından ittifak yapmak için seçim yapmak da bizlerin seçenekleri arasında yoktur.
Biz hala Özker Özgür’ün 1998 yılında seçimlerle ilgili yazdıkları noktasındayız ama Özgür hala o noktada mı bilinmez.

Makyavel olsa ‘iktidar için her yol mübahtır’ derdi, öyle mi?
Yalçın Okut’ta geçen haftaki makalesinde:
“Her dönemde, her yerde böyledir. Darbeciler haksız ve kritik durumda olduklarını bildiklerinden telaşa kapılıp saldırganlaşıyorlar. Kirpileşip olmayan düşmana karşı dikenlerini kabartıyorlar; diyalog yolunu kapatmayı seçiyorlar” diyerek biz ‘Darbeci Kanadı’ suçlamaktadır.
Yalçın Okut birçok konuda bilgi sahibi olmasına rağmen okuyucusu yanıltarak birilerinin diyalog yolu kapattığını iddia ediyor.
Diyalog yolları çoktan kapanmıştı ama var olduğu varsayılsa bile diyalog isteyen yada istediği varsayılan Yalçın Okut ve ‘Darbelendiği iddia edilen Kanat’ niçin 25 Temmuz tarihli Parti Meclisini terk etti. Yada madem iyi niyet var olduğu iddia edildi en azından ahlaki açısında 26 Temmuz tarihli Afrika Gazetesinin yalana dayalı manşet haberin yalanlaması yapılmadı.
Daha da ileri giderek ‘Darbelendiği iddia edilen Kanat’ ilerleyen günlerde adı geçen gazeteye sahte de ilan de vererek kamuoyunu yanıltmaya devam etti.

‘Toplanın statükoyu gerileteceyik’ teorisi ile kim geriler?
Adı geçen açıklamaların birinde havaya savrulmuş makyajı güçlü kendi ise pek bir şey ifade etmeyen bir tanımlama kullanılmıştı. Tanımlamada “Statükoyu bölünerek değil birleşerek geriletilebileceği” iddia edilmekteydi.
Sol argümanların içinde tarihsel materyalizm önemli bir yer tutar ve emeğin mücadele tarihinden öğrendiğimiz iktidarları ekletik olarak bir araya gelerek geriletebilmenin olanağının olmadığıdır. İktidara karşı mücadelenin, güçlü politik zemine oturması ile ve “ilkeli, düzeyli ve farklılıklara tolerans gösteren ilişkilerin geliştirilmesiyle ve yalnız kendi için demokrasi değil, diğerinin haklarına da saygı gösteren benzeşik politik görüşlerin veya paralel mücadele edenlerin bir araya gelmesi ile çağdaş ittifaklar” yoluyla başarıya ulaşma ihtimali vardır.
Bu koşullar altında ortaklaşabilmenin tüm koşulları ortadan kalkmıştır. Ama en azından bu konuda yazı yazanlar kamuoyunu yanıltmamalı, konuşurken başka yazarken başka kimliklere bürünmemelidirler.
Biz partililer düşen ise olağan kurultay çalışmalarının başlattığımız bugünlerde, parti içinde yüksek sesle yeniden diyerek, kendi yapılanmamızı hızla tamamlamaktır.

15 Ağustos 2002

Yeniden partileşme süreci


YBH içinde bir süredir süren farklı yaklaşımlar, girilen son yerel seçim süreci ile daha da keskinleşti ve 25 Temmuz tarihinde yapılan Parti Meclisi toplantısı ile yeni bir Yürütme Kurulu oluşturulması sonrasında süreç yeni bir aşamaya geldi.

Son yerel seçimler ve buna bağlı ortaya çıkan ittifak politikaları konusunda farklı gelenekten gelen eski Yürütme Kurulu üyelerin dayatmalarına karşı, diğer Yürütme Kurulu üyelerin partinin daha önceki tavrının devam etmesi konusundaki ısrarı üzerine alınan uzlaşma kararını çeşitli düzeylerde yine zorlayarak deforme etmeleri ile yaşanan süreç aslında tek bu konularla da sınırlı değildir.

