19 Aralık 2004

Görüşmek üzre


Adresi ‘hiçbir yer’ olan dost için yazılmış bir yazıdır bu...
O yüzden kendinden bulduklarını üstüne almakta tereddüt et, çünkü direk sen yoksundur bu yazıda...

Bu yazı aslında bir nevi de özür olacak bu köşeyi ziyaret edecek bundan sonraki kimliği meçhul okur için, çünkü bir yıllığına bu köşeye koyacak sözcüklerim ‘mecburi’ izne çıkıyor...

Haki rengine bulaşacak yaşamlarımızdan insana dair şeylerin yazılması yasak sayılacak...

Emirlere uyabilme dayatılacak, uyumlaştırma süreci yani bir tür yaşanacak olan...

Bir yıllığına buraya koyacak resmi ‘şeylerim’ ol(a)mayacak, o yüzden bu köşede yeni yazı arayacak adresi ‘hiçbir yer’ olan dost kusurumuza bakmasın, yaşamlar arasında kaldık, alternatifsizlikler arasından çıkamadık ve bir yıllığına her yanın haki rengine bulaşmasına gönülsüz de olsak boyun eğmek zorunda kaldık. Sen belki de bu yazıyı okurken, ben üstüme yakışmayacak o kıyafetler içinde, o kıyafete ait ol(a)madan yaşamlar kurma sürecini yaşıyor olacağım.. ama emin olduğum bir şey varsa, o da onların istediği gibi, ‘iyi’ ol(a)mayacağım...

Yeni yaşamlar kurmanın arifesindeyiz...

Karaya oturalı 3 ay kadar oluyor, bir türlü açık denize çıkamadık, limanda fırtınaya yakalanıp bir kez daha mendirekleri kırma sürecini yaşarız, hem gidememek, hem dönememek halleri yani...

{buraya ara giriş yapmak gerek, Cemal Süreya’yı okumak lazım; “Ve sen bir gün çıkar gelirsin diye\ Çok şeyin adı küçük yazıldı;\ Silinmez anlar vardır,\ Karşı konmaz özlemler, \ Ben şimdi ne istediğimi de bilmeden artık \ Bağırıp duruyorum ya, şurada\ Sen yaz sonunu ilan eden güzel keten, \Güneşten yırtılmış caz, sen” ...}

Geçen gün birbirimize bittiğini ‘anlatamazken’ süzülmüştü sözcükler, “aslında düşmeyi öğrenmiştik”... düşmeyi öğrenmiştik çünkü kaç kez düşüp ayağa kalkmakta zorluk çekmiştik, acı çekecek zamanımız dahil yoktu, üzülmek zafiyetti, o yüzden düşebilmeyi öğrendik, düşünce yaralarımızı saklamayı...

Bilim kurgu filmlerindeki gibi yaralarımız bir anda yüzeyde kapanırken, içerden kanamasını örterek görmemezlikten gelmeyi öğrendik, bir de karşılaşmalar olmasa... O zaman kendi içindekine söz dinletememezlik koyar insana, o yüzden ondan en uzak noktalara kaçabilmeyi öğrendik... Acılarımızı da, hüzünlerimizi de nasıl alt edeceğimizi öğrendik...

Oysa çocukken ne güzeldi her şey, düşünce yüz üstü düşülür ve doyasıya ağlanırdı ve bu bir nevi haktı!.. Yani, şimdi büyüklerin dünyasına girdik, düşebilmeyi, düşünce de ortalığa bir şey olmadı mesajı verebilmeyi marifet saymayı öğrendik ama her kaybettiğimiz çocuk yanımız bizi biraz daha yaşamdan koparmakta, biraz daha büyük yapmakta... Ama ben büyümeyi istemediydim ki...

Büyümek aslında yerleşik olabilme sürecinin ikiz adıdır da... Mülk(ler) ve sorumluluk(lar) aldıkça, yerleşikleşiriz, kendimize her ne kadar yerleşmedik desek de, büyüklerin dünyasının insanı olmaya başlarız... İnsanın bir evi olmasından güzel ne olabilir diye başlayan cümlelere inat, o aslında senin toprağa geçirdiğin bir kökündür, bir araban da varsa ve bunu yenilemiş yada yenileme düşüncesindeysen, köklerin derinlere doğru gitmektedir... İşinde terfilere evet demeye başladıysan, daha fazla sorumluluk alabilme sinyalini veriyorsan, yada bulunduğun işi genişletme eğilim varsa, köklerin toprağın derinliklerini kapsamıştır... Başının üstündeki bulutlara bakarak özgür olduğunu, başka bir şehri kendin yapmaya gidebileceğini düşlersin, da tüm bunlar düş olarak kalır... O an geldiğinde, gitmek kararı alınma sürecine girildiğinde kasılıp kalırsın, kıpırdayamadığını, öyle her şeyi bırakıp gidemeyeceğini anlarsın, içinde bir şeyler kırılır, örtersin ve başının üstündeki bulutlara bakarsınız, kendince gerekçeler bulursun, istersem giderim dersin, kendini ikna edersin ama o şehirde yaşlanmaya devam edersin, şehir seni tutsak almıştır, kolay değildir başka şehirleri kendin yapmak, bunu görmezlikten gelsen de yaşamının orta yerinde durur ve seni sen olmayan, senden olmayan büyükler dünyasına taşır...

{burada Kavafis’i okumak gerek “ Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. \ Bu şehir arkandan gelecek. Sen gene aynı sokaklarda \ dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; \ … \ Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma - \ Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok”}

(...)

Gider ayak içinden nehirler akan şehirlerde geçiriyorum günlerimi, ülkeleri bir nehrin ayırdığı ve bir köprünün birleştirdiği şehirler\ülkeler...

Bir kara parçasından çıkıyorum, ortasından geçiyorum ülkemin, ortası savaş alanı, aranıyoruz, yoklanıyoruz, kayıt oluyoruz...

