13 Aralık 2003

Seçimlik

Bir seçimin daha sonuna geldik...

Politika yapmayı seçime 3-4 ay kala yapmak olarak algılayanlarla, her seçimde yeni teoriler üretenler ortalıkta gürültü ve görüntü kirliliği ile oylara talipler...

Bütün propaganda aktiviteleri, seçimden bir iki ay önce dev bayraklar ve büyük gürültüler ile ortalıkta olmak birde medya aracılığı birşeyleri anlatır gibi gözükmek... Ne kadar çok afiş, bayrak falan asarsa kendisinin o kadar çok oyu olabileceğini düşünenlerin bu sığlığı oy dilenciliğine kadar varıyor..

Kendileri ile hiçbir ortak düşü, düşüncesi olmayanlardan bile oy dileniyorlar; adına da ana hatırı, baba hatırı, arkadaşlık falan diyerek... Bazıları daha da ‘politikleştiriyor’ oy dilenciliğini. Kendisi ile hiçbir ortak fikrim olmamasına rağmen benim sandığa gitmeyerek falan partiyi desteklediğimi, o yüzden kendilerine yada diğer ‘muhalifler’e oy vermem gerektiği anlatıyor, kimi fazla dozunu kaçırıp hainlik bile basıyor üstüne üstelik...

Politik olarak hiçbir ortak kesişenimin olmadığı, söyledikleri çoğu şeye hüzünlü gözlerle baktıklarıma sırf hain olmamak için acaba oy mu versem yoksa kendimi reddedip aile üyelerimin arasında mı paylaştırsam oyumu?

Sahi komuşu hatırı yok mu? Hade bir de komşuya verelim ama ya sonrasında yaptıklarından sorumlu olmayacakmıyım?

Muhalif diye ortaya çıkanlar öncelikle solcu olmadıklarını hep beraber koro halinde söylemediler mi? O zaman bir sosyalist olarak sandıkta ne işim var? Hade ondan vazgeçtim de, ben şovenizme karşı mücadele ederken elinde TC-KKTC bayrakları ile dolaşıp, aslında kendilerinin de devletlerini savunduklarını söyleyenlere nasıl oy verebilirim? Diğerini genelleştirip ağzıları dolu dolu ‘RUM’ diyerek konuşanlara mı barışçı deyip oy vermeliyim?

KKTC’nin eninde sonunda bir gün fesedileceğinin, adanın kuzeyini son 29 yıldır işgal eden askeri gücün bir gün ayrılacağını, tüm Kıbrıslıların özgürce bir gün bu adanın herhangi bir yerinde yaşayabileceğini söyleyemeyenlere neçin oy vermek zorunda olayım?

3-5 oy daha fazla almak için Kıbrıs Cumhuriyetine koro halinde Rum Cumhuriyeti diyen, tüm dünyanın Kıbrıs Hükümeti derken ve 1 Mart 1964 BM Kararı ile TC’nin de buna olur verdiği gerçeği önümüzde dururken uyduruk bir Güney Kıbrıs Rum Yönetimi terimi etrafında düşünce üreten ‘barış’ taraftarlarına oy vermek acaba ne kadar doğru?

3 kuruş paraya yıllarca bizi sömüren yerli ‘işadamlarımız’a yada TC’li işverenlere efelenemeyen büyük sosyalistlerin de içinde yer aldığı muhalifler değil miydi ki seçim propagandası sürecinde onlarca kez ‘Ruma bizi muhtaç ettiniz’ diyen, bu nasıl mantıktır ki sömüren Kıbrıslı Türkse muhtaç olunmaz da Kıbrıslı Rumsa muhtaç olunur? Hade gene, solcu damarımızdan bir de soru soralım, emeğin sömürülmesinin milliyeti mi olur?

Böylesi mantıkla propaganda yapanlara hade bu defa değişim geliyor diyerek mi oy vereyim ama değişecek olan ne? Annan planında kuzeye gelecek olan Kıbrıslı Rumların oy hakkı olmayacağını utanarak değil, milliyetçilere bir gol daha atıp Annan Planın ne kadar önemli olduğunu anlatmak için konuşan parti temsilcilerine bir ‘tikcik’ hangi gelecek için verilebilir?

AB’yi isterken, AB’nin ne olduğundan bir haber muhaliflere, AB yurttaşı herkesin her yerde dolaşım, yerleşim haklarının olduğunu hatta bunu yeni yazılan AB anyasasına da eklediklerini şimdi anlatsak anlamazlar ama buna karşı, Kıbrıslı Rumların bu haklarının kısıtlanmasının hareretli şekilde propagandasını yapıp AB üyeliği için de oy isteyenlere ne demeliyim bilmem? Nasıl anlatsam ki taşıdıkları üç bayrağın kendi konvoyları hariç yan yana asla bir daha gelemeyeceğini?

Neysa bizim sağa meyilli eski solcu, AB karşıtı söylemli AB’ci ‘muhaliflere’ bu defa da oy vermedik diye bize çok kızacaklar ama elim gitmez bu partilerin başındakilerini gördükce gidip de oy vermeye... Hangisinden başlamalı bilmem, biri doksanların ortasında parti içinde sorun yaratmasına rağmen hükümetçilik oyununu devam ettirdi ve Elçiliğin tüm dayatmalarını kabul edip ITEM yasasını, KDV yasasını meclisten geçirdi, yasadışı şekilde Kıbrıslı Rumlara ait kuzeydeki binlerce dönüm mülke yasadışı tapu verdi, yasadışı şekilde binlerce kişiye vatadaşlık verilmesine seyirci kaldı ve daha niceleri. Ya diğeri daha birkaç yıl öncesine kadar hükümetin içindeydi ve TC’den gelen sözde ekonomik paketleri canı pahasına savundu, o kadar ileriye gitti ki toplumun ciddi bir kısmı tepkilerini eylemlerle, grevlerle ortaya koydu. Hatta sonraları büyük eylemlere de imza attan Bu Memleket Bizim Platformu bu amaç için kurulmuştu. Çözümü desteklemek, masaya yeni gelmiş olan Annan belgesine sahip çıkmak için Kasım 2002’deki ilk büyük eyleme de bu yüzden partisi katılmayı reddetmişti. Eee, şimdi ne oldu da şanlı BMBP deyip sahip çıkılıyor, hade o sahip çıkıyor da, kurucuları ne yapıyor?.. Neysa, ya diğeri, yıllarca bu rejimi sonuna kadar desteklemiş, suçlu olduğu iddası ile uluslararası olarak aranan birine, şimdi fikir değiştirdim ve sizdenim dediği için ayağına kadar gidip teşekkürlerini sunmasını nasıl yorumlamak gerek acaba?

Ve tümünü barıştan yana güçler sayıp, hade seçin ya da diğer türlü ‘statükoyu’ desteklerseniz diyenlere, değiştirecek olanlar bunlar olsaydı o zaman dün ne yapıyorlardı, bu tavırları ile mi güvenelim değiştireceklerine gibi soruları nasıl sorabiliriz, sorsak ki anlayabilecekler mi?

Hem şu statüko nasıl değişecek ki? Görevden alabilecekler mi Merkez Bankasının başındaki TC’li bürokratı, kısıtlayabilecekler mi TC Elçiliğinin yetkilerini, kapatabilecekler mi TC Yardım Heyetindeki sektörleri, sektör sorumlusu pratikte -parayı kontrol ettikleri için- buralarda bakan olarak takdim edilen bizim seçilmişlerden daha yetkili olan TC’li bürokratları evlerine gönderebilecekler mi, askeri kışlasına gönderip, güvenlikten başka konuya karışmamasını söyleyebilecekler mi, dağıtabilecekler mi Üst Koordinasyon Kurulunu çünkü seçim propagandası süresince bu konularda tek kelime etmediler, yalnızca şikayet edip zaten egemenliğimizin olmadığını ispatlmaya çalıştılar. Şu egemenlik de karışık konu, bizim muhalifler de ulus devlet egemenliğimizin olmadığını Annan planı ile olacağından bahsettiler de AB içinde artık ulus devlet egemenliği değil fonksiyonel egemenlik olacağını bu saatten sonra nasıl anlatılır bu muhaliflere bilmem?

Bu arada bu gürültü içinde bizim büyük sosyalistleri de gördük seçim alanlarında, bu propagandaları coşku ile alkışlıyorlardı, bazen bizzat kendileri de tvlere, radyolara çıkıp bunlar söylediler, bazen de en ön safta bu söylemlere sloganları ile destek oldular. Aslında onların cevabını biliyoruz, ‘taktiksel olarak biz onları söyledik’. Doğrudur, taktiksel olarak şimdi sağcılaştılar yarın geri yuvalarına dönüp yine bizlere sosyalizm dersleri verirler ve bizleri aydınlatırlar. Nasıl olsa bu olanlar bir düş, bu yaşananlar bir rüya. Yarından sonra kalktığımızda büyücülerin yaptığı gibi parmaklarını oynatınca tüm söylediklerini red etme hakları olacak çünkü onlar tümünü taktiksel olarak yapmış olacaklar ve bizi, bizim bugün söylediklerimizi ateşli bir şekilde söylerek, yine rejimle birlikte olmakla suçlayacaklar. Ama sorun değil ilk defaları olmadığı için bu defa hazırlıklıyız, büyük sosyalistlerin taktik değiştirmelerini dört gözle beklemekteyiz. Onlar her bahar olmasa da her seçim taktik değiştirirler...

Bu arada bu muhalif dostlar dışında kalanlara da oy verecek olanlara şaşarım. Tamam anlarım ganimetten paylarını aldılar ve devamını istiyorlar, yada bir şekilde avantaya oturdular ve kaybetmek istemiyorlar ama bu düzenin böyle gidemeyeceğini Loizidu davasında Türkiye’nin tazminatı ödeyerek bir anlamı ile AB ile olan maçında havlu atmasından dolayı uzatmaları oynadıklarının da mı farkında değiller? Hem bu nasıl bir mal hırsıdır ki çolukları, çocukları başka ülkelere göç edip kendilerine gelinlerinin, damatlarının fotoğraflarını gönderirken, torunlarının ilk kesilen saçlarının olduğu mektupları açarken yada videodan onların ilk yürüyüşlerini seyrederek hiç mi özlem duymazlar da bu düzenin devam etmesini talep edebilirler? Nasıl bilemezler ki bu acılar, bu özlemler yenileri eklenerek bu düzen sürdükce kuşaktan kuşağa devam edecek?

Hade o ihtiyar, kel ve şişmanı anlarım istifa etmez, fırsatı olsa muhtarlığa bile aday olacak, daha onlarca torunu var, onlara particikler kurup saltanatını devam ettirmek ister ama onu destekleyenleri hiç anlamam? Hele Türkiye’de oturup aydınım diye geçinip de onu destekleyenleri hiç mi hiç anlamam? Bir gün çocukları, torunları iktidarını işgal rejimi üzerine kurup, gücünü askerden aldığını kendisinin bile zaman zaman itiraf ettiği bir diktatörü neçin desteklediklerini sorarsa ne cevap verecekler acaba? Aydın dediğin Rıfat Ilgaz’ın dediği gibi aydınlığı savunandır, ya bu karanlığın, bu saltanatın devamını isteyenlere ne ad vereceğiz?

Neysa, bir seçimin daha sonuna geldik, belki yarından sonra rejim kabuk değiştirmeye, vitrini değiştirmeye de karar vermiş olabilir. Belki de bizim muhalifler ellerine ‘yönetme’ erkini alabilir ancak söylemlerine bakınca içim gene de daralmakta, neysa onlara hayırlı olsun deyelim ve biz dönelim kendi işimize.

İlk sorumuz yada sorunumuz şu yönetirmiş gibi yapmak değil iktidar için yaşamın neresinden başlıyoruz?

2 Ekim 2003

Farklıyız ama birlikte de olabiliriz..