Yeni parti Yürütme Kurulunun konuyla ilgili kamuoyuna açıklamasına da yansıdığı şekli ile 4 ana konu üzerindeki farklı yaklaşımlar bugün itibari ile partinin kendini ısrarla yeniden yapılandırmasını dayatmaktadır. 'Seçim', 'ittifaklar', 'örgütlenme' ve 'kitleselleşme' olarak da tanımlanan ana tartışma unsurları dışında, ahlaki ve etik yaklaşımlardan ortaya çıkan kimi davranış biçimlerinin de insani ilişkileri de etkilediği ve bir grup üye ile bu zemin üzerinde yan yana durabilme koşulları ortadan kalkmıştır.

Ancak bunun anlamının da bölünme olmadığı süreç tamamlandığında kendini rahatça ortaya koyacaktır.



Seçimler önemli değil ama seçimsiz de olmaz mı acaba?

Son yerel seçimler öncesinde de benzer süreç, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanmış, ikinci tura kalan Denktaş-Eroğlu ikilisinden, Eroğlu'nun desteklenmesi şeklinde ciddi zorlama yapılarak partinin politikalarında sap(tır)ma yapılmaya çalışılmış ama Eroğlu'nun ikinci tur seçimlerinden çek(tir)ilmesi ile bu süreç hasır altı edilebilmişti -ki hasır altı edilmiş olmasının doğru bir tavır olmadığı bugün yaşanan süreçle kendini ispatlamış durumdadır.

89 yılından beri çalışmalar yürüten parti, önüne çıkan ilk zorlama olan üç muhalefet partisinin oluşturduğu DMP(Demokratik Mücadele Partisi) isimli ittifak partisine katılmayı red etmesinin politik nedenlerini belirlerken dikkate aldığı ana unsur hala geçerliliği kormaktadır. Parti, seçimlerle ilgili kararını verirken kuzeydeki demokratik ortamı değerlendirmiş ve işgal koşullarında ve herşeyin Türkiye tarafından kontrol edildiği, militarizmin hakim olduğu bu ortamda seçimlere yatırım yaparak meclis içine planlar yapmanın mümkün olmadığını tesbit etmişti. Parti, bu koşullar altında, seçim platformunu olanakları ve imkanları nisbetinde görüşlerini kamuoyuna açıklayabileceği bir araç olarak kullanmak konusundaki çeşitli Kurultay Kararlarını ve Sekreterya Kararlarını da bugüne kadar uygulamaktaydı. Kuzeydeki rejimin ne niteliğinin değişdiği ne de demokratik bir ortamın sağlandığı ile ilgili herhangi bir verinin olmadığı bu koşullarda seçimlerle ilgili başlayan tartışma aslında pek de sağlam bir zemine oturamamaktadır...



Bir yerde hata yapıldı ama kim ve nerde?

98 yılında partinin 4. Kongresi ile partinin adı ve programı ile birlikte kimi değişikliklere gidildi. Amaçlanan, rejime karşı süren mücadelenin yükseltilmesiydi. Ama mücadelenin yükseltilmesinin anlamı tavizler vererek ve popülist politikalarla kitleselleşme olmadığı kesindi.

Bu süreçte partiye katılan farklı dönemlerde CTP'den istifa edenler ile farklı kesimlerde politik yaşamlarını sürdürmüş yada ilk kez politikaya katılanlarla birlikte, yeni kadrolar ve yeni motivasyonla çalışmalara başlanmış ancak özellikle uzun yıllar CTP Parti Başkanlığını da yapmış Özker Özgür ve onun çevresindeki kimilerinin hala daha eski alışkınlıklarını sürdürmesi sonucu önce kısmi olarak örgütlenme anlayışı konusunda sorunlar çıkmaya başlamıştı. Ancak bu gelen sorunlar dalgasının ilk habercisiydi.

2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ayrılığın ciddi boyutlarda olduğunun ilk işaretleri alındı ve yapı içinde huzursuzluklar artmaya başlamıştı.

Özellikle CTP'den kopup gelenlerin büyük bir kısmının ya geri dönmesi yada pasifleşmesi, YKP içinde çalışan kimi kadroların 98 sonrası çeşitli nedenlerle pasifleşmesi, partinin yeni projelerinde sıkıntıya neden olmaya başlamıştı ve 98 sürecin ana ayaklarından olan kadroların yenilenmesi tamamlanamamış oluyordu.