İçinden nehirlerin aktığı şehirleri olan ülke(lere)ye doğru yola çıkıyorum, yüzlerce yıl birbiri ile savaşmış ülkelerin şehrine iniyorum, sorgusuz sualsiz bir köprüden geçip diğer ülkeye gidiyorum. Sonra kalacağım yer diğer ülkede kaldığı için bir kez daha o ‘büyülü’ köprüden geçip diğer ülkeye... bir günde ne çok coğrafyalar geçiyorum, ne çok yaşamlar görüyorum, bir bizimkisi, hem iki tarafındaki bizimkisi en yapmacığı en anlamsızı, ama bir kez kendimizi dünyanın merkezi saymaya görelim, kapılarına koca koca memurlar koyup kontroller yaptırıyoruz, kayıtların biri bitiyor diğeri başlıyor, bu tarafta ise ne soran var, ne arayan, Ren nehri üzerindeki bir köprüden geçip bir ülkeden diğerine gidip geliyorum, ne yaşamlar var, ne sınırlar var yaşamlarımızda. Ama sorunun büyüğü yaşamlarımızda olan değil, beyinlerimizde olan sınırlarda...

Bir kaç gün sonra bir yıllığına yeni yaşamlara geçecek olmanın ağrılığı henüz çökmemiş, mekanik bir şekilde hazırlanıyor eşyalar, sanki de askere gönderilecek olan başka biri, sanki de başka birinin eşyaları toparlanıyor...

Köprüleri olan kasabada herkes birbirine gülümseyerek bakıyor, Almanlar soğuktur diyenlere inat, insanlar birbirleri ile konuşmakta ve gülümsemekte yarışıyor; demek ki büyük şehirler çocukluğu öldürüyor bir de kendine koruma dürtüsü...

Tam bu süreçte dostlarımı görüyorum, sıkışmış yaşamlarında...

Militarizm ne ki, karşı oldum de, olasın...

Otorite kendine içselleştiriyor, kanıksatıyor...

Anti-militaristlerin en güzel sözcüklerinden olan savaşın insan kaynağını kurutalım sözcükleri hoş cümleler olarak alınıyor sayfalara ve üstüne yazılar yazılıyor ama günlük yaşamlarda kanıksanıyor askere katılışlar...

Vicdani ret hakkının yasallaşmasını talep eden Türkiye’deki dost yürekler, Türkiye’de bunca askeri baskı olmasına rağmen 300 yüz bin asker kaçağını hatırlatıyor, gitmeyi kanıksayanlara... 300 bin direnen ama sessiz sedasız direnen, örgütsüzce direnen ama her şeye rağmen savaşın insan kaynağı olmayı red eden 300 bin kişiden bahsediyor bildiriler...

Benim yaşamımda ise tam bir cümbüş yaşanmakta; belli oluyor ki anti militarizm derken pek biri bir şey anlamamış, kimseye pek bir şey ifade etmemiş... Bir dost üstüne basa basa askere gittiğimizin ertesi günün 21 Aralık olduğunu hatırlatıyor, diğeri gün boyu koşturtulup bağıracağımızdan bahsediyor, sanki de benim öğrenmek istediğim yada bilmediğim ve mutlak öğrenmem gereken konularmış gibi...

Bir dosttum ise üstüne basarak hatırlatıyor ilk askere gidecek olanın ben olmadığımı, en çok bu beni yaralıyor çünkü onun kalemine yakışmıyor ama bir kez sözcükler akmıştır yaşamın içine, yaralıyor, tamiri zor şekilde...

Anti militarizm nedir ey adresi meçhul dost, neçin yaşamlarımızı sloganlara sıkıştırıp dururuz, neçin illaki birine bir şeyi ispatlamak için koca koca sözcükler dökülür ağzımızda...

Niçin Che’nin yalnız militarist resimleri yansır tablolara, da neçin onun sosyalizm ve insana ait düşüncelerini kimse hatırlamaz...

Che, ‘yeni insanı kurmak gerek’ demişti, onun sözcükleri, 21. yüzyılın insanını yaşamaya başlamamız gerektiğini anlatırdı, gene de en çok satılan ve okunan militarist Che’dir yaşamlarımızda, neden? Neden anti militaristler de onun asker üniformalı fotoğraflarını en çok severler?...

Bir TV programında Che ile ilgili ‘yolda olma halini seviyor’ denmişti, evet yerleşik olmak insanı büyükler dünyasına sokar demiştik, yerleşik olmaya çalışmak da...

Yerleşme süreci bir kez başladı mı terkler başlar, önce çok değerli olmayanlar ve zaman içinde değerli olanlar terk edilir eğer yerleşik yaşama uymazsa...

Yerleşik olma aslında bir virüstür, bir kez bulaştı mı seni istemediğin yerlere de taşır, beni taşıdığı gibi...

Yerleşik olma, bırakıp her şeyi bir sabah gidememektir, yada gittiğin yerde kalamamaktır, yaşam bulduğun şehir çeker seni, yerleşik olduğun yere dönmek istersin, yerleşik olma eğilimi gösterdiğin yer senin elini kolunu bağlar da bazen istemediğin şeyler yaptırır sana...

İçinde nehirlerin aktığı kasabada havanın soğuk olması bile engellemez sokaklarda saatlerce dolaşmayı çünkü yaşam seni çeker, eğer umutsuzluk, yorgunluk halleri varsa bir yerde, durağanlık da vardır, bizim coğrafyanın da aslında sorunu bu olsa gerek..

(…)

Anne bak Kral Çıplak’ta Melih Pekdemir solu, umudu ve vicdanı ile tanımlar, bizim solunsa hem vicdanı hem de umudu ağır hasar görmüş durumda...