Yeni bir sürecin içinde hızla ilerlerken, yeni tanıklıklar, yeni anlamalar da ortaya çıkmaktadır.
Dışardan bakanlar için 'sol' hep ayni şeyleri söylemekte ve birleşememeleri anlamsız gelmektedir. Oysa birleşseler neler yapabilirler kimbilir?!
İşbirliği, güçbirliği yaşadığımız koşullar altında birçokları için bu gerekçeyle de önemlidir. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun bir iş ve güç birliği değiştirebilmek, kazanabilmek için önemlidir.
Ama bu konu bu kadar basit mi? Kendine sol yada barışçı diyenler acaba ayni mi? Ve her birlik ileriye doğru bir değişimi getirebilir mi?
Bu sorular aslında kilit sorulardır ve dışardan bakan için cevapları basit ve yalın olarak evettir ama ya gerçek nedir?
YBH Gençlik olarak biz kendi dışımızda çözümü savunan yada genel anlamı ile çoğu zaman sol olarak tanımlanan örgütlerle çok kez iş ve güçbirliklerine gitmemize rağmen birçok noktada ayrı olduğumuzu, dünyayı yorumlayışımızdan, konuları algılayışımıza ve bunların pratik yaşama yansımasına birçok farklılığımızın olduğunu rahatlıkla ortaya koyabiliriz.
Bizler net olarak sosyalizme inanmaktayız. 70 kusur yıl Sovyetler Birliği başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan sosyalist yönetimlerin hataları, eksikleri ama tüm bunlara rağmen insanlığa sundukları yeni alternatifleri ile yaşandığına, kapitalist düzenlere dönüş(türül)düklerine ve bugün itibari ile yeniden, yeni özgürlükçü bir sosyalizmin kurgulandığına inanarak, küresel bir saldırıya karşı küresel bir direnişi örgütlemek, bunun yalnızca pratikte değil, gelişen neo-liberal ekonomik saldırılar karşısında teorik yani özgürlükçü yeni bir sol düşüncenin yeniden oluşturulması için mücadele edenlerle ayni cephede yer almaktayız. 3 Kez Brezilya'nın Porto Alegre'de toplanan ve 4.sü Hindistan'da yapılacak olan Dünya Sosyal Formunun önemli ayaklarından olan ve Kasım ayında 2. yapılacak Avrupa Sosyal Formunun ortaya koyduğu yeni sol düşüncelerle yalnızca insanlığı tüketen değil, doğayı da tahrip eden, insana ait unsurlarının tüm yönlerine saldırı anlamına gelen bugün yaşadığımız kapitalist sisteme karşı yeniden sosyalizmin alternatif olma sürecinde, sosyalist kimliğimizi, ideolojik kimliğimizi saklamak yerine, net olarak vurgulayarak, küreselleşme karşıtlarının sosyalist bir söylem ve başka, alternatif bir dünya için ortaya koydukları YENİ BİR DÜNYA MÜMKÜN'ü Kıbrıs koşullarında 'yeni bir Kıbrıs mümkün' diyerek ortaya koyarak mücadele hattımızı sokakta çiziyoruz.
Ne kimilerinin yaptığı gibi sabah öğlen akşam sosyalizm kelimelerini tüketerek ama hiçbirşey yapmadan, ne de sosyalist sloganları, sosyalist söylemleri kullanarak ama dönüp 'sol sağ cepheleşme' istemediğini söyleyip soldan kaçarak politika yapıyoruz. Biz 'solun birliği değiliz' diyerek sağın dayattığı apolitikleştirmeye destek olanlara, başarısızlıklarından utangaçca 'sol' ideolojiyi sorumlu tutan böylesi politikasızlıklara karşı, ideolojik deformasyona, yabancılaşmaya, sağ unsurlarla benzeşmeye neden olacak bulanık ideolojik söylemlere karşı tavrımız sosyalist kimliğimizle olan mücadele biçimlerimizdir...
Biz milliyetçiliğe de karşıyız. İnsanlık düşmanı her türlü gerici düşünceye de karşıyız. Bu yüzden 'halk istiyor' diyerek bahaneler yaratarak milliyetçiliğin, şovenizmin, fundemantalizmin kullanılmasına da karşıyız. Sırf hoş gözüküp beş on daha fazla oy almak için 'Rumlar da çok iyi değil ya' gibi söylemlerle, Kıbrıs Rum toplumunu, yöneten sınıfla benzeştirerek, genelleştirerek, tek bir 'Rum' kavramı ortaya çıkararak yapılan politikaların kaba bir milliyetçilik olduğunu biliyoruz ve buna karşı durmaya devam edeceğiz. Son dönemde masum bir söylem gibi ortaya atılan 'Ruma bizi köle yaptılar', 'Ruma bizi işçi yaptılar', 'Rum mu sömürsün yani bizi?' gibi cümlelerin şovenizmden başka bir şey olmadığını ideolojik kimliğimizden bilmekteyiz. Bizim için sömürenin, köleleştirenin Boyacı yada Lordos olması çok da sorun değildir. Bir Türkün benim emeğim üzerinden daha fazla zengin olması ile bir Rumun yada İngilizin yada başka birinin zengin olması arasında hiçbir fark yoktur. Sorun köle olmamız, kötü şartlarda çalıştırılmamızdır ki bu coğrafyada çalışma koşullarının daha kötü olduğu, maaşların daha düşük olduğu, birçok sosyal hakkın verilmediği bir gerçektir. O yüzden 'Ruma köle olamak' yada 'Rumun bizi sömürmesi' hiçbir şekilde ana sorun değildir, sorun insanın insanı sömürmesi, birilerinin birilerinin üzerinden daha fazla zengin olmasıdır. Çaresi ise daha zengin Türk yaratıp, Türklerin Türklere iş vermesi değil, insanlığın daha özgür, köle olmadan yaşayacağı sosyalist bir düzendir.
Ayni şekilde birilerinin 'kutsal' saydığı ama çağdaş dünyada hiçbir değeri olmayan sembolleri fetiştirerek politika yapmak yalnızca şovenizmin yaşamaya devam etmesine yarayacaktır. Bayrak olayı belki ilk başta masum bir olgu gibi dursa da, bayrak milliyetçiliğin, ulus olmanın bir sembolü olagelmiştir ve bu coğrafyada bu sembolü kullanmak vatansever olabilmenin ölçütü olduğuna göre, yani ne kadar milliyetçi olduğunun ispat edilerek oy talep edilmesi de bir şoven propagandadır.
İnsanların din, dil, ırk, renk ve cinsiyetlerine göre ayrılmasına sosyalist düşünce hep karşı çıkmış, şovenizmin, ayrılıkçı düşüncelerin insanlığı bölerek sömürü düzenin devam etmesine her zaman yardımcı olduğu binlerce kez ortaya konmuş ve ispatlanmıştır. Bu yüzden YBH Gençlik için şovenizme, ayrılıkçı akımlara karşı mücadele her zaman önemli olmuştur.
‘Seçim zamanıdır o yüzden bu dönemlerde bir miktar şovenizm kullanılabilir’ yada ‘birkaç bayrak asılırsa sorun olmaz’ gibi düşüncelerin yalnızca şovenizmin yaşamaya devam etmesine, etkisinin insanlar üzerinde kalıcılaşmasına, kanıkmasına yardımcı olacağı için hep karşı olduk.
Ve bunun gibi evrensel hukuğa olan inancı, barışı isterken samimiyetle ve tüm insanlık için talep etmesi ile hep farklı olduk. Her zaman için önce insan dedik, insani değerlerin herzaman gözardı edilmeden tartışılması gerektiğini söyledik...
Herkesin dilinde olan barışın bile talebinde ayrışmaktayız. Birçokları için barış bu coğrafya için geçerlidir ama bataklıkta bir gül yetişmez. Yanıbaşımızda hergün onlarca insan ölürken, zorbaca, yalana dayalı belgelerle bir ülke işgal edilerek kendi içinde sivil halkı etkileyen bir koas yaratılıyorsa buna sırtını dönebilecek hiçbir barışsever olmaması gerekir. Bu yüzden YBH Gençlik, küresel bir barış ve adalet talebini ortaya koydu ve alanlara çıktı ama barış istencini binlerce kez ortaya koyan onlarca örgüt ve sivil toplum örgütü orda değildi...
Ayrıştıklarımız kadar ortaklaşabileceklerimiz de fazladır. Belki birleşemeyiz ama bu ülkenin geleceği için, yeniden inşası için tek yürek olarak, farklılıklarımızı kabül ederek, ilkeli, düzeyli ve dürüst olacak şekilde birlikte de çalışabiliriz.
Beklemek, ertelemek bize pahalıya mal olacağını ısrarla söylüyoruz ve işbirliğinin adresini ısrarla ortaya koyuyoruz. Şimdi tam zamanı, sokağı hemen kazanmalıyız...
O yüzden şovenizme karşı, bizi tüketen bu rejime karşı hemen şimdi hareket zamanı, sokağı kazanma zamanı...
* bu yazı 3 Ekim tarihinde yayınlanan YBH Gençlik'in yayın organı olan KARŞI için yazılmış ancak güncelliği nedeni ile Hamamböcüsü okuyucusu ile de paylaşmak istedim (yn)

8 Eylül 2003

Küçük burjuva solun birlik macerası

Birlik üzerine küçük burjuva sol çevrelerin samiyetsizliğini kapsamlı olarak “Küçük burjuva solunun felsefe sefaleti”[1] yazısında ele almıştık. Bu yazı öncesinde de çeşitli yazılarda bu çevrenin çelişkilerini dile getirmiş ve eleştirmiştik...

Bahsettiğimiz yazıda ayrıca bu çevrenin birlik yaklaşımlarını da eleştirmiş ve:

Birlik konusunda küçük burjuva solun kendi oportünist çizgisini dayatması da ayrı bir tartışma konusudur. Birlik, iş ve güç birliği, üzerinde uzlaşılan bir taktik için ortak hareket etmeye karar verenler tarafından yapılır. Teorik olarak ‘çözüm ve AB’ konusunda emperyalizmin çıkarlarına çanak tutmak, ‘çözüm ve anlaşma’ taleplerini de emperyalistler çözemezler diyerek teoriler üretenler, bu düşüncelerin ve sloganların birliğin omurgasını oluşturduğu güç ve iş birliği içinde yer almaları ahlaklı değildir. Bu bizim düşüncemiz değil, gene hain burjuva demagog Lenin söylemiş hem de Marx’dan alıntı yaparak:

"İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir." Teorik kargaşalık döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara "gözünüz aydın!" demeye benzer. Üstelik Marx'ın bu sözleri, içerisinde ilkelerin formülasyonundaki seçmeciliği şiddetle mahkum ettiği, Gotha Programı[2] konusunda yazdığı mektuptan alınmıştır. Eğer birleşmek zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marx, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik "ödünler" vermeyin. Marx bu düşüncede idi, ve hâlâ aramızda -onun adına- teorinin önemini küçümseme yolunu arayan kimseler var!”[3]

Yoksa Lenin bahsettiği Marx’ın düşüncelerini küçümseyen demagoglar bizim küçük burjuva solcular olmasın?...[4]

Evet, bu yazıdaki soru hala daha havada durmaktadır.

Marx’ın ana ilkelerinizden taviz vermeyin diye yazmasını çok fazla önemsemeyen veya ‘zafer’/ ‘başarı’ için herşey mübahtır ilkelerini kendine slogan seçenler için bunun çok önemi yoktur.

Anneme KSP’li olduğumu söylemeyin o beni BDH’lı biliyor ama babama da BDH’lı olduğumu söylemeyin...

Küçük burjuva sol olarak, anti-emperyalist birleşik cephe diyerek çıktıkları yolda birleşik bir cephe oldular olmasına ama kendi sözcükleri ile ‘burjuva-emperyalist’ bir cephe oluşturabildiler.

Kıbrıs Sosyalist Partisi’nin kendi kendilerine çıkarabildiği en önemli proje herhalde Barış ve Demokrasi Hareketidir.[5] Yıllardır söyleye söyleye oluşturduklarını iddia ettikleri bu birlik ancak daha ilk ayından fire vermeye başladı. “Büyük cephe” ilk önce 1 Eylül 2003 tarihinde gazetelere yansıyan 3 adet, ertesi günü de 1 adet açıklama ile ne kadar ekletik, birbiri ile fazla organik ilişkisi olmayan ve her an ayrışabilecek bir yapı olduğunu ortaya koymuştur.

1 Eylül’de kamuoyuna yansıyan BDH başkanının 1 eylül mesajı yanına, KSP ve TKP Genel Sekreterlerinin de açıklaması eklenince ortaya ilginç bir manzara çıkmıştı. Ertesi günü bu yarışta geri kalma niyetinde olmayan BKP de açıklama yapınca, BDH’nın ne kadar evlere şenlik bir “büyük cephe” olduğu ortaya çıktı.