YBH sürecinin diğer ana unsurlarından olan partinin politikalarının yayıngınlaştırılması ve çeşitlendirilebilmesi de başarısızlığa uğradıktan sonra (-ki kısmı pratik başarılar yanında ciddi olarak ele alındığında partide özellikle 5. Kurultay sonrası ciddi bir politik zaafiyet yaşamaya başladığı gerçeği ile karşı karşı olduğumuzun değerlendirmesini ayrıca değerlendirilmesi gereken bir olgudur-); 2001 yılında 6. Kurultay sonrasında oluşturulan Parti Meclisinin seçtiği yeni Yürütme Kurulu istenildiği gibi çeşitlendirilemeyerek/yenilenemeyerek özellikle Genel Sekreterlik mevkiğinde değişikliğe gidilememesiyle tüm Kıbrıs'ta ve uluslararası alanda elde ettiği yüksek prestije rağmen ortak proje ömrünü tamamlamış oluyordu.



Örgüt dediğinin nasıl ol(ma)ması gerektiğinin kısa tahlili

YKP sürecinde yaşanan kendiliğinden/kadro zaafiyetinden kaynaklanan tek adam parti izlenimini ortadan kaldırmak için görevsiz bir Genel Sekreterlik yaratılmış ve sürekli değiştirilmesi ile bunun kurumsallaşmaması ilke edinilmişti. Ancak, son süreçte yaşanan dayatmalardan biri de bu mevkin kurumsallaştırılması istenci oldu.

Yaşanan sorunlardan önemli bir tanesi de örgütlenmede yaşanan, örgütlenmeye bakış ve bunun pratiğe yansıması oldu. 89 yılında parti (YKP) kurulurken parti iç çalışmalarla ilgili önemli değişiklikler yapılmıştı. Kurultayı tüm üyeye açarak ve parti içinde farklı görüşlerin çalışma yapabilmesini tüzükle güvence altına alarak yeni tip sol örgütlenmenin önünü açılmaya çalışılmıştı. 'Yatay örgütlen'me tanımlarına vurgu yapılarak tepeden direktif yağdırıldığı 'dikey örgütlenme'nin çalışmamasının ve bu yolla üyenin partiye yabancılaştığı düşüncesi geliştirildi.

Ancak son süreçte özellikle Genel Sekreterlik mevkini kurumsallaştırma dayatması ciddi olarak ortaya çıkması ile örgütlenmeye bakış açısındaki bu derin görüş ayrılığı da kendini ciddi bir sorun olarak ortaya çıkardı.

Partinin ana düşüncelerine zıt bir şekilde kimi üyeler tarafından Genel Sekreterlik makamına önemli anlamlar yüklenmekteydi. 'Parti disiplini' gibi yada 'parti gibi parti' olunması bahaneleriyle, Parti Meclisinde tüzük gereği Genel Sekreterliğin  görevsiz olmasına rağmen kendi kendini görevli sayarak ve toplantılar sırasında makama sürekli atıflarda ve hatırlatmalarda bulunulması ve parti içi kurumlara sözlü müdahale edilmesi gibi somut olaylarla da bu konudaki tavrın özellikle son dönemde 'gelenekselleştirilmesiyle' makamın kurumsallaşmasının pratikte yaşama geçirilmesi tırmandırılmaktaydı.



İttifak: kimsenin yanıtı bulamadığı zor bir soru, ne yanyana ne de ayrı ayrı olmaz mı?

İttifak politikalarının yorumlanışında yaşanan farklılık da ciddi  sorunlardan biriydi ve en önemli ayrışma noktalarından biri oldu.

CTP'nin büyük sol olma iddiası yaklaşımlarına yansımaktadır. CTP Yöneticileri, gücü kendi lehine çevirmek için eşit düzeyde ittifaklara değil küçüklü büyüklü ilişkilerin olduğu ortak mücadele biçimlerine ilgi göstermektedir. CTP Yönetimi, yapılan eylemlerde de kendi güç ve olanaklarını seferber ederek özellikle eylem alanında baskın bir konuma gelmekte ve bu şekilde de kitlelerin içinde partiyi öne çıkarabilmektedirler. Bu yaklaşım eşit düzeyli, ilkeli güç birliği önünde engel oluşturmaktadır. İttifak olmadan da iş yapabilmek yada daha büyük projeler için burjuva veya küçük burjuva kesimleri ile de güç ve eylem birliğine girmek seçenekleri ile özellikle genel anlamı ile yapılan sol içi ittifaklara sıcak yaklaşmamaktadırlar.