Bizim solun kanına bir miktar da şovenizm salgılayıncalar, ortalığa korku filmlerini aratmayacak görüntüler çıkıyor... Her sözcükleri dehşetler yaratıyor, ağır yaralar açıyor toplumsal beleklerimizde ve umutlarımızda ama umursayan kim, bir kez kanıksayınca ‘koltuk’ta kalmayı, oluyor böylesi şeyler…

Post Express’de Ermeni soykırımı tartışılıyor, her şeye rağmen Türkiye’de yaşamayı seçen Hrant’a soruyorlar nasıl barışırız diye, onun cevabı ise daha derin, “barış isteyen mi var, önce yüzleşmeyi öğrenmezi gerek”...

Önce geçmişimizle yüzleşmeyi öğrenmek gerek, sonra diğerini tanımak... yani diğerini ‘öteki’ yapmamak...

Türkiye tarih alsın mı, almasın mıyı tartışıyor herkes bizim coğrafyada, kıstırılmış, içselleştirilmiş diğerinden ayrı olan kısmında, ama diğeri yine ‘öteki’leştirilmekte, öteki olduğu oranda şovenizm yükselmekte, ayrım derinleşmekte...

(…)

Tüm bu kaosun ortasında ben, ortasından nehirler geçen kasabada yaşama ve kendime bakmaya çalışıyorum, gördüklerim beni üzüyor ama elden ne gelir ki, yaşamımız da böyle bir şey...

Karaya oturalı üç aydan fazla oluyor, birileri beni zorlayarak açık denize çekmeye çalışıyor, anlamsızca direniyorum, bir fırtına daha kaldırmaz bu güverte, o yüzden ipleri de koparamıyorum; mendireklerden kırılmaya yakın sesleri geliyor; hem limanda olup, hem de direnmek niye?... bilinmeyen onlarca sorunun yanıtı yaşamlarımızda hep salına geldi, bu da onlardan biri, hem gidememek, hem kalamamak halleri…

Belki de kendime bazı şeyleri anlatamamış olmanın sorunu var... belki başka bir şey... büyükler gibi yapıyorum, kaçıyorum, üstünü örtüyorum, görmemezlikten geliyorum, her şeye rağmen bir yerlerden görünmeyen bir şey tutuyor, gidemiyorum... gene de kalamıyorum…

(…)

Haki rengi bir yıllık bir yaşamım olacak...

İyisinden olamayacağım, bunun için üzgün olacağımı da söyleyemem. O elbiseler de, benden bir parça olmayacak, üstümde eğreti duran, her an çıkmak isteyecek bir halde olacak ama yerleşik olabilmenin bir kısmını yaşadığımdan her şeyi de bırakıp gidememek hallerinden, bu köşeden, bir yıllığına, cümlelerin ortasına noktalı virgül koyup devam edemeyeceğim.

Şimdi, görüşmek üzre deyip bu defalık bir nokta koyma zamadır, alışık olunduğu şekliyle, ‘seneye yine görüşmek üzre’ deme zamanıdır yani...

Ama adresi ‘hiçbir yer’ olan dost, noktayı tırnak içinde kullandım, isteyen orda olduğunu varsaysın, istemeyen saymasın diye; sen nasıl istersen öyle oku, belki noktalı virgüller, bir gün başka bir yerden konur cümlelerin ortasına, belki buradan devam ederiz… gene de sen parantezi istediğin gibi say…

Uzak bir yere gitme üzere çıkarken, kapı ardından son kez seslenir gibi “görüşürüz”

(.)....

* bu yazı 13-16 Aralık tarihlerinde Strasbourg-Oberkirch arasında\içinde yazıldı, 19 Aralık tarihinde, Lefkoşa’da düzeltmeler\eklemeler\çıkarmalar yapıldı

11 Ekim 2004

bir bitişin ardından


Bir kez daha yeni gelen güne yalnız merhaba demenin zamanıdır...

Ağır ağır yenilmenin yaralarını sarma zamanıdır...

Bir kez daha karaya oturan gemiyi açık denizlere doğru yola çıkarmak için, yeniden, yeni gelene güne merhaba deme zamanıdır...

Hayatıma giren kadınlar hep benzeşik şekillerde ama farklı nedenlerle çıkıp gittiler, nedenleri ne olursa olsun, hep, son fatura kendimce, yine kendime kesildi, en son gidenin ardında olduğu gibi... Bir kez daha değişeni, yeni geleni yakalayamanının ağır sorumluluğu var suç mahalinde ama bu kez belki de böyle olması gerektiği için giden gitti ve belki de kalandı asıl giden ama ne olursa bir kez daha denizden gelen dalgaların sırtındaki tehlike sözcükleri zamanında çözümlenemedi ve rota bir kez daha zamanında değiştirilemedi...

Rota kayalıklara çevrilmişti ve aslında bir süredir de gidiş aslında sürüklenmekti ama kayalıkların bile üstünde bir süre direnmeyi seçtim bu kez...

Bu kez niyetim hemen pes etmek değildi, hayatıma giren kadını hemen çıkarmak değildi yaşam alanımdan çünkü bu kez ters giden birşeyler vardı sanki; sanki yarım kalan bir cümle, sanki tamamlanamamış bir bir paragraf, noktası konmayı isteyerek unutulmuş bir halde öylece bırakılmış... Sanki oraya konan nokta başka bir yerden alınmış ve konmuş eğreti durmakta...

Hala gölgesi sanki yaşam alanımda dolaşmakta, bir sabah sıcak bir merhaba ile çıkıp gelecek ve o noktanın orda olmadığını söyleyecek gibi, öylesine kendi haline terk edilmiş bir noktanın varlığını tartışmaya açacakmış gibiydi günler...