BDH oluşturulurken 3 siyasi partinin açıkladığı, belli konularda uzlaşarak tek bir çalışma hattında mücadeleyi götürmeleri idi. Zaten böylesi bir sürecin ardından eğer birlik tamamsa, birlik içindeki yapılar belki birer kanat olarak yine kendi çalışmalarını ana gövdeye zarar vermeden götürebilirler ama eğer hem bir ana gövde olarak parti çalışmaları yürütür, hem de onu oluşturan partiler kendi çalışmaları devam ederse bu siyasi etik açısından hoş bir durum ortaya koymaz.

Özellikle KSP bu noktada, bu siyasi etiğe uygun olmayan çalışmalarını yürütmekte kararlı olduğunu 6 Eylül tarihinde yapılacak ‘Barış Kampı’ için Savaşa ve Milliyetçiliğe Karşı İki Toplumlu İnsiyatif tarafından hazırlanan ortak metne kendi imzasını koyarak netleştirmiş oldu.

Aslında KSP bu noktada siyasi etiğe uygun olmayan davranışını yani kendi parti çıkarlarını korumayı öne çıkaran duruşunu ortaya koymaktadır.

26 Temmuz tarihinde İnsiyatif tarafından gerçekleştirilen ilk eyleme faşist çevrelerin saldırısı karşısında, partiyi korumaya yönelik tavırlarını, yani açıklama yapmayarak tepki almama tavırlarını BDH içinde yer aldıkları çerçevesi içine oturtabilmişlerdi. Birçok faşist örgütün sözlü ve fiziki saldırı ihtimalini de içinde barındıran durum karşısında halen daha KSP ve çevresi açıklama yapmamıştır. Bizlerse onların bu iki yüzlü tutumlarını eleştirmiştik:

En sosyalistleri vardı, gece gündüz bizleri rejimle işbirliği yapmakla suçlayan ve sosyalist mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğini sayfalar dolusu anlatan, onlar da sustu...

...

Herhalde, seçim zamanıydı, demokrasi ve özgürlük Aralıktan sonra bu mahalleye gelecekti, o yüzden boşuna aramayın, aranmayın demek istedi dostlar. Dostların böylesi demode kelimeler için mücadele etmesini beklemeyin, onların işi çok ciddi, ülkeyi kurtaracaklar...[6]

Böylesi bir davranış sonrası hiçbir özeleştiri vermeyen, hiçbir açıklama yapmayan, bir ay önce saldırı altındaki İnsiyatifi sahiplenmek adına hiçbirşey yapmayan KSP, İnsiyatifin 6 Eylül tarihinde yapacağı ‘Barış Kampı’ sürecine dahil olmak istediği ortaya koyduğunda, bunun iki yüzlü ve samimi bir davranış olmadığı ve güven konusunda ciddi sorunlar yaşandığı noktasında YBH Gençlik’in itirazına rağmen hazırlanan ortak açıklamanın altına 5 Eylül tarihinde imzalarını atarak sürece taraf oldular. Bu aslında bizim için çok da yeni bir konu değildir:

Küçük burjuva solunun diğer ilginçlikleri ise, beş on tane örgüt ve gazete kurup hepsinin kurucuları kendileri oluyorlar, ayni kişi bir dönem bir örgütün başkanı diğer zaman başka örgütün Merkez Komite üyesi oluyor, uzun dönem diğer örgütünün gençlik temsilcisi olarak toplantılarına katılanlar aniden falanca partinin Merkez Komitesi gençlik sorumlusu oluyor ama diğer gençlik örgütleri ile yapılan ortak toplantıları basarak bu arkadaşlar ‘biz hepsimiz ayrı ayrı örgütüz, bizi ayrı ayrı değerlendirin’ diyebilmeleridir. Bunun da anlamı ahlaklı devrimci siyaset oluyor. Siyaset öğretmeye çalışanların aslında siyasette önce dürüstlüğün önemli olduğunu öğrenme zamanları çoktan gelmiştir.[7]

Yeri ve zamanı geldiğinde ballandıra ballandıra BDH propagandası yapıp, ne kadar önemli bir birlik olduğunu yazıp üstüne teorik yazılar döşeyebilirler ama canları çektiğinde bu çok önemli birliği terk edip kendi başlarına, kendi parti adları adına çalışma da yapabilirler...

O zaman birlik nerde başlar, nerde biter?

Bir KSP kökenli BDH’lı ile konuştuğunuzda karşınızdakinin BDH’lı mı yoksa KSP’li mi olduğunu anlamak için ne yapmak gerektiğini çok da kolay anlayabileceğimizi sanmam.

Ama yaşamda sınandığında, Cuma günü BDH’nın pankartlarını sabah yol kenarlarında tutup ‘Annan planına ammasız evet’ diyenler, Cumartesi günü KSP kimlikleri ile Annan planın burjuva emperyalist bir plan[8]olduğunu anlattığında ortaya komik olmayan ama görünüşü komik, siyasi etikle de çok yakından uzaktan alakası olmayan bir durum ortaya çıkar.

Cumartesi günkü girilebilecek polemikte orda olan ‘yoldaş’ ayni anda iki kimliğe de sahip olduğunda canı çektiği gibi, kimlikleri arasında geçişler yapabilir...

Burada diğer soru, o zaman diğer iki parti niçin kendi örgütlerini korumak ve çalışmalarını yürütmek için kendi imzalarını kullanmasılar çünkü seçim sonrası BDH’da ayrışma sürecine girildiğinde – eğer girilecekse- KSP kendi örgütünü koruyarak çıkar, BKP ve TKP de kendi kimliklerini hiç kullanmadan ve sürekli BDH içinde kalarak geçirdikleri bu süreçte kendi örgütlerini koru(ya)madan çıkarlarsa bu adil bir durum mu ortaya koyar?

O zaman soruya başka şekli ile geri döneriz: “birlik nerde başlar, nereye gider?”

Aslında diğer can alıcı soru ise eğer BDH ciddi ve alternatif bir proje ise o zaman ayrı kimliğini koruyarak eylem yapmak niçin?

Sol sapma, soldan sapma

Baştaki Marx’ın öğüdüne geri dönersek, ilkelerinden taviz vermemekten bahsediyor Marx ama bizim küçük burjuvalar için bunun çok da önemi yoktur.

BDH’nın oluşturulduğu Temmuz 2003 sürecinde, küçük burjuva sol Annan planı üzerine bir broşür yayınlayarak yoğun olarak dağıtımını yapar.

BDH alanlara ‘Annan planına ammasız evet’ pankartı ile çıkarken, BDH içindeki küçük burjuva solun bununla çok da ilgisi olduğu söylenemez:

Bu stratejinin şu andaki somut şekli Annan Planıdır. Bu plan emperyalist bir plan değil mi? İngiliz üsleri korunuyor. Türkiye ve Yunanistan’ın askeri üsleri korunuyor. Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğü korunuyor. Kimin planı bu plan? Birleşmiş Milletlerin! Kim İngiliz üs bölgelerini ‘AB Müktesabatı dışında’ tutmayı kabüllendi? Avrupa Birliği! Kim tüm bu unsurları öneren Annan Planı’nın çözüm olduğunu ilan ediyor? Avrupa Birliği? Ve Avrupa Birliği’nin emperyalistlerin, burjuvaların yönettiği devletlerin bir birliği olduğunu tespit etmek için müneccim mi olmak lazım?

Bu strateji Kıbrıs sorununu, Kıbrıs emperyalist dünya sisteminin tutarlı bir parçası olarak kalarak çözmeyi öneren bir stratejidir. Burjuva-emperyalist bir stratejidir. Bu tespitimizden vazgeçmemiz imkansız. Doğrulardan uzaklaşarak siyaset yapmak hatalıdır. İyi sonuçlara yol açmaz.[9]

Bu yazıyı doğru okursak, Annan Planı garantörlük sisteminin ve İngiliz üslerinin devamını savunan burjuva emperyalist bir plandır ve “Kıbrıs sorununu, Kıbrıs emperyalist dünya sisteminin tutarlı bir parçası olarak kalarak çözmeyi” önermektedir yani kim ki Annan planını savunur o zaman onlar da bu söylenenleri savunur. Yani eğer sokağa çıkıp ‘Annan Planına ammasız evet’ diyorsan, burjuva-emperyalist bu planı savunuyorsun demektir.

Bu arada küçük burjuva sol kelime oyunu ile ‘taktik/strateji’ kelimeleri ile oynayarak, kendi dışında Annan planını savunanları ‘strateji’leri bu olmakla suçlarken, kendilerinin de bunu taktik olarak benimsediklerini iddia ediyor:

Bilindiği gibi biz bu stratejiye (Birleşmiş Milletler çatısı altında, federal ve Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs Stratejisi – yn) burjuva-emperyalist çözüm önerisi, burjuva-emperyalist strateji diyoruz. Stratejileri bu olan partilere de burjuva-emperyalist kampta olan partiler diyoruz.[10]

Siyaseti bu kadar basitleştirebilmek ancak küçük burjuva solun işin olabilir. Ama burada anlaşılamayan unsur burjuva-emperyalist kampta olan BKP ve TKP ile – ki daha önceki bir çok yazıda bu partileri bu şekilde tanımlamışlardı- BDH diye tanımladıkları ‘büyük’ birlik projesi içinde ayni propagandayı nasıl yapacaklarıdır.

Ve yukarıdaki yazının aslında söylediği şudur, ‘siz BDH denen partiye bakmayın, biz taktik olarak oralarda olacağız, eğer biz Annan Planı dersek taktiktir, savunulabilir, yüce sosyalizm adına günah değil ama diğerleri söylerse çok da inanmayın çünkü onlar Kıbrıs’ın burjuva-emperyalist dünya sistemi içinde kalmasını istiyorlar’...

Yada kendilerinin olduğu her yeri kutsayabildikleri düşünülerek iki burjuva emperyalist parti yanlarına bir adet kutsal bir sol parti alırsa arınırlar ve aklanılar...

Böylesi yazıları ciddiye alıp, ciddi eleştiriler yazmanın olanağı yoktur ama yaşamın içinde hergün iktidara talip olduğunu iddia edenlerin bir yandan “Annan planına ammasız evet” pankartı tutarken, akşam da sokağa çıkıp Annan Planının burjuva-emperyalist bir plan olduğunu yazan broşürler dağıtmalarının siyasi etiğe uygun olmadığını birşekilde anlatılması gerekir.

Bir yandan Annan planını savunacak projeler hazırlarken, diğer yandan ona karşı broşür basıp dağıtmak, bir yandan BDH kimliği ile eylemler hazırlarken, diğer yandan KSP’li kimliği ile eylem çalışmaları yapmak çok da anlaşılır değildir. Ama anlaşılmayan diğer konu böylesi bir politik hat izleyen KSP karşısındaki diğer yapıların pasif duruşudur. Yeri ve zamanı geldiğinde BDH kitlesi üzerinden çalışmaları sürdüren, yeri ve zamanı geldiğinde KSP kimliğini ön plana çıkararak çalışmalar yürüten bu küçük burjuva çevre aslında BDH içindeki yapılara da çok net mesajını vermektedir:

sol partilerimizin bu burjuva-emperyalist stratejisine sadece ideolojik saldırıda bulunduk. Temellerimizi oluşturmak için, devrimcileri kazanmak için esas silahımız buydu. Bu silah hala daha geçerli ve gerekli bir silahtır. Elden düşürmeyeceğimiz açıktır.[11]

Küçük burjuva solcularımız böylesi savrulmalar yaşarken zaman zaman da savrulmanın ucunu da kaçırıp uçlara da kaçmaktadırlar:

Bu siyaset (Kıbrıs sorununu burjuva-emperyalist çerçevede çözmek), geçtim kuzeyde, hele hele tüm ülkede birlik oluşturmak için uygun değildir![12]

Öyle bir geçişkenli kimlik uyguluyorlar ki, herşeyi ile BDH’ya karşı çıkacak argümanları da içlerinde taşıyarak bizzat BDH içinde karşı çıktıkları herşeyi savunabilmekte ama ayni zamanda bunlarla çelişebilecek çalışmalarda da kendi imzaları ile yer almaktan uzak durmamaktalar...

Bu ancak küçük burjuva solun anlayabileceği ve üstüne kelime oyunları ile teoriler yazabileceği bir konudur yoksa siyasi etik açısından yada sol gelenek açısından bunları anlayıp yorumlamanın çok da kolay olduğu söylenemez.