TKP, kendi içindeki sağ unsurlar nedeniyle ve sosyal demokrasinin verdiği bulanık ideolojilerinde dolayı sürekli olarak yalpalamakta ve iç muhalefette rejime karşı muhalif bir hat çizdiği izlenimi yaratsa da, bunun yanılsama olduğunu halen daha Ledra Palace Otel'de süren Slovekya Elçiliği öncülüğündeki iki toplumlu etkinliklerdeki tavrı ile ortaya koymaktadırlar.

Diğer önemli somut pratik ise geçen aylarda BILBAN ve IKME'nin düzenlediği yuvarlak masa toplantısında AP Milletvekilleri ve Alman Milletvekillerinin de olduğu ortamda, TKP temsilcisinin, kuzeydeki rejimin demokratikliği konusunda YBH temsilcileri ile girdiği ağır polemikti.

Aslında yaşanan çelişki bir anlamı ile özünde CTP'nin de yanılsaması olan 'KKTC' olgusunun tanınması veya meşru kabul edilerek onun zarar görmesinin engellenmesi bunun da sonucu olası bir çözümün iki devletliliğe doğru olduğu ve 'KKTC' güçlenerek (kon)federe devletin eşit ve onurlu ortağı olabileceği yanılsamasıdır.

Aslında gerçek olan, kuzeydeki sosyo-ekonomik yaşamın sanal bir ortamda herşeyin yapay ve heran yıkılabilecek kadar esnek dizayn edilmiş olmasıdır.

Kuzeydeki rejimin kurduğu veya kurguladığı herşey kum üzerine yapılan kaleler gibidir. Geleceğe yatırım yapmak yerine günü kurtarmaya yönelik düzenlemelerle yaşamın devam etmesi sağlanmaktadır. Ancak diğer sol diye tanımlanan siyasi partiler bu yanılsama içinde iç politikada bu sanal ortam içindeki düzenlemelerin daha iyi yapılması iddiası ile açılan ve adına seçim denilen münhale ciddi ciddi aday olarak yanılsamanın parçaları olmaktadırlar.

Bu koşullar altında, tüm hedef, bilgi ve becerisini bu rejimi yıkmaya odaklamış bir siyasi oluşumla yan yana dahil gelmek istememeleri yada yan yana gelişlerini silikleştirmeye yada anlamsızlaştırmaya çalışmaları doğaldır.

Bugünkü durumda, bu siyasi partilerle kalıcı ittifaklar aramak yada kalıcı işbirlikleri düşünmek yanlış olur. Çözüm konusunda belki çok zorlanarak da olsa rejimin bir kısmı ile çelişkiye düşebilecekleri gerçeğini kabul ederek ama bunun da samimiyetinin ciddi ciddi düşünülmesi gerektiği asla akıldan çıkmadan, çözüm sürecine etki yapabilmek için kimi yer ve zamanda 'ortak eylem'ler geliştirilebilir. Onun dışında yapılacak çok da ciddi şeyler yoktur.

YBH'nın, seçimlerin bu anlamlara gittiği ortamda bu münhale katılarak iddia ortaya koyması, onun kuruluş ilke ve iddialarına aykırıdır. Bu koşullar altında seçim ittifakı da partinin tüm görüşlerine aykırıdır. Zaten partinin 6. Kurultayında da 'seçimlerin çare olmadığı' alınan kararla bir kez daha teyit edilmişti.



"Dün ne yazdığım önemli değil, hatta bugünküler bile çünkü ben onları az önce unuttum" teorisi ile ortaklık olabilir mi?

Afrika gazetesi çevresinin bulunduğu pozisyon, popülist politikalara kendini kaptıranların aklını sürekli karıştırmaktadır. Tirajına bakarak daha çok kişi tarafından okunmak veya ilgi gösterilmek gibi içi boş ve yüzeysel nedenlere dayanan ittifak önerileri de ciddiye  alın(a)mayacak kadar anlamsızdır.

Afrika gazetesi çevresinin sürekli makas değiştiren politikaları ile kimi seçimlere boykot, kimine de bizzat katılarak ama her seferinde diğer önerisinin de öz eleştirisini vermeden; boykot dediğinde katılan tüm partileri (ki YBH dahil) rejimin uşağı olmakla, katıldığı seçimlerde de (yine YBH dahil) kendini desteklemeyenleri ya rejimin uşağı yada korkaklık vs gibi ağır ithamlarla suçlayarak çelişkiler çizmektedir. Ancak çeşitli zamanlarda kimi gelişen olayların ardından ittifak talep ettiğinde de yaptığı saldırıların hiçbir zaman hesabını vermeye yanaşmamaktadır.