Okunmuş bir cümledir 'kadın bir kez karar verdimi, dönüşü yoktur' diye -kim nerde yazdı aklımda değil-, bu yüzden arada kalmak, tek gidiş bileti kesilmiş bir yolcunun dönüşünü beklemek gibidir, raylar ve o tren elbet dönüşü hatırlatır ama o vagonlar gideni asla geri taşımaz, o yüzden tek gidiş biletli yolcu çoktan ulaşması gereken istasyona ulaşmıştır, dönmek de onun için zordur. Bu yüzden artık bu istasyonu terk etme zamanıdır...

Arada kalmak yaralamakta, umutsuzca umut etmek yormakta, o yüzden geminin yeniden açık denize dönme zamanıdır...

Bu yüzden önce parçaları toplamak gerek...

Ona özel açılan özel alanlar özenle kapatılmalı çünkü bu alanlarda hala yaşayanlar var, özenle kapatılıp, dip derinliklere taşınma zamanı...

Arkasından gelen, somutta var olan her özel şey özenle toplanmalı çünkü her nesne, o alanın yeniden yaşam bulması riskini de içinde barındır, bir koku, bir ses, bir görüntü bir düşün yeniden yaşam bulması, yani yeniden parça toplama işini...

Bu kadar ağır iş yapabilecek durumda değilim de defa, o yüzden hızla parçaları toplamalı ve cinayet mahalinden uzaklaşmalayım, çünkü bu biletin tek yönlü olduğuna kendimi de inandıramadım ama bunu tartışacak kadar da gücüm yok...

Son büyük sarsıntıdan çıkış da zaman aldıydı ama bu kez farklı. Neden ve niçin bilmiyorum ama bu kez kendimle olan kavgada bile bir tuhaflık var...

“Zorlama, yalvarma, talep etme, rica etme, tehdit etme, yumuşatma, çaresiz bırakma, ikna etme, tepesini attırma vb...

bütün bunlar kişilerden birinin öteki kişi üzerinde bulunduğu eylemlerdir yani egemenlik kurma, giderek baskı biçimleri...

Bunlara ilişkide yer olmaması gerektiği şundan belli ki, bütün bu eylemler tek yönlüdür; karşılıklı değil: kişilerden birinden öbürüne yönelik: onu ‘nesne edinen’ eylemler” diyor Oruç Aruoba ve haklı kimsenin kimse üzerinde egemenlik dayatma hakkı yok ama gideni de geri çağırmanın şekli ne olacak?

Yarım kalanlar ve sorulara cevaplar aramanın şimdi zamanı değil, çünkü artık yeni gelene bir kez daha merhaba deyip, açık denizlere dönme zamandır...



Her giden, kendi nedenlerince gitmiştir

                         Her kalan da kendince nedenleri ile...

Her giden hem zorunlu olduğuna kendini inandırır hem de haklı

Her kalan da kendinin haklı olduğuna inandırır kendini, gidenin de zorunluluğunu anlamaya çalışır...

      Her kalan kendince en ağır yarayı almıştır

Gidense kendince en ağır yaralıdır...

Ama gerçekte iki ayrı mekanda ama belki de ayni zamanda, yaralar ağır ağır sarılır ve düne ait akla gelenlerle dudaklara yansıyan tebessüm bir suç gibi gizlenir, çünkü acı verir, yasaklanır / hatırlamak kanatır, kimsenin kan kaybına tahamülü yoktur...



Yeni parantezlerin açılması zamanıdır, kimbilir yeni gelen gün denizden çıkıp gelecek yeni umutlara gebedir, şimdi martılarla sohbet zamanı, deniz kızları ile randevulaşma, umudu yeniden kurma zamanıdır...

Bir kez daha yeni gelen güne en sıcağından merhaba deme zamanıdır...

4 Ağustos 2004

Barışa doğru MARŞ MARŞ


Ne günlerden geçiyoruz ama…
Gelecekte nasıl anlatacağız bugünleri kimse bilmez…

Çocuklarımıza, torunlarımıza bugünleri anlatırken alınlarımızdan süzülen ter damlacıklarının sıcaktan değil, sıkıntıdan olduğunu nasıl söyleyeceğiz?…

BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan, ‘barışçı bir başbakanı düşürmeye gönlünün el vermediğini’ söylüyor…

Barış ne demek?

Birleşmeyi desteklemek ne demek?

Kaç aylık hükümetçilik oyununda neler yapıldı? Neler başarıldı? Başarılanlar biz Kıbrıslıları daha da ayıran mı, birleştiren mi işler?

Kayıplarla ilgili tek adım yok, yerel basından öğreniyoruz, uzmanlar adamızda, Kıbrıslı Türklere ait Alüminyo’daki mezarlık açılmış ama kimse gidip kan vermediği için DNA testlerine başlanamıyor, bu yüzden kimlikleri tespit edilemiyor. Ayni şekilde benzer sorun Dohni için de geçerli…

Kimi Kıbrıslı Rumlar kayıp yakınlarının yerini aşağı yukarı biliyor, izin verilse gidip elleri ile koymuş gibi bulacaklar ve en azından acılı bir yürek kısmi de olsa rahatlayacak, bir demet çiçek koyup, bayramdan bayrama ziyaret edebileceği bir mezarı olacak. Ama ‘barışçı’ başbakan ne Kıbrıslı Türk, ne de Kıbrıslı Rum kayıp yakınlarının acılarını anlamak, onlar için bir şey yapmak istemiyor. Hatta inşaat için yapılan kimi kazılardan çıkan cesetler de apar topar paketleniyor, gelecek yüzyılda açılmak ya da hiç açılmamak üzere…

1975’de uluslararası anlaşmalara imza atıyoruz kuzeydeki azınlıkların insanca yaşamasına izin vereceğiz diye ama 21. yüzyılda bile, kendi okullarında kendi dillerinde eğitim görmelerini yasaklayabiliyoruz…

‘Barışçı’ başbakan sanki lütufmuş gibi yıllar sonra ortaokul açılmasına izin verdiklerini açıklıyor ama çalışmaması için ellerinden geleni yaptıklarını da gizle(ye)miyorlar. Dünyanın neresinde bir ortaokul dışişleri bakanlığına bağlı çalışır ki?