Aslında özünde yaşananlar küçük burjuva solun birlik macerasıdır, macera sürüyor ama acaba nereye kadar?



[2] K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi. "W. Bracke'ye Metnin Sunuluşunda Marx Tarafından Yazılan Mektup - 5 Mayıs 1875", Sol Yayınları, s. 20

[3] Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları

[4] Küçük burjuva solunun felsefe sefaleti

[5] Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek Gaztesinin 102. sayısında Enver Maner, kendi çağrılarına uyup gelen TKP ve BKP ile BDH’nın oluştuğundan bahsediyor. BDH cephesinden bunu yalanlayan olmamasına rağmen herkesin bildiği küçük burjuva sol kendini yine boy aynasında büyük görmektedir.

[6] Çiçek getirene sopalı cevap, sol yanım hüzünlühttp://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/authors/knt/knt6_31_2003.html

[7] Küçük burjuva solun sefaleti

[9] agy

[10] agy

[11] agy

[12] agy

31 Ağustos 2003

Kime özlem duyulur?

Yeni başlayan süreçte, daha yolun başı bile sayılabilecek bir zamanda o kadar fazla ortaklaşılır ki kimi zaman, yeni bir ortak yaşam kurmak için daha erken bile denebilir ama zamanın ölçütü çok da önemli olmaz yaşayanlar için...

Sınanırken ilişki, ayrı kalınarak beş altı günlük uzak ayrılıklarla, özlem duyulması dartar yüreğini de için burkulur, bazen birine yeniden bu kadar bağlanabileceğini anlaman ama kendini yüreğinin akıntısına bırakırsın...

Aslında kırlangıçlar gibidir yaşamlarımız böyle anlarda, ‘anlamsızca’ pikeler yapılır ve dıştan her bakan yüreği ağzında seyreder bu hızlı dalışları, acaba ne zaman bir yere vuracak diye ama kırlangıç yüreğine ve sezgisine güvenir, en yükseklere çıkıp kendince çok anlamlı özgürleştirir hareketlerini ve dışındaki için ölüm dalışlarını yapar ama kırlangıç gözünü bile kırpmaz çünkü o ne yaptığı çok iyi bilir...

Ortaklaştırdığınla paylaşırken yaşamı, onsuz olunan saatler sana onu en azından yaşamının bir anından koparıp getiriyorsa, ortaklaştırdığın zamanın uzun veya kısa olması çok da önemli değildir...

Yaşama tutunurken ayrı bir zaman diliminde, okuduğun kitapta bile ortaklaştığından bir parça bulabiliyorsan, çoklu bir yaşamda uzun bir yol alınmıştır, belki insan yaşamı için çok da önemli olmayan bir zaman dilimi içinde...

Bu yüzden özlemek aslında en uzağında olanın çok uzak olmamasıdır belki de ve bu böyle olduğu sürece anlamdır ilişki...

Özlemle ilgili Oruç Aruoba’nın dizeleri takılır yaşamın bir anında “ayrılış ilişkinin kayıp çocuğudur/özlem de sevginin ikiz kardeşi” ve üstüne sözcükler yazılması anlamsızlaşır...

17 Ağustos 2003

bir kez daha seçimler üzerine

Bireyler arası polemik yada örgütler arası düzeyli tartışma zeminleri düşüncenin ilerletilmesinde önemlidir. Özellikle kendisine sol tanımlamasında bulunanlarla ayni zemini paylaştığını iddia edenlerin karşılıklı yazışmaları, bir yarışın ötesinde kendini tanımlama, diğerinden kendini yabancılaştırma istencidir de...

Çünkü en çok sorulan ‘hepsimizin zaten solcu' olduğu ve 'farkımız olmadığına göre niçin yanyana gelemediğimiz’ sorusu günlük yaşamda çok fazla kendine yer açar...

Bu tür ayrıştırmaları yaparken yeri ve zamanı geldikçe sert tanımlamalara da gidilebilir, bu yazarı bağlar ama bazı siyasi grupların yaptığı gibi mezarlıktan geçerken yüksek sesle şarkı söylemek gibi her yazılan yazının bir yerine farkını ortaya koymak için karşı tarafa ‘rejimin’ birşeyleri tanımlaması yapılması da abartılı ve yaşamda yeri olmayan bir methodtur. Gerçi bunu yapanlar şimdi seçim sürecinin en ateşli taraf(tar)ı olsalar da hala yayın organlarında ‘rejimin’ birşeyleri tanımlamalarına da ısrarla devam etmektedirler...

Bu konu en azından bu yazının şimdiki konusu değildir.

Polemik konusu olan Birikim Özgür’ün Birleşik Kıbrıs Gazetesinde ‘Niyet bağcıyı dövmek değil üzüm yemekse...’ başlıklı yazısıdır. (sayı 22, 16 Ağustos 2003)

Aslında bu yazı ile birlikte çok kısa olarak Barış ve Demokrasi Hareketi (BDH) üzerine kimi soruların ortaya çıkması ile büyük bir projenin ilk ayağı olduğu da bir gerçektir.

Birikim yazısında, YBH’nın ‘çözüm sandıkta değil sokaktadır’ sloganına değinmişti...

Önce bir küçük düzeltme, bu slogan YBH Gençlik’e aittir. Belki yazıyı yazan arkadaş için çok önemli bir ayrıntı olmayabilir ama YBH Gençlik’in yaratmaya çalıştığı gelenek üzerinden düşünüldüğünde önemli bir ayrıntıdır.

Yazıda " "çözüm sandıkta değil sokaktadır" görüşü sloganlaştırılarak YBH tarafından sahiplenilmişse de YBH’nın ortaya koyduğu politikaların özellikle “toplumla kucaklaşma” cepheleşme/birlikte hareket etme” ve “sonuca yönelik olma/çözümün önünü açma” yönlerinin geliştirilmesi gerektiği iddia edilebilir.

Bu nedenle, “çözüm sandıkta değil sokaktadır” sloganını övünç duyulası bir saptama değil, bir fırsatı heba etme olarak algılamakta ve bu yönüyle gündeme getirmekte fayda var” (Birleşik Kıbrıs, agy) denilmektedir.

Bu cümlenin analizine girmeden, doğru okuma için bir alıntı daha yapmakta yarar vardır: “BDH,... “bu sıradan bir seçim değil, BDH da sıradan bir parti değil” anlayışı üzerine inşa edilmiş bir yapı izlenimi veriyor” gibi tanımlamaları yazının içinde yoğun olarak geçtiği gerçeği göz önünde tutulduğunda, yazarın BDH’yı destekleyen/üyesi olan/sempatizanı bir konumu vardır. Bu yüzden BDH’nın pozisyonu yazarı bağlar.

Bu nedenle ilk soru şudur; YBH Gençlik birkaç hafta önce ortaya attığı ‘gelecek, sandıkta değil sokaktadır’ sloganı Birikim arkadaş için çeşitli sorular sorulup ‘bir fırsatı heba etme’ olarak tanımlanırken, BDH’nın (ve birleşenlerinin) 2 aydan fazladır gündemde tuttuğu ‘seçim değil referandum’ tanımlamasının toplumu ne kadar kucakladığı ya da birlikte hareket etme yönünün ne kadar başarılı olduğu incelendiğinde ya da “sonuca yönelik olma/çözümün önünü açma” konusuna ne kadar cevap verdiği düşünüldüğünde nasıl bir cevap bulunabilmektedir?

YBH Gençlik’in sloganı farklı platforumlarda yankı bulmuş, bizzat YBH ve YBH Gençlik üyesi olmayan köşe yazaları tarafından gazete sayfalarına taşınmış, radyo programlarında sokaktan insanlar tarafından soru olup katılımcı politikacıların önüne konulmuştur. Ve bu birkaç hafta gibi çok kısa sürede olmuştur.

Bu noktada BDH'nın sloganları ve pratiğini de incelemekte yarar vardır. 'Seçim değil referandum' ana sloganını benimseyerek, katılımcı, demokratik ve daha birçok tanımlama ile kendini ortaya koyan BDH’nın açıklamaları, birkaç istisna hariç Mustafa Akıncı imzası ile kamuoyuna yansımıştır. Bunun, yazarın ‘geliştirilmesi gerekenler’ listesindeki olguları ne kadar kapsadığı/bağdaştığı gerçek anlamda soru işaretidir.

Bunun yanında, farklı olma, farklı bir duruş sergileme iddiası ile ortaya çıkanların propaganda methodları da akıllara durgunluk vermektedir. Bizler tek adam diktasından kurtulmak ve gençliğin geleceğine sahip çıkması amacıyla tavır geliştermesi için çağrılar yaparken, sabah Lefkoşa sokaklarında BDH gençlik üyesi arkadaşlar Akıncı’nın fotoğraflarının olduğu pankartlar tutmaktadırlar. Tek adam diktasına karşı cevap tek adam diktası mıdır?

Bir radyo programında konuşan ve ardından haberi Kıbrıs Gazetesinde çıkan (17 Ağustos 2003, Pazar) BDH Gençlik Komitesi Başkanı/Sorumlusu Derya Beyatlı’nın “şimdi koltuk kavgasının zamanı değil” (agy) çağrısı olumludur. Tıpkı Birikim gibi o da “Aralık seçimleri bu nedenle sıradan bir seçim değil, kritik ve tarihsel bir referandum niteliğindedir” (agy) demektedir. Yani düşünceye oy istediğinin altını çizmektedir ama yaşama yansıyan pratikte yani sokakta Akıncı’nın fotoğrafları ile çağrılar yapmaktadır, pankartlar taşımaktadırlar. Beyatlı “seçmenin bilinçli bir seçim yapmasını istiyoruz” (agy) derken gerçek amacı düşüncenin mi yoksa Akıncı’nın mı seçilmesini talep etmektedir?

Birikim’in yazısına geri dönersek, bu, ‘geliştirilmesi gerekenlerin’ bir methodu mudur diye sormak da ilk akla gelendir...

Siz büyük iddia ve tanımlamalarla yola çıkacaksınız ama görünür kısmınız tek bir adam üzerine yoğunlaşacak, sanırım bu çok da doğru bir yaklaşım değildir...

Bu konuda kısaca bir dipnot olarak düşünceye oy isteyip, rejime karşı mücadelede seçimi bir araç gibi kullanmış YBH’nın tavrını hatırlatmak isterim. 2000 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde YBH adayı olan Arif Hasan Tahsin’in katıldığı propaganda sürecinde, YBH özellikle TV programlarında sürekli değişik isimleri programlara çıkararak kişiye değil düşüncesine yani ‘esir kampı yaşamına’ karşı çıkma ifadesine oy istemişti.

Birikim arkadaş, yazısında savrulmalar da yaşamaktadır: “Statüko karşıtlarının niyetinin “kötü” olmadığını yani niyetinin bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğunu hem Türkiye hükümeti hem de partizanlıktan bıkmış usanmış Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan herkes duysun ve bilsin” (Birleşik Kıbrıs, agy) diye yazarken ayni yazıda “BDH’ya verilecek her oy, kurulu düzene vurulacak bir balta darbesi işlevi görecektir” (agy) de yazabilmektedir. Anlatılmak istenen anlaşılsa da sanırım uslup olarak birbiri ile bu kadar çelişkili iki cümle ayni yazıda olması da dikkat çekicidir.

Ama yazıda asıl dikkat çeken:

CTP ve BDH, Ankara’ya gitsin ve sıkıntılarımızdan bahsetsin...

Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan seçimlerimize karışmayacağı konusunda bir garanti veremez ve denetleyici görevini üstlenmezse, acilen uluslararası hukukun devreye sokulması için girişim başlatılsın” (agy) cümlesidir.

Bu cümlenin neresinden başlanmalı bilinmez...

TC derin devletinden çözüm ummak, ‘geliştirilmesi gereken’ methodlardan biri olsa gerek... Ama asıl dikkat çeken uluslararası hukuğun devreye sokulması ki zaten hali hazırda Kıbrıs’ta uluslararası hukuğa aykırı bir durum vardır ve YBH bu konuda gerekli girişimi başlatmıştır. Ama sorun olan cümlenin kullanılışıdır. Yazarın ortaya koyduğu, ‘eğer Erdoğan tamam derse sorun yok, uluslararası hukuğa aykırı bir şey olmadığı için de devreye sokmaya gerek yok’...