Geçen sene Kıbrıslı Gazetesi yazarlarından Fuat Veziroğlu ile girdiği polemikte Şener Levent o zaman Avrupa olan gazetedeki köşesinden Dome Otel Kumarhanesi sahibinden borç olarak para aldığını yazmıştı - ki bu polemik mahkeme tutanaklarından yapılan alıntılarla desteklenmişti. Polemikten çıkan ana sonuçta da iki gazetenin de bu kumarhane patronundan para aldığı ama Şener Levent'in bunu borç olarak aldığı ve geri ödediği biçiminde gelişerek sonuçlanmıştı. Bu sene içinde girilen başka bir polemikte Yeniçağ gazetesindeki köşesinden Alpay Durduran'ın bunu hatırlatması üzerine siyasi uslubun çok dışında çirkin bir şekilde Afrika Gazetesi köşe yazarları yazılar yazmışlardır. Bu ilk defa olmamış daha önce de YBH üyelerine ve Yeniçağ gazetesi yazarlarına da siyasi etikten uzak çirkin saldırılar yapılmıştı.

Ahlaki ve etik zeminden uzak bir hatta mücadele veren, partiye de saldırılarda bulunan ve yaptıklarıyla partinin görüşlerine ve mücadelesine de zarar veren kimi zaman kendilerini gazete kimi zamanda parti olarak tanımlayanlarla ittifakı düşünmek sanırım yalnız küçük siyasi çıkar peşinde olanların hayata geçirmek isteyeceği bir düşünce biçimidir.

Herşeye rağmen partinin tavrı, tüm bu saldırılara rağmen, bu yayın organına karşı rejimin anti demokratik ve karanlık saldırıları karşısında tereddüt etmeden tepki koyması ile mücadele anlayışını küçük hesaplara bağlamak değil rejimin her türlü saldırısı karşısında, saldırıyı görenle dayanışmak olarak geliştirmiştir ama karşı tarafın tavrı bunu karşılayacak samimiyette hiç bir zaman olmamıştır.

Tüm bunlara ek olarak da son dönemde partileşerek kendi logosu ile bile çelişkiye düşenlerin, gazetenin çıkış sürecinde parti gazetelerinin çokca eleştirisi yapanların bugün parti gazetesi çıkarmaya başlaması sanırım yalnızca mizahi olarak ele alınabilecek bir konudur...



Büyük parti nasıl olunur? Kitle mi yoksa kütle mi partisi olunmalı

Son dönemde yaşanan diğer polemik konusu da 'halka gitmek', 'halk için politika' ve 'partinin büyümesinin engellenmesi' gibi sol tartışma tarihinde de hep yer bulan ve kolay kolay da sonlanamayacak kısır döngüdeki tartışmaydı.

'Halkın istediği politikalar' veya 'halk için politikalar' gibi makyevelist politikaları içinde ciddi bir biçimde barındıran teorilerin ardına sığınarak ve partiyi büyütme iddiası ile yola çıkanların elbette ulaşacakları yer mümkün olanın savunulması ve diğer sol iddialı siyasi partilerle benzeşmektir. Bu da partinin yıllardır sürdürdüğü mücadelesine son noktayı koymak anlamına geleceği açıktır.

Partinin büyümesi, tabanda yayıngınlaşması methodlarının geliştirilmeli, her üyenin bilgi derecesini ve bilinç derecesini üst düzeye çıkarılması ile rejime karşı sürecek mücadelenin başarıya ulaşmasında önemlidir.

Bu konuda yaşanmış iki yakın geçmiş örneği hatırlatmakta yarar var. Üyesine tam anlamı ile güven(e)meyen CTP, 90'ların başında girdiği koalisyonda rejimden gelen tüm ciddi dayatmalar karşısında kırılmamak için kamış politikasına uygun olarak rüzgar yönünde eğilerek atlatmıştı. Benzer şekilde TKP'de girdiği koalisyonda da benzer deneyimleri yaşadı. Tüm yapılan dayatmalara rağmen sol iddialı partiler direniş yerine rejime entegre olup darbeyi hasarsız atlatma yoluna gitmişlerdi.