Ama bu zihniyet yeni değil, kuzeydeki etkinliklere katılmak isteyen Rumlar deyilmiydi ki ‘barışçı’ içişleri bakanlığı tarafından yabancı sayılan?

Yani onlar yabancı ve bu yabancıların işlerine Dışişleri Bakanlığı bakacak…

Peki dışişlerinin yönettiği bir okula güneyden öğretmen atanmasının sorun olacağı bilinmiyor mu? Yoksa zaten atanamaması için alınmış bir tür önlem mi bu?

Yeni okula ne gerek, var olan okulda bir sınıf da Kıbrıslı Rum öğrencilere verilse, teneffüste tüm öğrenciler hep birlikte oynasa, ayni kantini paylaşsa, öğretmenler kahvelerini birlikte yudumlasa dersek bu coğrafyada hayin sayılırız, ve bu yüzden ‘barışçı’ başbakan onları köyün en ücra köşesine yaptığı okula kapatacak, sanki vebalılar gibi... Kazara Kıbrıslıların birlikte yaşayabileceği ispatlansa, Türk tezleri yerle bir olacak, bu yüzden ‘arı’ mekanlar yaratılmalı, Türk’ün olduğu yere yabancı koymak kabul edilebilir bir davranış olamaz, mozaik değil ‘mermer’ olan kültürümüze de ayıp olur…

Okul sorunu deyip de geçmeyin, bu işin özü aslında bir tür etnik temizliktir. Yıllardır okul sorunu çözülemediği için Karpaz’daki Rumlar çocuklarını güneye gönderiyorlar, gidip güneyde okulu bitiren hemen askere alınıyor, askerliğini yapana ise bir daha kuzeye geçiş izni kuzey makamları tarafından verilmiyor. Çocuğu güneyde, kendi kuzeyde ailelerin çoğu, malı mülkü bırakıp göçüyor güneye, beş altı ay içinde dönmeyenin evine ise kuzeydeki rejim el koyuyor. Gidenin ne dönecek evi oluyor, ne hali, zaten annenin babanın yüreği çocuğunu bırakıp dönmeye de müsait olmuyor. Ve, Bu kısır döngü yıllardır sürüyor. Otuz yılda, savaşın bile yerlerinden edemediği Kıbrıslı Rumların sayısı binlerden yüzlere düşmüş, eğer sorun çözülmezse ölenlerle birlikte kuzey coğrafyadan silinmeye doğru gidiyorlar… Savaşın bile yerlerinden edemediği Kıbrıslı Rumlar önce anılarda kalacak, sonra o da hatıralarda bile yavaş yavaş silinecek, gün geldiğinde bu adanın ortak bir yaşamı olduğunu kimse hatırlayamayacak… Hatırlanmaması için ellerinden ne geliyorsa da yapıyorlar zaten… Kuzeyde, Kıbrıslı Rumlara, Ermenilere ve Maronitlere ait ne kadar sembol varsa, bir bir sistemli olarak yok ediliyor, yer adları değiştiriliyor, kimi Kilise zamana meydan okuyamıyor kimisi ise ‘büyük insanlığa’ direnemiyor… Mezarlıklar ise çoktan tarla olmuş, arsa olmuş yerlerini bilenler bile hatırlamıyor, bulamıyor… Daha 30 -40 yıl öncesine kadar var olan bu coğrafyadaki ortak kültürün izleri bir bir silinmekte, hızla, ‘yabancıdan’, ‘diğerinden’ arındırılmış yaşamlar kurulmakta…

Yeni yıkımlara ise ‘barışçı’ başbakan onay veriyor, gençlere arsa açmak için Kıbrıslı Rum köylerindeki evler medya ordusu eşliğinde bugünlerde yıkılıyor. Belki de daha dün evini yada akrabalarının evini yaşlı gözlerle ziyaret etmiş bir Kıbrıslı Rum, ertesi gün ‘barışçı’ bakan öncülüğünde yıkım haberlerini gazetelerden okuyor. Hani Annan Planı ile biz bunların bir kısmı Kıbrıslı Rumlara iade edecektik?

Girne ve İskele bölgesinde Kıbrıslı Rumlara ait mülklerin üzerinde talan göz göre göre sürüyor, hani bunlar için Komiteler kuracak, mal mülk değişimini, tazminat işleri yapıp uluslararası hukuğa uygun çözmeye çalışacaktık? Yeni oldu bittiler yaratıp, daha fazla Kıbrıslıyı karşı karşıya getirmek Kıbrıs’ta çözüme ne kadar yardımcı olur, olacaktır?...

Kara mayınları hep savaşın sembolleri oldu. Araştırmalar ispatlamıştır ki kara mayınlarından asıl büyük zararı gören bugüne kadar hep siviller oldu. Bu yüzden kara mayınlarının yasaklanması için dünyanın onlarca yerinde kampanyalar sürüyor. Kıbrıs’taki kara mayınlarının temizlenmesi için BM uzmanlar gönderdi, AB fon ayırdı, Kıbrıslı Rum yöneticiler biz varız dediler ama ‘barışçı’ başbakan bu konuyu bile çözemedi. Çözememesi onu komik duruma da düşürüyor. Bostancı’ya açılması düşünülen yeni geçiş noktasındaki kara mayınlarından dolayı yeni yol yapılmasını önerebiliyor. Ağlanacak halimize gülsek mi, ağlasak mı bilinmez…