Siz, BM’nin, Güvenlik Konseyi’nin ve AB’nin çeşitli kurum ve kuruluşları ile yayınladığı belgeleri boşverin... Onlar mı bilecek yoksa Birikim arkadaş mı? Birikim arkadaş, Tayyip Beyin cevabına göre uluslararası hukuğu devreye sokup sokmamayı düşünecek, daha ne isteyebiliriz ki...

Bu müdahale konusunda Derya Beyatlı da iddialı: “seçimlere müdahale olacak diye meydanı boş bırakmayacağız, görerek ve bilerek doğru adımlar atmaya devam edeceğiz. Müdahalelere rağmen halk kazanacak” (Kıbrıs Gazetesi, agy)

Geçmişi bilmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Herkes gönlünde yatanları söylemekte ve bunlara inanmakta özgürdür ama gerçekler de vardır ve bunlar genellikle acı verir. Soyut tanımlamalar üzerinde inanç belirtmek umudu artırır, kararlılığı ortaya koyar ama somut durumlar karşısında benzer şeyler yapıldığında yalnızca gülümseme ile geçiştirilir.

Bu noktada, müdahalelerle ilgili Meclis’in kendi kendini araştırdığı ve suç tesbit ettiği 90 seçimleri üzerine araştırma raporununun tesbitler kısmını yorumsuz yayınlamak yararlı olacaktır...

Rapora geçmeden son söz olarak şunu söylemekte yarar vardır; seçimler konusu sizin düşünce ve fikir olarak zorlamanız yada ekletik düşünceleriniz ile çözümlenebilecek bir durum değildir. Bu konuda yaşanan/yaşanmakta olan gerçekler vardır, uluslararası belgeler vardır. Bunları yok sayarak soyut teoriler ve söylemler üretmeniz bunların gerçek olmasını gerektirmez yada parametrelerden yalnızca birkaçının değişmesi de sizin ne kadar haklı olduğunuzu ortaya koymaz. Bu noktada BDH’nın seçimler üzerine soyut tanımlamalarının gerçeklerle yüzleşmesini beklemeyerek, haklı olduğumuzu izlemek istemediğimizden yazmaya devam edeceğiz, ama eğer yanılırsak da sevineceğimizi bilerek...

(ilgili araştırma http://www.cm.gov.nc.tr/tutanak/D3Y4/B65.DOC adresinde mevcuttur ama ulaşmak mümkün olmadığı için Türkçe karakter kullanılmamış hali ilehttp://www.cyprusaction.org/humanrights/elections/rapor90.txt adresinden alınmıştır.)

“Kuzey Kibris Turk Cumhuriyeti Cumhuriyet Meclisinin 1990 Cumhurbaskanligi Ve Milletvekilligi Secim Suclarini Arastirmak Uzere Kurulan Meclis Arastirma Komitesi (M.A.NO: 1/1/94)nin konu hakkindaki raporudur

Cumhuriyet Meclisi Ictuzugunun 120nci maddesi uyarinca 1990 Cumhurbaskanligi ve Milletvekilligi Secim Suclarini arastirmak uzere olusturulan komitemiz, benzeri olaylarin tekrarlanmamasi icin, cifte olcu kullanmadan, yapilanlarin arastirilmasi, tartisilmasi, bir raporla belgelenmesi ve bundan ders cikarilarak demokratiklesme yonunde mesafe alinmasi amaciyla 9 Ocak 1997 tarihli ilk toplantisi ile calismalarina baslamis, 27 Subat 1997, 29 Mayis 1997 ve 4 Haziran 1997 tarihli toplantilari ile de calismalarini tamamlamistir.

Komitemiz, konu ile ilgili olarak yapmis oldugu toplantilarda, Kuzey Kibris Turk Cumhuriyeti bassavcisi Sayin Akin Sait'in vermis oldugu bilgiler ve Yuksek Secim Kurulundan tedarik edilen belgeler isiginda detayli bir calisma gerceklestirmistir.

Komitemiz, calismalarini tesbitler ve oneriler olmak uzere iki baslik altinda kaleme almayi uygun bulmustur.

I. TESBITLER

1. Secime cok az bir sure kala Secim ve Halkoylamasi Yasasi, Ulkemiz demokrasisi ile bagdasmaycak sekilde ve demokratik cogulculugun gelismesine engel teskil eden icerikte degistirilmistir.

2. Secim yasaklari suresince BRT'den ve TRT'den yasak yayinlar yapilmistir.

3. Yuksek Secim Kurulunun belirledigi saatlerde ve konusma metni denetlendikden sonra yayin yapilmasi gerekirken, 1990 secimlerinde Devletin radyo ve televizyon kurumu verici ve yansiticilari kullanilarak, secim sonuclarini etkileyici yayinlar yapilmistir.

4. Yerli ve yabanci gazetelerde, secim gunu secime mudahale sayilan yayinlar yapilmistir.

5. Kamu calisanlarina, secime bir hafta kala yasal duzenleme bile yapilmadan, secimde avantaj saglamak amaci ile pesin maas odenmistir.

6. Secime ic ve dis mudahele ile secimin kaderi ile oynanmistir.

7. Secim gununden once ve secim gunu Muhaceret Dairesi acilarak vatandaslik ve kimlik karti verilmesi yonundeki hareketler secime mudahale olarak degerlendirilmistir.

8. Guvenlik gucleri gorevleri disinda hareket ederek, afis ve pankart indirme olaylarina karismislardir.

9. Vatani gorevlerini yapan vatandaslar, gorev yaptiklari yere en yakin sandiklarda oy kullanma hakkina sahiptirler ve oylarini bu sandiklarda kullanirlar. Ama bu kisilerin normal olarak esas bagli bulunduklari secmen kutukleri ve hangi secmen listelerine kayitli olduklari istendiginde siyasal partilere verilmediginden bu secmenlerin cift oy kullandiklari iddiasinin toplumda yayilmasina, huzursuzluk yaratmasina ve olumsuzluklara neden olmusdur.

10. Bazi adaylar saldiriya ugramis, darpedilmis ve arabalarina hasar verilmistir.

11. Daimi Secmen kutukleri burosunun surekli calismamasi nedeniyle vatandas ve secmen olmayan bazi kisiler secmen listelerine alinmislar ve oy kullanmislardir.

12. Disarida yetkili sahislar, ulkemize gelerek ve koy koy dolasarak, yurttaslara telkinde bulunarak secime mudahale etmislerdir.”

6 Ağustos 2003

Güle güle dostlar, elbet yine görüşürüz; sol yanım, çürüyen yanım

Totalitarizmin kendini yeniden üretmesi, yalnızca baskıcı güçlerin zora dayalı yöntemleri ile değil, bireylerin de sınırlı bir özgürlüğe razı olmasıyla gerçekleşir. Yaratıcılığını zorlayarak özgürlüğünü zenginleştirme çabasına girmeyen birey, var olanla yaşamayı seçer. Bu noktada düzen, bireyin onayı ile ayakta kalmaktadır artık. “Seçme özgürlüğü” düzenin sunduğu çeşitlilik oranında vardır: “ya şu ya bu”dur. (Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf, İletişim Yayınları)

Seçim sürecine girilmiş...

En keskin solcusundan, en sosyaldemokratına, bu mahallenin solcuları rejimin sunduğu seçenekler içinde kendine en uygununu, seçimle geleceği kurmayı seçiyor. Aslında onlara artık solcu demek de yanlış. Siz istediğiniz kadar solcu olduklarını düşleyip durun onların ikisi de sol-sağ cepheleşmeye izin vermeyecek olan, halkın birliği olduklarını söylüyorlar.

Adında hem barış ve hem de demokrasi olan, önce üstüne basarak vurguluyor: solun değil halkın birliği...

Onlarca yıl ideolojik kavgaya tutuştuğu Enternasyonale girmek için partisinin tüzüğüne ‘sosyalist parti’ ibaresini koyuyor diğeri, ama belli ki tıpkı üstünde değişiklik yapılan uçak biletleri gibi stickercikle yapıştırıldığı için tüzüğe, zaman içinde kayıp gidiyor sosyalist parti olma iddiası, mürrekkebi okunsa da yüreklerinde okunmuyor sosyalizm. Birkaç bildiri içinde ‘yeni bir Kıbrıs mümkün’ diye yazıyorlar, sosyalizm falan diyorlar ama mevsimler hüzün mevsimi olduğu için sağ-sol cepheleşmeye izin vermeyecek, tüm toplumla birleşeceklerinden bahsediyor partinin başkanı, 5 Ağustos tarihinde Yenidüzen Gazetesinin sayfalarına yansıyan açıklamasında. Aslında bu açıklama çerçevelenip asılması da gerek çünkü ‘sosyalist parti’ bu mahallenin en kıyak kabadayısı olduğunu efelenerek, sağa meydan okuyarak üstüne vura vura açıklıyor: “devlete nasıl sahip çıkılırmış göstereceğiz”...

Güle güle dostlar, elbet yine görüşürüz...

Aralık bir geçsin yine solculuk yapmak için geri döndüğünüzde yine görüşürüz...

Yine bize nasıl sosyalist olunacağını anlatırsız, nasıl demokrasinin savunulacağının dersini verirsiniz, sokaklarda eli sopalı dövecek adam arayanlara seçim sonrası hesaplaşmak için randevu da verebilirsiniz, çünkü şimdi bunun zamanı değildir...

Yine görüşürüz dostlar, her seçim döneminde utancınızdan mıdır nedendir bilinmez, terk ettiğiniz partinize döndüğünüzde bu devlete nasıl karşı olduğunuzu anlatırısınız bize ve manşetlere çekersiniz bizi rejimle işbirliği yapmak suçundan. Bayraklar açarsınız mitinglerde, her renkten radikalliğinizi ispatlamak için, yeter ki geçsin bir şu seçim mevsimi...

Ama şimdi hüzün mevsimidir, o yüzden terk etmeler yaşanır, herkes bulunduğu yeri terk eder, solculuğunu terk eder, demokrasiyi savunmayı terk eder, partisini terk eder, onlarca yıllık partisinin adını, amblemini terk eder...

Aklımız almaz ama soramayız, bir siyasi partiyi kendi yapan onlarca yıllık geleneğidir, sürekli ortaya koyduğu siyasi duruşudur, nasıl olur da her seçim mevsimi üniforma değiştirir gibi parti değiştirip seçime girilir diye aklımıza takılır ama soramayız...

Her seçim öncesi, onlar artık orda değil, şurdadırlar demek siyasi olarak nasıl anlatılır bilinmez ama şimdi sizin için ciddi işlerin zamanıdır, solculuculuğun değil; bu yüzden yol ayrımlarındayız...

Yine görüşürüz dostlar elbet bir gün...

Siz bize yine sayfalar dolusu eleştiriler yazar, ağızlar dolusu eleştiriler yaparsınız ama şimdi sizin için bunların zamanı değildir.

O yüzden dostlar, çürüyene, kaybolup gitmelere dair yakınmalar boşuna siz yine en haklı olansınız ve o gün geldiğinde yine görüşürüz dostlar...

Şimdi yollarımız ayrılıyor burda, siz kırmızıya ve beyaza bürünmüş bayraklarınızla buyruklar ve postallar altında bir ülkede uslu çocuklar olarak iktidara yürüyün...

Efendilerin çizdiği kurallar ile özgürlüğe yürüyün, varsın bu kez Gündüz Vassaf yanılmış olsun, özgürlükleri genişletmeye ne gerek var, siz tüm halkın kitle partisi olun...

Hüzün mevsimi geçtiğinde yine görüşürüz...

31 Temmuz 2003

Çiçek getirene sopalı cevap, sol yanım hüzünlü

Bir süreci daha yaşadık.

Öyle böyle değil sol dediklerimizi de bir kez daha tanıdık, sağ dediklerimizi de...

Demokrasi savunucularını da tanıdık, barış istediğini söyleyen milliyetçileri de...

Nelere gördük, neler yaşadık anlatılası değil ama o en sıcak günde, dost merhabası ile güne başladığımız da gerçektir...

Neler gördük şu 3-5 günde, dostlarımızı da gördük, kağıt üstündeki demokrasi kaplanlarını da...