Ancak bir süre önce çok uzağımızda Venezüalla'da ABD destekli askeri darbe girişimi halkın direnişi ile geri püskürtülmüş ve sola ait önemli bir kimlik olan direnme kültürü bir kez daha hatırlatılmıştı.

Kitleselleşme yada kitle partisi olmak ile kütle partisi olmak arasındaki ciddi fark sol içinde ciddi olarak geçmişte tartışılmış ama bugün sanki daha önce hiç tartışılmamış gibi polemik yada demogoji devam etmektedir.

Kütle partisi daha çok popülist oluşumların tercihi olan, partiyi parmak sayıları ile ölçen, partinin gücünü kelle sayısı ile eş varsayan yaklaşımların vardığı bir yapılanma türüdür.

YKP sürecinde de, YBH sürecinde de, partinin kitleselleşmeye nasıl baktığının net şekilde ortada olmasına rağmen, sol bir partinin kitleselleşmeden ne anladığının yada anlaması gerektiğinin net şekilde ortada olmasına rağmen, dayatılan "partinin küçültülmesi" iddialarının aslında ciddi bir yanılsamadır.

YBH parti tüzüğünde üye tanımlaması ve üyeye bakış açısı ile bu konudaki tartışmalara neden olmaksızın ne anlanılması gerektiği ortadır. Her parti üyesi partinin programı ve ilkelerini benimseyen ve bunun için her an mücadele etmeye hazır kişidir ve görevsiz üyenin olmaması tüzüğe göre esastır. Parti görüşleri ve ilkeleri ile çelişen ama kitleselleşme adı altında her bireyin parti üyesi olması gerçek anlamı kitleselleşme değil kütleselleşmedir...



Ey dost unutma, sağcılar için de solcular için de birlikten kaçmak hainliktir

Tüm bu farklı yaklaşımların olduğu koşullarda, 'birlik yalnız birlik' sloganı altına sığınarak, tüm olanak ve gündemini neyin ve kimlerin çok net olarak anlaşılamayan 'birliğin korunması'na adayarak rejime karşı mücadele edebilmek lüksüne sahip olmadığımız gerçektir. Bu koşullar altında parti, kendini yeni koşullara göre zaaf ve eksikliklerini iyi tesbit ederek yeniden yapılandırmalı ve rejime karşı mücadeleyi daha etkin olarak yürütebilmeyi sağlamalıdır.

Gelişen süreçte bazı çevreler yıllardır tam olarak ne anlama gittiği anlaşılamayan kelimelerini yanyana dizerek ittifak yapmayanları suçlayarak politikalar üretme yolu gideceklerdir. Herkesin bir yerde olması gerektiği genel doğrusu ile hareket eden sol ve sağ iddialı tüm demokrasi hayranlarının kendileri ile birlik olmayanları ayni kelimeyi kullanarak suçlamaları aslında politik yaşamımızın sığlığından başka birşey değildir. İlkeli, düzeyli ve farklılıklara tolerans gösteren ilişkilerin geliştirilmesiyle ve yalnız kendi için demokrasi değil, diğerinin haklarına da saygı gösteren benzeşik politik görüşlerin veya paralel mücadele edenlerin bir araya gelmesi ile çağdaş ittifaklar kurulabilir ve yaşayabilir.



Ayrışma süreci üzerine ve sonuç

Son dönemdeki parti içindeki ayrışmada, bir grup partili, parti tüzüğü ve ilkelerine aykırı şekilde, parti içinde duruyormuş gibi yaparak ama parti dışında ayrı bir merkez oluşturarak partiden koptuklarını net şekilde ortaya koymaktadırlar. Parti içi kanat oluşturduklarını iddia ederek ciddi bir demogaji yapmaya çalışmalarına rağmen, parti içi kanatın nasıl olabileceği ve bunun hizipden ayrılması gerektiği parti tüzüğünde net olarak yazmaktadır. Parti içinde partiye rağmen basın açıklamaları yayınlamak ve bundan çıkar elde etmeye çalışmak iyi niyetten yoksun bir davranıştır.