‘Barışçı’ başbakan geçiş noktası için psikolojik savaş da veriyor. Hep düz alanda kapı açılmasını öneriyor, tartışıyor. Herkes pratikte ne kadar işe yarayacağını bildiği için Lokmacı Barikatının açılmasını istiyor ama onu açmak yürek ister. Lokmacı Barikatındaki duvar 63’den beri Kıbrıslıyı ayıran Avrupa’nın ortasındaki son duvarın en görkemli parçası… Ucundan yıkılmaya başlansa tıpkı Berlin’deki gibi,hani oradaki Duvarının yıkılışını da kimse durduramamış bir geceden tümden aşağıya indirilmişti ya, bunun da akıbetinin ayni olmasından korkanlar, en azından kafalarında yıkılamayan duvarların sembolü olarak Lokmacı’yı son kale olarak savunuyorlar… Ama nafile, tüm eskiyenler gibi duvarın da günleri sayılı, ama onu son günlerinde savunmak da ‘barışçı’ başbakana düştü…

Annan Planını kabul ettik ya ne yapsak hakkımız, çünkü en büyük barışçı biziz…

20 Temmuz günü tankların, topların namlularını ‘düşmana’ çevirip tüm şehirlerin sokaklarından askeri adımlarla Türklüğümüzü höykürerek geçişimizin haklılığı da buradan geliyor… ‘Düşman’a korku salmak için koca koca savaş gemileri getiriyoruz Girne Limanına, namlularını gene ‘düşman’a çeviriyoruz, gök yüzünde acı acı savaş uçakları uçuruyoruz, Kıbrıslı Rumlara ne kadar savaşçı bir ordumuzun olduğu hatırlatıyoruz ve ‘barışçı’ başbakan namluları ‘düşman’a çevrilmiş askerleri, tankları gururla selamlıyor, hakkımız değimli tüm bunlar, biz evet demedimiydik?

Barışa doğru askeri adımlarla mehteran eşliğinde giderken, kimileri ‘barışçı’ hükümeti korumaya alabiliyor.

Yapıyormuş gibi görünürken yıkanların gölgesinde geçiyor günlerimiz, gene kararlar Ankara’da alınıyor, gene derin devlet baş aktör, ama vitrinde ‘barışçı’ başbakan ve neyi temsil ettiği belli olmayan vekilleri var, hükümetçiliği tartışıyorlar…

Yani oğlum, kızım, nasıl anlatsam size bilmem, siz bu satırları okurken belki bizi sonsuza kadar bölünmeye götürecek olan politikaların altında hem kuzeydeki, hem de güneydeki ‘barışçılar’ın imzası olacak, belki de sizin bu satırları okuyamamanıza sebep olacak savaşın da mimarları ‘barışçılar’ olacak, hani yapıyormuş gibi görünürken yıkan ‘barışçılar’…

15 Temmuz 2004

Koltuk için gözden kaçırılanlar


Bir kez daha vitrinle ilgili kavgayı ilgiyle ve merakla seyrediyoruz.
Aralık seçim sürecini de benzer gülümseyen gözlerle seyretmiştik. Aralarındaki koltuk için yarışanları eskiden beri biliyorduk ama yaratıcı zekalarını kullanıp bu defa bu yarışın koltuk için değil, statükoya karşı olduğunun propagandasını iyi yaptılar. Bizlerin bunu deşifre etmemize, kavganın ‘koltuk kavgasını’ olduğunu, bu yüzden böylesi süreçlerde yer almayacağımızı söylediğimizde de bizi solu bölmekle suçladılar. En azından bu konuda yaratıcı olamadılar. Hatta ileri gidip YBH’nın seçimi boykot çağrısını Denktaş’a destek olmak için yaptığını söyleyenler bile oldu. Hatta yarattıkları havaya o kadar bir inandılar ki, Kıbrıs Sosyalist Partisi, hızını alamayıp referandum sonuçlarını değerlendirdiği Kıbrıs’ta Sosyalist Gerçek gazetesinin sayısında “statüko yıkıldı” diye manşet de atabilmişti.

Neysa, hızlı süreçlerden geçip ortam bir miktar sakinleyince ‘yaratıcı zeka’ ürünü propagandaların da foyası bir bir ortaya çıkıyor.

DP-CTP hükümeti dönemindeki deneyimlerimizi henüz unutmamışken, üstüne bir de UBP-TKP deneyimini yaşayınca ortalıkta dönenleri anlamak daha kolay oluyor ama görmek isteyene…

Daha 2-3 sene önce istifasını isteyen sendikacılara tek alternatif UBP-TKP hükümetidir diye nutuk sallayan Akıncı’nın, bazılarına göre TC yardım paketi olarak anılan ama halkın çoğunluğunun yıkım paketi olarak akıllarına kazınan olgu ile ilgili izlediği siyaset ortadayken, bu siyasete karşı mücadele eden sendikacıların meclis önündeki eylemlerde coplanmasını seyretmesi ki kimilerine göre hatta desteklemesi akıllardayken, TC Elçisine düzülen methiyeler tozlu arşivlerde yerini almışken bazı kesimlerden ‘unut ve itaat et’ çağrısı bol bol sivilleşme ve demokratikleşme soslu açıklamalarla servis edilmekte…

Diğer yandan çözüm hükümeti olduğunu iddia edenlerin anlaşma sürecinde ciddi bir sorun olarak karşımıza gelecek mülk sorunu ile ilgili izledikleri siyaset de ortada…