Ne adınızın içine demokrasi kelimesini almanızın, ne de tüzüklerinizin ve programlarınızın içine onlarca insan hak ve özgürlüklerine saygı kelimesini yazmanızın, yaşamda sınanmıyorsa, kelimelerle anlatılanın değeri olmuyor, bunu da çok net gördük...

Çok şey öğrendik bu 3-5 günde, CTP Gençlik Kolları eylem sonrası basın açıklaması yapıyor ve “bu eylem nedeni ile CTP Gençlik Kollarına çamur” atıldığını iddia ediyor. Nedeni basit, bu eylemin CTP Gençlik Kolları tarafından düzenlediği iddia edilmişti. Yani Türkçesi ile CTP için bu eylem bir çamur atma, yani...

Yanisi yok aslında, onlar bu eyleme nasıl baktıklarını açıkladılar, kim ne anlamak isterse anlar, Türkçe bilgisi olan da bu cümleden ne anlanması gerektiğini anlayabilir. Bir eylemi beğenmeme veya katılmama elbette herkesin hakkı ve bir eyleme birileri katılmıyorsa bunun eleştirisi de en az katılmama hakkı kadar doğaldır. Ama bazen öyle cümleler sarf edilir ki, hem katılmaz, hem de eyleme sözcüklerin oyunu ile saldırırsan, onu küçültmeye çalışırsan sonrasında sana gelecek eleştirileri de kaldırmak zorundasın ama CTP Gençlik Kollarından dostların buna da tahammülleri yok.

“CTP Gençlik Kolları olarak bizim ismimizi kullanarak akılları sıra CTP’yi kötülemeye çalışan söz konusu kuruluşların ve bunların CTP’yi toplumdan uzaklaştırmak için gece gündüz yalan ve hiçbir ahlaki ve basın değerine sığmayan, çirkin söylemlerini kınıyoruz”

Bu cümlede net aslında anlatılan, bu eylem aslında yapanı toplumdan uzaklaştırır diyor dostlar, o yüzden bizi bulaştırmayın, biz toplumdan uzaklaşmak istemiyoruz ve böylesi bir fena eylemle ismimizi anmayın ki partimiz kirlenmesin...

Varsın biz kirli kalalım, dostlar bu eyleme katılmayarak isimlerini de böylesi ‘kirli eylemlerden’ sakınarak korusunlar, varsın onlar da yeni bir Kıbrıs’ı kurmayı hayal etsinler, bizler de...

Biz kirlenerek böylesi eylemlerde yolumuza devam edeceğiz. Rejimin dayatmalarına karşı, uslu çocuk olup vitrinlerinde süs olmayı red ederek, yaramaz bir çocuk olarak kalacağız ve onları hep üzeceğiz.

Değişim mevcut durumla uzlaşarak değil, onunla çelişerek kendine yer açar ve kendini statükoya karşı dayatır, tarih boyunca bu böyle oldu ve bundan sonra da farklı olması beklenemez...

Sol yanım, en çok yaralı yanım...

Neler gördük şu 3-5 günde adına hem barışı hem de demokrasiyi alan Hareketçiler, ellerine sopalarını alıp Muratağa’da dövecek adam arayanları göremediler, tek satır açıklama yapma gereği bile duymadılar.

İçlerinde kimler yoktu ki...

En sosyalistleri vardı, gece gündüz bizleri rejimle işbirliği yapmakla suçlayan ve sosyalist mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğini sayfalar dolusu anlatan, onlar da sustu...

En radikalleri de vardı ki alanlarda Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı açarak bunu ispatladıkları hayaline kapılanlar; gece gündüz işgal kelimesi geçen onlarca yazılar yazdılar, kendilerine en büyük muhalif ünvanını uygun da gördüler, ama onlar da sustu...

Bu ülkenin ana muhalefet partisiydiler, askerle takıştıklarını iddia ederek demokrasi havarisi kesildiler, ama onların da sopalılara söylecek sözü yoktu...

Herhalde, seçim zamanıydı, demokrasi ve özgürlük Aralıktan sonra bu mahalleye gelecekti, o yüzden boşuna aramayın, aranmayın demek istedi dostlar. Dostların böylesi demode kelimeler için mücadele etmesini beklemeyin, onların işi çok ciddi, ülkeyi kurtaracaklar...

Neler çektik ey halkım, kurtarandan kurtulabilmek için ama gene birileri çıkabiliyor kurtarıcı olarak. Aslında kurtarıcıdan sakınmak gerek ama neylersin birileri karar verdiyse, sana sormasına gerek yok, o seni senin adına elbette kurtaracaktır...

Neler gördük şu 3-5 günde...

Oturmuşlar çarşaf çarşaf, koca koca bayrakların ardına, ağızlarından tükrükler saçarak, çirkin ve insanlığı utandıran sözler söylüyorlar. Diğerinin acısına saygıları yok, diğerinin kaybettikleri için ‘geberilmiş’ diyebilmekteler...

Onlar bunları söylerken insanlığımız utandı, üzülemedik ama yalnızca utandık...

Toprak koyup diğer toprağı kirleteceğimizden söz ettiler, gene utandık, gene üzülemedik, biz öyle bir şey demedik diyemedik, ne diyebilirdik ki, toprağın toprakla kirleneceğini iddia edene...

Onlarca can verdik bu topraklara, savaşlara karar vermemiş, savaşlarda taraf olmamış onlarca sıradan binlerce Kıbrıslı’nın yaşamına mal oldu geçmişte yaşananlar. Bir kez daha olmasın diye Kıbrıslı Türklerle Rumların ortak girişimi ile çiçekler bırakmak istedik, Muratağa’da, Nazi Almanya’sından ödünç alınıp oraya monte edilmiş SS Subayları çıktı önümüze, Mussollini’nin İtalya’sından Kara Gömlekliler de vardı aralardı. Ellerinde sopaları, yumurtaları ile çiçek getirene kendi anlayışlarına uygun cevap vermek için dizilmişlerdi...

Utandık ama üzülemedik. Demek dünya savaşlarına neden olan faşizmin ruhu hala yaşıyor ve onlarca acıya rağmen hiçbirşey öğrenememiş olanların Muratağa nöbetlerini gözlerimiz dalarak izledik. Demek hala daha kinleri ile adam öldürebilecek olanlar var. Demek ki hala da çiçek getirene öfke ile sopalı karşılama töreni hazırlanıyorsa, barışa çok uzağız herhalde...

Aslında hiç de uzak değiliz, yalnızca 5-10 kişiydiler. Bu toplum onları sahiplenmemişti ama gene de utandık ama üzülemedik...

Utandık hem de çok utandık, Mağusa Kaymakamının Girişimin temsilcilerinin ailelerini arayarak bizzat tehdit etmesinden utandık, ellerine sopaları alıp oralara gidenlere hiçbir soruşturma açamayanlardan utandık, onlara destek verenlerden de utandık, demokratik ve çağdaş bir ülkede olsak böyle mi olurdu dedik kendi kendimize ve bir kez daha utandık...

Kimileri katıldıkları şoven savaş törenlerinden kafalarını uzatıp, şimdi zamanımıydı diye eleştiriler yaptı, kimi oturduğu koltuktan güzel eylem dedi amalı şekilde bitirdi köşeyazılarını, kimi orasını burasını, zamanını beğenmedi, olsun biz kucaklaşırken diğerinin acısı ile ve dini, dili, rengi ve ırkı ne olursa olsun bu ülkeyi ortak vatan sayanlarla bir kez daha olmasın diye ortak mücadele için sözleşirken yaptıklarımızla huzurluyduk...

Kucaklarken 15 yaşında savaşta öldürülen Vasilia Georgiu’nun ailesini, acılarına ve göz yaşlarına ortak olurken, isterdik ki kucaklayabilelim Muratağa’daki ailelerin acısını da ve onların gözlerinin içine bakarak bu acıları bir daha kimse yaşamasın diye en acı olanı sahiplendiğimizi ve kurmak için yeni bir Kıbrıs’ı kararlılığımızı anlatabilmek isterdik...

Anlatamadık ama devam edeceğiz...

Varsın birileri ürksün, varsın ‘sayı önemli değil, 3 oy 3 oydur’ diyen kurtarıcılar kaybetmemek için oycuklarını, yutkunarak seyreylesinler, birileri ‘kirli’ eylem diyerek katılmasın. Varsın birileri bu defaya da silahlanıp gelsin...

Sözümüz var yarınlara, o yüzden geri geleceğiz...

20 Temmuz 2003

Düş yolculuğunda pusulasını kaybeden sol...

Bir süredir, Kıbrıs’ın kuzeyindeki sol üzerine onlarca yazılar yazdım, tartışmaya, tartıştırtmaya çalıştıklarım oldu ama ‘şimdi bunları mı konuşacağız’ cevapları arasında sözlerimiz kaybolup gitti...

Sol bir süredir iyice dibe çöktü. İyici anlamsızlaştı. İyice sözü dinlenmez oldu. Eleştirdiği rejimin kendisine benzedi.

Yazıya girmeden ‘sol’ tanımlama üzerine Ragıp İncesağır’ın Gelecek dergisindeki yazısı için yazdığı dipnotu buraya da almak isterim:

“Solun ne olup ne olmadığına ilişkin bir tartışmanın yaşanması gerektiğine tabii ki ben de inanıyorum. Ne var ki, solculuğun bizim analizlerimiz dışında da bir "aktüel" anlamı var ve bu anlamı ortaya çıkarıp; onunla hesaplaşmadığımız sürece solculuk, "hepimizin" ortak adı olmaya devam edecek. Yoksa tabii ki nasıl olsa "onlar solcu değil ki; solcu biziz" kolaycılığıyla ya da "bir kısım sol" diyerek saydığım problemlerin bizden uzak olduğunu zannedebiliriz. Böylece kendimizi de kandırabiliriz. Yok; böyle yapmayalım. Solu şimdilik kaydıyla, hepimiz olarak tanımlayalım. Böylece, bu vesileyle sadece "onlara" değil, kendimize de bakalım.” [ Yalan... Riya... Demagoji ve Sol , Ragıp İncesağır, Gelecek Dergisi Sayı 11 / Temmuz-Ağustos 2003]

Yazıya geri dönersek, sol pusulasını kaybedeli epeyi oluyor, yönünü bulmak için kuzey yıldızını da görmek istemiyor niceleri. Kendi yaşam alanına sıkıştırdığı zamanların, kendi dergahındaki ayinlerin, törenlerin dışında sol sözcükleri kullanmıyor...

O kadar ki seçim sürecine girilmesi için zorlandığımız bugünkü koşullarda, en militan solcunun bile ağzından duyduklarımız tüylerimizi diken diken etmeye yetiyor. Militan acı acı dert yanıyor ‘başka ne yapabiliriz ki, elimizde başka ne olanağımız var, alanlara çıktık da ne oldu, ne değişti’. Anlaşılan militan dertli. Dertli olması doğal çünkü usta diye baktıkları ona düş kurmayı unutturdu. Yeni kuşağa, düş kurmak yerine gerçekçi olması öğretildi. Düşlerimiz kadar özgür olduğumuzu söyleye Che’nin t-shirtleri giyip onun gibi yaşama ağırlığını kaldıramayan bir sol kuşak yetişiyor. Sol hep ütopyası peşinde koşan ama ütopyasanında boğulmayandı:

“Bir hayalin izini sürmek, "imkânsızı istemek" hep en büyük özelliğimiz olacak. Bizi daima isyancı kılacak. Uyumsuz, huzursuz kılacak. Bu zalim zamanın gerçeklerine teslim olmayacağız hiç. Ütopyamızı, adamızı hiç kirletmeyeceğiz” diye yazıyor yazar ama acı acı da ekliyor: “Ama... Ama bu, muhayyel bir halk ile muhatap olmak; onunla konuşuyormuşuz gibi yapıp kendimizle konuşmak; halkta, onda olmayan bir takım erdemler görüp, yüceltmek, iki eve gidip mahalle çalışması, üç işçi tanıyıp proleter hareket kurduğunu sanmak anlamına gelir mi? Çelişki gibi görünse de kurgulanmış, sanal bir halk için dövüşmek, ölmek, onun adına "infaz" etmekle; halkın sahici yüzüyle karşılaşmaktan korkarak, mümkünse ona hiç dokunmamak aynı sorunun farklı yüzleri. Bu yüzdendir ki, uzunca bir zamandır sol, kendinden başka kimseyi siyasetin konusu, öznesi, muhatabı yapamadı.” [agy]

Neysa bizim sol için bunlar yine de şimdi tartışılma zamanı olmayan konular olacak, şimdi daha önemli işleri olacak. Halk onlardan birlik kurmalarını istemişti, onlar da kuracaklar. Kursunlar ve ‘büyüklerin’ dünyasında yerlerini alsınlar:

“Sokaktayız... / Çocuklar / bilyelerini paylaşan / ağız dolusu gülen / avaz avaz bağıran / kedilerle oynayan / duracağı yeri bir türlü bilmeyen / bisiklete binen / zıp zıp zıplayan / yanlış yapan / düş kuran çocuklar...