İyi niyetten yoksun diğer yaklaşım tasfiye kelimesi arkasına sığınılarak yapılmaktadır. Partinin yürütmesinden sorumlu kurumlarından ayrılmalarına rağmen tüzüğüne göre partinin yönetim kadrosu olan Parti Meclisi üyeliklerini hiçe sayarak ve aslında parti içindeki mevkiye verdikleri önemi de ortaya koyan bir yaklaşımla tasfiye kelimesi arkasına sığınarak politika üretilmesi ciddi politik bir yaklaşım değildir.

Parti Meclisi kararlarının çiğnenmesi yada deforme edilmesi, parti tüzüğüne aykırı davranış biçimleri, parti tüzüğünü yok sayan politik anlayış tarzları ve yukarda detaylandırmaya çalıştığımız görüş ayrılıkları ile kendilerine bir grup adı da veren bu bir grup üye ile ortak mücadele koşullarının kalmadığı hatta kendilerini ittifak politikalarına adadıklarını iddia etmelerine rağmen parti içinde ittifakı dahil sağlayamayarak kendileri ile çelişkiye düşdükleri gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu aşamadan sonra parti içinde birbirimizi hırpalayarak, aktiviteleri sabote ederek yaşamanın koşulları kalmadığı ortadadır. 98 yılında konuşarak, tartışarak ve uzlaşarak nasıl ki yanyana geldiysek, şimdi de bu projede ayrı düştüklerimizle aynı şekilde ayrılmanın zamanı gelmiştir.

Bu ayrılık ne YKP sürecine geri dönüştür, ne de CTP'den gelenlerin tasfiye edilmesidir; parti içi yeniden yapılanma süreci devam edecek, yeni kadroları ve yeni projeleri ile rejime karşı mücadele yükselerek devam edecektir.

Ortaklaşmalarımız kadar, ayrılıklarımızın da gerçek yanıtlarına tarih karar verecek...

15 Temmuz 2002

Kaçabilmek.. **

Kentin dayattığı tüm olumsuzluklardan ve sorumluluklardan kaçabilmek..

Perşembe gününden beridir Karpaz yarımadasında, yalnızca içinde yatak olan bir kulübde kalıyorum. Aslında bir anlamı ile herşeyin doğallığı, olmayanların sorun edilmemesini getiriyor. Bir dostun tanımı ile hiçliklerin cenneti yani...

Elektriğin olmaması yada suyu çok kısıtlı olması, televizyonun olmaması, telefonların pek de kapsama alanı içinde olmaması, tüm herşeyin yokluğu sizi süren yaşamdan koparıp götürebilmektedir.

Çevrenizde çeşitli gruplar halinde dolaşan yabani eşekeleri seyretmeyi bu anlarda daha eğlenceli bulursun, sahilde kendilerince amaçlı ama sence amaçsız oraya buraya kaçışan yengeçlerin hareketleri takılır gözüne, hoşuna gider tüm ayrıntılar ve bu aslında tüm bunların nedeni olarak, beyinindeki tüm sorunların, kapsama alanı içinde olmayan telefonlarla, ulaşılamayan haberlerle ve diğer tüm teknolojinin getirileri ile birlikte birkaç kilometre ötedeki köyde kaldığını fark edersin. Haberleri takip edememek ilk etap sana sorun gibi gelir ama sonra yengeçler, yabani eşekler ve kaplumbağalar sana daha anlamlı gelmeye başlar. Geceler ve gündüzler boyu hiç durmadan ses çıkararak, hiç susmayacaklarını düşündüğün ağustos böceklerinin inatla süren gürültüsüne/senfonisine alışır kulakların, nasıl ki kentin olanca karmaşısına alışıp kaosa yabacılaşan insan vücudu gibi onlar da senin birer parçan olur.

Kendinle kalırsın, başka kimse yada başka hiçbirşey kendinle arana giremez, hiçbir sorumluluk sana yapılması gerekenler listesi dayatamaz, önünde büyük bir keyifle oynayan yabani eşeklerle, sahibe sadaktan onları kulübeye yanaştırmama adına çabalayan köpek senin yaşamdaki en eğlenceli anların olur.

Boşluğa düşmektir bu, bir an için ne yaptığını düşünmek sorunun da yoktur. Hele modern yaşamın sana dayattığı zamanla yarış kavramı bir hiçdir, çünkü bitirilmesi gereken ve zamanla alakalı hiçbirşey yoktur yaşamında...