CTP’nin zaten bu mülk konusunda mazisi de kara…

İlk DP-CTP hükümeti zamanında ITEM yasasını değiştirerek işledikleri cinayetler hala tazedir. Kendi halinde zaten uluslararası bir suç olan ITEM yasasını değiştirerek eş değer hak sahibi olmayanların da bu yasadan yararlanabilecek olmasını sağlamaları ile dağıtılan, üstünde tapu yazan kağıtçıklar zaten Annan Planının görüşülmesi sırasında yeteri kadar sorun olmuştu. Her yeni hükümet oy kaygısı ile arsaları ona buna peşkeş çekmiş sonra da bu kağıtçıkları alan, -özellikle TC kökenliler- bunlarını başkalarına satmış elde ettikleri havadan paracıkları da alıp Türkiye başta olmak üzere Kıbrıs’ın dışında yatırım yapmışlardı. Şimdilerde onların sattıkları bu arsaların üzerine binlerce lüks villa, otel yapılıyor. Her yapılanla birlikte daha çok Kıbrıslı Rum huzursuz edilmekte, her işlemle daha fazla Kıbrıslı karşı karşıya getirilmektedir. Annan Planındaki hükümler ortadayken, inşaat sektöründeki bu hareketliliği hayra yormak mümkün mü? Peki buna seyirci kalmak çözümü savunmak mı? Bir Kıbrıslı Rum’u düşünün, çatır çatır son üç beş ayda arazisinin üstüne binalar kondurulurken, siz bu anlaşmanın uygulanabileceğini ona nasıl iddia edebilirsiniz? Çözüm hükümeti olmak bu mu? Bir anlamı ile yeni durumlar ortaya çıkarılıp, yeni anlaşmazlıklar yaratılırken susmak çözüme nasıl katkı sağlar?

Bu pratik ama önemli bir sorun, bunun dışında hükümetin yaptığı nice ‘icraatlar’ var ki, akıl sağlığımıza ziyan…

Tüm bu toz duman içinde bir de yeni hükümet arayışları, seçim konuları da konuşulmakta ki bence bu daha da tehlikeli çünkü bazıları koltuk uğruna önemli detayları gözden kaçırarak rejimin niteliğini gizlemektedir.

Öncellikle, 74 sonra adaya taşınan nüfusun oy kullanacağı, TC Elçisinin ve TC Yardım Heyetinin etkin olduğu, Sivil Savunma Teşkilatının ‘görev alanı’ dışındaki çalışmalarını sürdürdüğü, askeri yetkililerin kışlasında değil keyfi şekilde sivil yaşama dolaylı veya direk müdahale edebildiği koşullarda yapılacak bir seçimle statüko yıkıl(a)maz, rejim değiş(e)mez. Reformlar uğruna girilecek yarışın da rejime karşı olan partilere kazandırabileceği hiç bir şey yoktur. Yapılacak üç beş makyaj amaçlı reformu rejim de sıkıştığında yapabilir ya da kendisi için zararlı olmayacak ‘sol’ siyasi oluşumlara yaptırtabilir. Sosyalistler bu reformlara hiçbir zaman karşı olmadılar hatta bunlar için mücadele de ederler. Sosyalistler bunların toplumsal ilerlemede önemli yerleri olduğunun farkındadırlar. Ancak sosyalistler bunları ana gündem olarak ele almazlar. Reformlar tali konulardır. Eğer rejim kendi kurtarmak için bunları sağlayacaksa buyursun sağlasın ama sosyalistler ana işi rejimi değiştirmek, ana gündemi rejime karşı mücadeledir. Bu ikisinin farkını, reform ve rejim değişikliğinin farkını isteyerek veya istemeyerek birbirine karıştıranlar konuyu evirip çevirip seçime bağlıyorlar. Seçimler de rejim değişikliği sürecinde bir araç olarak kullanılabilir ama yalnızca seçimlerden elde edilen başarılarla yapılan reformlarla statüko asla yıkıl(a)maz.

Bunun dışında, ‘bu mecliste yeni hükümet alternatifi var’ diyen özellikle TKP, BKP, Afrika Gazetesi çevrelerinin de yaptığı çok tehlikelidir. Rejimin kimin kontrolünde olduğu bilinmesine rağmen, TC Yardım Heyetinin tüm Bakanlıkların üzerinde çalıştığı, TC Elçiliğinin ‘elçilik’ işleri dışında onlarca şeye bulaştığı koşullarda, ‘şu kadar sayıda milletvekilimiz var o yüzden çözüm taraftarı partiler hükümet kurabilir’ şeklindeki açıklamalar, koltuk uğruna rejimin gerçek karakterini örtmekten başka işe yara(ya)maz. Kurulacak hükümet TC asker sivil bürokrasisinin izin vereceği ölçüde çalışmalar yapacak, gene sınırlardaki düzenlemelerle ilgili askerin kapısı aşındıracak, dış politikada gene TC Dışişlerinin himayelerinde dökümanlar hazırlayacak. Birileri bu hükümete ne ad verirse versin, yaşanacak gerçekler bunlardır.

Annan Planı görüşmeleri sırasında bir adet parça devlet anayasasına ihtiyaç duyulmuş, adına teknik destek denerek BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan’ın da içindeki bir heyet Ankara’ya gidip parça devletimizin anayasasını koltuklarının altına alıp adaya geri dönmüşlerdi. Hükümette de olsalar farklı uygulama olmayacak…

Bu olayın bir yönü. Diğeri ise daha vahim.

Çözüm yanlıları mecliste çoğunluk anlamına gelecek 26’yı nasıl buldular? Bu sayı, Serdar Denktaş’ın partisi DP’den istifa eden Ahmet Kaşif ve Ünal Üstel ile birlikte bulundu. Peki bu ekip DP’den yalnız mı istifa etti sorusunu soran pek yok. Yılların kurt politikacı, ülkenin ekonomik olarak bu hale gelmesinde önemli katkısı olan, her devrin adamı Salih Çoşar’ın bu ekibin başında olduğunu kimse göstermek istemiyor. PEYAK Bankasını batmasında sorumluluğu olduğu iddiası ile geçen dönem TKP milletvekilliyken partiden atılan Kemal Havalı’nın da bu ekipte olduğu da gizleniyor ya da satır aralarına sıkıştırılıyor. Hatta UBP-TKP hükümeti düşmesinden sonrası, UBP-DP döneminde, DP’nin, tam da soruşturmaların sürdüğü sırasında Havalı’ya sahip çıkarak DP Genel Sekreteri yapması da hatırlanmayanlardan…