Herşeyin karşılıklı olduğunu bilen, nerde durulacağını söyleyen, ‘karını maximize eden’, kin tutan, Mersedese binen, televizyonlardan çıkardıkları savaşları izleyen büyükler” [Otonom Dergisinin Arka kapağı 2. Sayı Aralık 2002]

Rejime karşı mücadele, çoğu zaman çocuk olmayı bilmektir büyüklerin dünyasında...

Özgürleşme, önce bireyden başlanmalıdır ki birey özgürleştikce çevresini de özgürleştirebilmeli...

Ama kendini büyüklerin dünyasına kısarsa birey, başka neyimiz var ki derse militan, o zaman onun önce kendi ile hesaplaşması gerek...

Başlamalı okumaya sistem karşıtı hareketlerin tarihini, nerden nereye gelindiğini, nereye gidildiğini...

En basitinden başlamalı, küreselleşme karşıtlarının öykülerinden de yararlanabilir ama bir yerden başlamalı ve militan, önce kendini özgürleştirmeli...

Umudu yeniden kazanmalı, düş kurmayı öğrenmeli sağın her türlü kirlenmişliğinden de kurtulmalıdır:

“ “Yeni bir dünya”yı tahayyül etmek, imkânlarını araştırmak ve bunun için kavga vermek demek olan solculuk, yalanı ta başından beri lanetlemişti aslında. Yalan, eski dünyaya ait; “egemenlerin durumlarını korumak, daha çok sömürmek ya da kitleleri daha fazla uyutmak” amacıyla kullandıkları bir yöntemdi. Gerçek ise devrimciydi.” / “Propagandanın, yalın sözün kifayet etmediği, her türlü ilişki kurma çabasının karşılıksız kaldığı bu yeni durumda sol, burjuva siyaset tarzının gücü karşısında yenilgisini sessiz sedasız kabul etti. Bükemediği bileği öptü. “Madem bizim yöntemimizle olamıyor, o zaman biraz da onların nasıl başardığını anlayalım; görelim; deneyelim” dedi. Kanımca yalan ve riya böyle bir sürecin sonunda bulaştı sol siyasete.” / “ “Seçimlerde yüzde 10 barajını aşıyoruz” yalanı böyle bir yalandır. Taammüden söylenmiştir. Yalancı, seçim sonrasında böyle bir yalanı “seçim sonuçlarını etkileyeceğini düşünerek söylediklerini” itiraf etmiştir. (Seçmenin bu yalandan etkilenmediği gerçeğini bir yana bırakalım.) Asıl düşündürücü olan, yalanın siyasette bu kadar açık açık ve utanmadan kullanılması neden hiç tartışılmamış; ciddi hiç bir tepki almamıştır?” / “Yalan solda sadece bir “göz boyama” aracı olarak kullanılmaz. Bir ideolojik mücadele aracı işlevi de görür. Bugün, asgari ahlaki kurallar bile bir kenara bırakılıp, hiç bir politik çözümlemeye gerek olmadan, siyasal muarızlar istenildiği gibi suçlanabilir.

Filancaların “sosyal demokrat, şoven, marjinal, AB’ci, neo liberal, beyaz Türk” vs. olduğunu savurursunuz ortalığa. (Ufuk Uras için Aydınlık dergisinde yazılanları unutacak mıyız? [Burda okuyucu bu örneği Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek Gazetesinin YBH için yazdıkları şeklinde de okuyabilir (yn)]) Nasıl olsa ne taraftarlarınız ne de 3. şahıslar size “neden, nasıl vardın bu kanıya?” diye sormayacaklardır. Söz yine, uçuşan bir tüy hafifliğinde, hiç bir karşılığı olmayan haliyle boşlukta kalacaktır.” / “Yalan söyleyerek, bunu bile-isteye, bağıra bağıra yaparak, gerçeklerle ve ilkelerle istediğimiz gibi oynayabileceğini sanarak, en önemli kozunu da kaybetmiyor mu? Solu çekici kılan ne kalıyor geriye? Umudu yalanla mı büyüteceğiz?” [Gelecek dergisi agy]

Evet, sol siyaset sağlaştıkça, umudu yalanla mı büyüteceğiz sorusu en ağır şekli ile kendini dayatıyor. Bizim sol, büyüklerin dünyasında yerini alıyor, karşılıklarını arıyor siyasetinin, düşünü, ütopyasını terk ediyor. Ağzında sakız ettiği ‘halk istiyor’, ‘halkın birliği’, ‘halkın talebi’ gibi ağdalı laflarla dönüştüremediği kitlelere atıflarda bulunuyor ve kendi dönüşümüne kılıflar arıyor. Dönüşüyor, dönüştükçe kendi olmak çıkıyor, kendi olmaktan çıktıkca hareketin militanının morali bozuluyor, yalnızlaşıyor, kendinin bile inanmakta zorluk çektiği alanlara sıkışıyor. Başka ne yapılabilir sorusunun cevabını bulamıyor. Sınavda, tam da biz burasına çalışmadık diyerek haylazlığını örtmeye çalışan öğrencinin masumiyetine bürünmeye çalışıyor ama bürünemiyor çünkü kaç zamandır hiç ders çalışmadı ki. Son neyi okumuştu ki militan?

“Solcu bir radyoda programcı, geçenlerde hükümet hakkında heyecanlı heyecanlı konuşuyordu: “Halkımız bunu istemiyor. Halkımız, özgür demokratik bir ülke istiyor. Halkımız yüzbinlerce kişiyle meydanlarda bunu haykırıyor...” falan. Keşke gerçekler söylediği gibi olsa. Ama maalesef değil. Bunu tespit etmekle başlayacak herşey. Milliyetçi için de millet, aynen böyle muhayyel bir kavramdır. Aslında var olmayan, onun tahayyül ettiği, olmasını istediği bir şeydir.

Karar vermeliyiz; halk bizim için de böyle bir şey mi? Onu uzaktan sevmek aşkların en güzeli mi?

Benzer bir kendini kandırma hali de zaman konusunda yaşanır. İster halka ister kendimize söyleyelim; yalan bize ait değil. Eski dünyadan ödünç alınmış her şey gibi, örgüt yapılarımız, dilimiz ve düşünme sistematiğimiz gibi, yalan da, bizi kendi dünyasına mahkum ediyor. Oradan çıkma olanaklarını elimizden alıyor. Bizi çirkinleştiriyor.” [agy]

Çirkinleşiyoruz, halkın birliği lafazanlıkları arasında, ağız dolusu kendimizin bile inanmakta zorlandığımız öyküleri anlatırken de çirkinleşiyoruz. Sol düşünü kaybedeli çok oluyor. Sol düşünü kaybedeli burjuvaziyi taklit ediyor “ama hiç bir şey burjuvaziyi taklit etmenin mazereti olamaz” [agy], sol bunu algıladığında kendi olacak ama anlamak için çaba sarf etmesi gerek...

Düşlerimiz kadar özgürüz diye yazıyor militanın t-shirtünde ama militanın düşleri işgal altında. Hem kelimenin tam anlamı ile işgal altında, hem de soyut anlamı ile... Sıkıştığı coğrafyada hem somut, hem de soyut özgürleşmesi gerektiğini anlayamadan, başka ne yapabiliriz ki sorularını yüksek sesli mırıldanmayı sürdürüyor.

Sol, sağlaştıkça, ona benzedikce umut olmaktan çıkıyor, umudu büyütmek için önce özgür olmak gerek ama militanı artık özgürleşmek de korkutuyor çünkü halkın birliğini, halkın kurtuluşunu istememek, aforoz edilmekle ayni anlama geleceği de öğretilmiş kendisine. Madem halkın birliğini isteyeceğiz o zaman başka bir şey yapmak gerek yani sağlaşmak gerek...

Umudumuzun üzerine kar yağıyor. Umut kar altında, yaşam kar altında.

Kar altında yaşam için önce bireyin özgürleşmesi gerek...

Yaşam kendini bir kardelenin tomurcuğunda saklamakta, umudu büyütecek yarının sıcaklığını hissettiği gün, kendini boylu boyunca örten karlara rağmen yer altından gün sıcaklığına çıkaracak, hüner kardelene yaşam alanı açmakta...

2 Temmuz 2003

'Gün birlik olmak günü'ymüş!!

Ve döndük yine birlik sorununa. Birlik sorunu üzerine yazılan ve yazılacak yazıların asla sonu gel(e)meyecektir. Ancak tüm tartışmalar boyunca ortaya konması gereken asıl çaba, ‘bu süreçte yanyana durma olanağı ortaya çıkmadı ama bir sonraki süreçte yanyana gelinebilir’, bu yüzden eleştiri ve pratikler de bunu karşılayacak düzeyde olmalıdır. Geçmiş süreçte bizlerin de dozunu fazla kaçırdığımız eleştiriler olabilir ama yaşam bize bazı şeyleri öğretebilmelidir.

Düşman kelimesi ağır bir tanımlamadır ve ortaklaşma imkanı olanların birbirlerini ‘düşman’ terimi ile tanımlamaları bir sonraki sürecin de önünü tıkar ve bir sonraki süreçte ‘düşman’ olarak tanımlananın birlik sürecine yanaşmama hakkını doğurur[1]. Militarist[2] olmayan bir düşünce biçimi ile bakıldığında ‘birlik’ çağrısı yapılır, birlik olma emri verilmez. Eğer emir değilse herkesin kendi yolunu seçme hakkı vardır. Ama militarist bir bakış açısı ile bu emirdir ve emre uymayanlar da çeşitli tanımlamalarla tarif edilebilirler[3]. Demokratik yapılanmalarda bu kabul edilebilir bir davranış değildir. Bu emre itaatsizliği düşman sınıflaması ile de tanımlanması sonrası süreç başka bir boyutta devam eder.

Sözde Sosyalist Parti, militarist bir eğilimle birlik emri verdi ve emre itaat etmeyenleri düşman saflarında yer almak suçladı. Bu suçlama sonrası ortaya çıkacak tüm ayrılık süreçlerinde sözde Sosyalist Parti sorumlu olacaktır.[4] Ama bunu örtmenin yolu da yine militarist fetvalar çıkararak kendi yüce gölgesi altında toplanma önerilerini sürekli sunarak, bilgiyi manipüle ederek, günde 50 kez birlik sözcüğü geçen açıklamalarla ne yüce bir birlik taraftarı olduğu ortaya konmasıdır. Ancak yüce birlik dergahı şeyhlerinin unuttukları, birlik önerisi yaptıkları yapıların çoğu sürecin birinde kendi tanımlamaları ile düşman saflarındaydı. O zaman yapılması gereken dergaha katılmak için düşman saflarında olanların tövbe etmesi yada yüce birlik dergahının şeyhinin af çıkarmasıdır. Ancak aslında murat edilen birlik değil herkesin, kendi yüce gölgesinde toplanması olduğu için bunlar aslında takkiyedir ve sokaktakilere ne kadar büyük ve yüce bir birlik savunucuymuş gibi davranabildiğini ortaya koyabilmektir. O yüzden yüce birlik dergahının şeyhi çağrılarını sürdürür, emirler, fetvalar verir, katılmayanlar ise kafirdir. Kafirlikten tövbe edilerek mi yoksa afla mı dergaha katılınabilir bunun bir el kitabı olsa gerek!!!...

Bir olalım birlik olalım amma benim saflarımda

Haziran ayının son günlerinde TKP, BKP ve KSP gençlik örgütleri ‘gün birlik olma günüdür’ başlığı ile bir bildiri dağıttı. Dönüp bunu çok okunan gazetelerde de tam metin yayınlattılar.