Saata bakmak, zamanı öğrenmek ihtiyacı olmadan yaşarsın ve gerçek yaşamdaki koşuşturmaya, yabancılaşmaya, senin olmayan işgal edilmiş zamanlarına hüzünlenirsin. Kimi zaman gönüllü kimi zamansa gönülsüzce, yabancılaşarak bize ait zamanın işgal edilmesine seyirci kalırız. İşte boşluğa düştüğünde, bunu ne kadar acımasız olduğunu anlar ve elinde olan imkanları kullanmaya karar verirsin ama geri döndüğünde modern yaşam tüm ‘gerçekliliği’ ile karşına dikildiğinde kalacağın zavallı durumun tesbiti yapabilmek düşer payına..

Akşam olunca buralarda, payına düşen birkaç bira veya birkaç duble rakı alıp sessizliği dinlerek dostlarla sohbettir.

Gökyüzündeki tüm hareketlilik takılır gözüne, karanlığın içinde herkes/herşey seni ürpertir ve sen zaman zaman boşluğa düşersin. Zaman zaman modern yaşamla bağlantı kurmaya çalışır zihnin ama teknolojinin uzaklığı gelir aklına çaresizce oturursun geri yerine ve çok kısa zamanda boşluk seni yine içine çeker.

Yaptıklarının, yapamadıklarını ve yaşadıklarının muhasebesi çıkar ilerleyen gecelerde. İlişkilerini düşünün, emek vermek gerektirdiklerini gözden geçirin ve yaşam aslında hiç de senin düşlediğin gibi gitmediğinin acı faturasını çıkarın. Belirsizliklerin seni ne çok yorduğunu düşünün. İlişkilerin seni ne çok sen olmaktan uzaklaştırdığını birkez daha fark eden. Yaşadığın ama şimdilerde bitmiş olan ikili ilişkinin seni ne çok yorduğunu, bazı şeylere yabancılaştırdığını ve en önemlisi seni ‘evcilleştirdiğini’ düşünün. Yaşadığın ilişkilelerin de muhasebesi çıkar, alt alta konur yaşananlar ve ne kadar çok yabancılaşmanın yaşandığının kayıtları tutulur.

Yeni başlangıçlar yapabilmek ihtimalleri üzerinde durun. Bazı zamanlarda nokta konması ve yeni paragraflarla başlanması hayali içini kaplar, uzun uzun üstünde düşünün ama yaşamda nokta koymak ve yeni paragraflar açabilmek çok kolay olmaz.

Ama yorulduğun tesbitini birkez daha yapan kendi kendine ve paragraf açabilmek ihtimali, olasılıkları hep aklında olur.

Gece yarısı lüks ışığında kendi kendine yıldızların altında Sunay Akın’ın şiirlerini yüksek sesle okumayı sürdürün;

“Denize doğru inen bir sokaktır ülkem

düz değildir taşları

ayakabılarını bağlamadan

peşinden koşarken martının

ipe takılır düşer

özgürlüğün eve avuca sığmaz çocukları

Başımızdaki şapka bireysel

şemsiye sosyalist yanımızdır

ve tek şartı

ters dönen bir şemsiyeyi düzeltmenin

zor da olsa yürümektir

rüzgara karşı”

Sonra yavaş yavaş toparlanmaya başlanan farklı mekanlardan 3 dostla paylaştığın 5 günün sonuna gelinmiş ve artık geri dönüş zamanıdır. Tüm yoğunluğun ve kaosun içine geri dönüştür aslında yaşanan.

Ve bir kez daha kendine sözler verirsin, belki de tutamayacağını bile bile; ‘zaman zaman insan yaşama ara vermeli ve kaçabilmeli tüm yabancılaştığı şeylerden, işgal edilmiş zamanlardan ve sorumluluklarından’...

Ahmet Altan bir yazısını şöyle bitirmişti:

“Açın kapıyı, kendinizden ve aklınızdan çıkıp yürüyün.

Korkmayın.

Döndüğünüzde sizi bekleyen gerçekleri ve kendinizi bıraktığınız yerde bulacaksınız.”

Hızla yaklaşırken kente, yaşadığın yere, kendine ve aklına verdiğin iznin bittiği gerçeğini fark edersin..

Ve kendini kendine gülümseyerek mırıldanırsın

“Merhaba ‘gerçekler’, bazılarınızı çok sevmesemde merhaba!”

(**) Bu yazı 11-15 Temmuz 2002 tarihleri arasında yazılmıştır