Aralık 2002 tarihinden başlayarak uzun süre çeşitli kesimlerden gençlik örgütlerinin oluşturduğu ‘Geleceğimizi Kurtarma Operasyonu’ (GKO) içinde farklı kesimlerde binlerce genç çeşitli düzeylerde çalışmalar yapmıştı.

16 Nisan sonrası bir kaç kez toplantılar yapılabilmiş ama sonuç alınamamıştı. GKO içindeki onlarca örgütün oluşturduğu ‘birlik’ hiçbir gerekçe gösterilmeden ‘pratik olarak’ çeşitli gençlik örgütleri tarafından çalışamaz hale getirilmişti[5]. Bazı gençlik örgütleri ‘biz yeni birşey kurmaya karar verdik’ deyip çıkıyorlar ortalığa ve başlık da atıyorlar ‘gün, birlik olma günüdür’. Ne bir eleştiri, ne de çekilme kararı ve sanki de birileri birlik olmaya karşıdır da onlar birlik olacaklar. GKO zaten birlikti ve on binlerce genç Kıbrıslıyı sokağa çıkarabilmişti. GKO dururken, onu ortadan kaldıracak koşullar açıklanmadan birlik çağrısı yapmak kelimenin diğer anlamı ile işin komik/acı tarafı ‘birliği’ ortadan kaldırıp, GKO ile ilgili tek kelime etmeden küçük hesapları bırakıp(!!) ‘birlik olma’ çağrısı yapılmasıdır. Yavuz hırsız ev sahibi bastırırmış, hem birliği dağıtacan sonra da bunları yazacan, bu kabul edilebilir bir siyasi yaklaşım değildir.

Hade var sayalım GKO konusunda mazeretleri var, o zaman parti gençlik örgütleri ile ilgili sorunları nedir?

24 Nisan 2003 tarihinde Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP) gençlik örgütünün çağrısı üzerine BKP binasında YBH Gençlik olarak kendileri ile toplantı yaptık. Bize dediler ki, ‘TKP ve KSP ile oturduk ve şu taslak ortak deklerasyon çerçevesinde yeni bir birlik olacağız, ne düşünürsünüz?’ Bizim yanıtımız ise, çözüm için mücadele konusunda GKO sürecinin devam edip edemeyeceğinin önce sorgulanmasını ve sonuçlandırılmasını; taslak bildiri konusunda ise görüşümüzü resmi olarak kendilerine en kısa sürede bildirebilmek için ivedi olarak bizlere ulaştırılmasını istedik. O tarihten sonra bir daha BKP gençlik birimi tarafından bu konu ile ilgili YBH Gençlik aranmadı ancak gene de bizler zaman zaman BKP gençlik birimindeki arkadaşlardan bu bildiri taslağını talep ettik. 22 Mayıs tarihinde yine BKP ve KSP gençlik örgütlerinin çağrısı ile Yakındoğu Üniversitesindeki faşist saldırı konusunda CTP Gençlik Kollarının da katılımı ile BKP’nin binasında toplantı yapıldı ve toplantı sonunda birlikte hareket edilmesine verilen öneme dikkat çekilerek birlikte nelerin yapılabileceği değerlendirildi. İlk etapta BKP gençlik birimi tarafından bir taslak bildiri hazırlanacak ve tüm gençlik örgütleri bunu en kısa sürede değerlendirip gerekli düzenlemeleri gerçekleştikten sonra basına dağıtımı yapılacaktı. Bu konuda da BKP gençlik birimi üzerine düşeni yap(a)mamış, bildiri de hazırlan(a)mamıştı. BKP gençlik örgütü birlikte hareket için çağrı yapıyor, toplantı organize ediyor ama sonrasında yapılması gerekenleri yerine getirmeyerek aslında birliktelik konusundaki olanakları da tüketiyor. Bu birlikteliğe hiçbir şey kazandırmaz tersine birlikte hareketin önünü tıkar...

Daha önce de sorumsuzluk konusunda KSP gençlik birimi ile de bazı sorunlar yaşanmıştı[6]. Gençlik örgütleri arasında hazırlanan ortak bildirilerin Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesinde yayınlanması dışında, YBH Gençlik’in 5 Nisan 2003 tarihinde TC Elçiliği önünde ‘TC bu coğrafyadan sorumludur’[7] başlıklı eylem sürecinde de sorumsuzluktan kaynaklanan sorunlar yaşanmıştı. 27 Mart 2003 tarihinde YBH Gençlik’in çağrısı ile YBH’nın merkez binasında toplanan BKP ve KSP gençlik birimleri temsilcileri, ortak eylem önerisini değerlendirmişler ve TKP Gençlik Kollarının da toplantıya çağrılabilmesi için toplantı 31 Mart tarihine ertelenmişti. Kimi zaman eylem sürecinde saatlerin bile önemli olduğu bilinen bir gerçektir. 31 Mart tarihine kadar KSP gençlik birimi tarafında YBH Gençlik hiçbir şekilde bilgilendirilmemiş ve toplantı tarihinde de TKP Gençlik Kollarına haber verilmediği , zaten eyleme de katılmayacaklarını açıklamışlardı.

Tüm bu süreçlerin hatırlanmasında yarar vardır çünkü birlik istediğini söyleyen ve ‘günün küçük hesaplar günü değil’ diye yazanların pratik olarak ortaya koydukları önemlidir.

Gazetelerinde YBH’ya ve onun gençlik birimine karşı seviyesizce[8] ve yalana dayalı[9] yayınları uzun süredir sürdüren sözde Sosyalist Partinin en büyük birlik taraftarı olması[10] ama sorumluluk konusunda umarsızlıkları/duyarsızlıkları ve bunun sonucu birlikte hareketi tıkamaları sürekli hatırla(tıl)(n)ması gereken bir gerçektir.

Ortaya koydukları birlik çağrısı yalnızca kendilerini bağlar. Toplantı yapılmış sonrasında tekrar bilgilendirilmediği koşullarda YBH Gençlik’i zan altında bırakacak şekilde bazılarının sokağa çıkıp bildiri dağıtarak, gazetelere çıkıp birlik nutukları atarak çağrılar yapması da yalnızca kendilerini bağlar. Kimse kendi sorumsuzluğundan dolayı herhangi bir örgütü zan altında bırakamaz. Bu hiçbir etik kurala sığmaz.

Birlik, birbirine güvenen, inanan taraflar arasında, eşit düzeyli tartışmalarla oluşturulabilir. Yoksa üç beş şefin çağrısı ile kendini Kaf dağı tepesinde sanan örgüt yöneticileri ve onların dergah üyelerinin nutukları ile birlik sağlanamaz.

Farklılıkları tolere edemeyen, görünürde solcu yaşam alanında sağcı örgüt yöneticilerinin pratikleri ile aslında birlik değil kendi koltuklarını garantiye almak niyetleri rahatlıkla görülebilir.

Evet, ‘gün birlik olma günüdür’ ama böyle değil!!!...

Birlik olabilmek için gün önce arınma ve özeleştiri günüdür...



[1] Bu konuda Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek (KSG) gazetesi sürekli bu tanımlamaya uygun bir yayın yapmaktadır. Son olarak 97. sayıda ‘Birlik Sorunları’ isimli makalede: “Deklerasyona uyunuz veya gideceğiniz yere gidin! Çözüm düşmanlarının safina yani” (abç)

[2] Militarizm kelimesi rastgele seçilmiş bir kelime değildir. Militarizm yalnızca askeri düzeni anlatan bir kelime değil, sivil yaşamda da ifadesini bulan bir davranış ve yaşam biçimidir. Militarist yaklaşım askeri kurgu ve kuramlara uygun olgu ve olaylara yaklaşım olarak çok kısa özetlenebilir ve bu yalnızca haki renkli üniformalılara özgü değildir...

[3] KSG’nin 97. sayısında bunula ilgili onlarca örnek vardır. Başyazıda: halkımız tarafından cezalandırılmalarını, seçime katılırlarsa seçimlerde bir tek oy bile alamaz duruma düşürülmelerini, seçime katılmazlarsa tüm örgütlerden dıştalanmalarını beklemek hakkımız.” Kendine hak olarak gördüğü, kendi safında olmayan için yok olup gitmesidir. Ayni şekilde yazının sonunda “Bu talebe uymayanları halkımız aforoz edeceği açıktır” demek gene militarist bir yaklaşımdır. Çünkü genel bir kütle/kitle olduğu ve bunun kendi emirlerine uygun hareket etmesi gerektiği yaklaşımı ile, farklılıkları yok sayarak bir durum tesbiti yaratılıyor. Yani halkın ‘büyük çoğunlu’ yada benzeri eklerle istisnaları gözeten bir yaklaşım değil, genelleştirilmiş ve sürüleştirilmiş bir tanımlama ile ‘halkın’ birilerini kendi isteklerine göre aforoz edeceği deklere ediliyor.

[4] Bu küçük burjuva sol kesim konusunda da uzun bir değerlendirme yazısı da yazılmıştı:http://www.yenicag-net.com/muratkanatli/ksp/index.htm

[5] Bu konu aslında sürekli kendini tekrarlayan bir sorundur. Gençlik örgütleri çeşitli nedenlerle bir araya geliyorlar ama birlik süreci tamamlandığında açıklama yapmak yada bu konuda değerlendirme yayınlamak çok da alışılmış bir davranış biçimi değildir. YBH Gençlik Ağustos 2002 başlayan süreci kendi açısından sonlardığını Aralık 2002’de yayınladığı açıklaması ile ortaya koymuştu. Bu ayrışmanın ana nedeni gene KSP gençlik birimiydi. Ayrışma sürecinden sonra ilki 11 Aralık 2002 tarihinde yapılan eylemle başlayan ardından da çeşitli kesimlerden gençlik örgütlerinin katılımı ile genişleyerek Geleceğimizi Kurtarma Operasyonu oluşturulmuştu. 16 Nisan sonrası bazı kesimlerin seçimi ön plana çıkaran yaklaşımları nedeni ile farklılıklar ortaya çıkması ile GKO işlevsizleşmiş ve kendi kendini tüketir bir konuma gelmişti.

[6] Aslında bunlar büyük sorunlardı. Uzun süren ilişkileri askıya alma kararını YBH Gençlik 2002 Aralık’ında aldı ve yine iyi niyetli bir yaklaşımla ilişkileri en azından normalleştirme istemişti ancak KSP gençlik biriminin ‘saldırgan’ tarzı bu süreçte de sürmüştü. Bu konu ile ilgili detaylı olarak yazışmalarhttp://www.ybhgenclik.org/ksp/index.htm adresinden okunabilir...

[7] YBH Gençlik’in gerçekleştirdiği bu eylemin haber ve fotoğrafları www.ybhgenclik.org/050403adresindedir. Polisin saldırdığı bu eylem sonrası BKP gençlik biriminin bir açıklama yayınlamasına rağmen YDÜ’de Kürt öğrencilere yapılan saldırı yada DAÜ’de gazete satarken kendilere yapılanlarla ilgili duyarlılık talep eden ve bunun için eylem çağrıları yapan KSP gençlik biriminin bu konuda hiçbir yorum yada açıklama yapmaması da ayrıca ilginç ve hatırlanması gerek bir olaydı...

[8] Farklılıklar konusunun gündeme getirilmesi üzerine “arayan bulur derler, ya belasını ya da mevlasını” yada “birliğe madik atmaya çalışanlar” (KSG 97. sayı, Birlik sorunları)

[9] Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesindeki birçok sayısında bu konu ile ilgili örnek bulmak mümkündür. Bunlar içindeki en düzeysiz ve en çirkini 97. sayıdaki Referandum mu seçim mi başlıklı yazıda “yerel seçimlere karşı çıkıp oy vermeye sıra gelindiğinde CTP’ye oy veren YBH” Böylesi çirkin saldırıların uzun yıllar sağdan gelmesine alışmıştık ama sol iddiali bir oluşumdan gelmesi ciddi olarak bizi üzmenin ötesinde tedirgin etmiştir...

[10] İnsanların kendi kendilere (kimi zaman başkalarının katkıları ile) biçtikleri olumlu tanımlamalar kimi zaman uç örnekleri de ortaya çıkarır. ‘anne bak kral çıplak’ bunun güzel bir örneğidir. Çıplak olarak sokakta olan bu dostlar kendi kendilerine “bu girişimin en tutarlı tarafı KSP’dir” (KSG 97. sayı, Referandum mu seçim mi?) diyebilmektedir ve çıplak olduklarının söylenmesine de çok kızarlar...