Ahmet Kaşif’in, 74 sonrası adaya getirilenlerin daha etkin bir siyasi güç olması için 80’lerde TC Elçisinin himayelerinde oluşturulan YDP’nin önemli bir adamı olduğu da unutuldu. Hatta 1990 seçimlerine TKP, CTP ile YDP’nin birlikte DMP çatısı ile girilmiş ancak demokrasi çiğnendi iddiası ile TKP ve CTP’den seçilenlerin meclisi boykot etmesine rağmen Kaşif meclise girip milletvekiliği koltuğuna YDP milletvekili olarak oturması da tarihin tozlu sayfaları arasında kayboldu. Hatta diğer koltuğa oturan 2. kişi Ergün Vehbi’nin de şimdi bu ekiple hareket ettiği de hatırlanmıyor…

Ve bunca olaya rağmen birileri, referandumda da Annan Planına hayır diyen bu milletvekilleri ve ekibiyle oluşturulacak olana ‘çözüm hükümeti’ denmesini istiyor.

Talat ve ekibinin DP-CTP, CTP-DP hükümetleri, Akıncı ve ekibinin UBP-TKP hükümeti deneyimleri zaten bizlere yeteri kadar veri sunmaktadır. Akıncı ve Talat’ın rejimi değiştirmek niyetinde olmadıkları, tüm mücadelenin koltuk kavgası olduğu açıktır. Hükümetleri sırasındaki üç beş reformu ve üç beş açıklamayı allayıp pullayıp kendilere ‘demokrasi kahramanı’ dememiz için ısıtıp ısıtıp sunuyorlar. Ama yaşam o kadar yalındır ki onların bütün yaldızını çok kısa dönemde döküyor tüm foyalarını ortaya çıkarıyor…

Angolemli ve İzcan’ın ekiplerindekilerin ise koltuk kapmak için ortaya koydukları ‘performansları’ göz kamaştırıyor. Abartıp Kaşif ve Üstel ile birlikte ekip oluşturup çok harfli TKP-BÖİ ile alternatif olduklarını iddia edebiliyorlar…

Afrika Gazetesi ise Akıncı ve ekibine kefil…

Hepsi bir olmuş rejimi kurtaracaklar, bunları gören de bu ülkede işgal bitti, asker kışlasına döndü, TC Elçisi yalnız ‘elçilik’ işleri yapar, Sivil Savunma da yalnız deprem falan tatbikatı ile uğraşır sanacak…

Yoksa İzzet İzcan, Hüseyin Angolemli, Mustafa Akıncı, Mehmet Ali Talat hep birlikte hükümetin başına çöreklenince mi bunlar olacak…

Şener Levent ve diğer Afrika tayfası için sanırım bu böyle…

Hem, işgal dediğin nedir ki, go hükümetin başına bunları, bak göresin işgal mişgal kalır mı…

Yalnız birini eksik korsan statükocu olun bunu da unutma…

5 Temmuz 2004

Hatırlamaya düşman olmak


Öyle günlerden geçmekteyiz ki, tarifi pek mümkün değil…
Eskiler at iz, it izine karıştı derlerdi, şimdikinde at ayaklı itler, it ayaklı atların izleri birbirine karıştı demek biraz durumu anlatır mı bilemem…

Yazıya böylesi bir girişin ardında bize şunu mu demek istedin gibi anlam saptırması yapacaklara peşin olarak şunun altını çizeyim ki kimseye ne at, ne de it demek gibi niyetim var, yalnızca eskilerin deyişinden yola çıkarak durum tespiti yaptım, ki durum bence bundan ibaret…

Aslında durup yazı yazmak niyetinde değildim. Akıncı’nın referandum gecesi söylediklerini alt alta konması ile bugün söyledikleri ile güzel bir yazı çıkardı ama şimdi her kafadan bir ses çıkıyor, sis dağılsın yazarım dedim kendi kendime.

Ama Arif Hoca’yı da okuyunca bunun geri dönülesi olmadığını anladım. Arif Hoca saygı duyduğumuz, fikirlerine önem verdiğimiz bir büyüğümüz, o bile ‘unutma’ hastalığına yakalandığına göre ‘hatırlatma’ yazıları şart oldu…

Unutmak, özellikle solcular için ölümdür. Hataların yeniden tekrarlanmasıdır. Unutmak, Amerika’yı yüzünce kez yeniden keşfetmektir. Unutmak zor olandır. Ancak, bu coğrafyanın insanı, solu ile sağı ile unutmayı çok sever, nedendir bilinmez…

Arif Hoca, Aralık seçimlerine giderken YBH Gençlik’in sloganına benzer bir başlığı 5 Temmuz tarihli köşesine atıyor ve içinde diyor ki ‘Afrika uyardıydı’…

Aralık 2003’de, YBH Gençlik, seçimlerin anlamsızlığına dikkat çekiyor, sandığa gitmeme çağrısı yapıyor ve ana slogan olarak ‘gelecek sandıkta değil sokaktadır’ı kullanıyordu. O günlerde, yüzlerce t-shirt hazırlanıyor, bildiriler, el ilanları ve internet aracılığı ile bu sloganla çalışmalar yapıyordu. Bu esnada Afrika Gazetesi, ‘onurlu’ ses dediği Akıncı ve partisi BDH’yi destekliyordu. Köşe yazarları arada bir açık ya da kapalı bizim kampanyamıza saldırıyor, bizi solu bölmekle suçluyordu. Arif Hoca’da o günlerde bizimle ilgili, bizi destekleyici bir yazı yazıyor Afrika Gazetesinde. Ne ilginçtir, tarihteki bir çok olayı öğrenmemizde bize kılavuzlu yapan Arif Hoca bu yazdıklarını unutuyor ve “statüko sandıkta-mecliste değil sokakta yıkılır” başlığı ile 5 temmuz’da Afrika Gazetesinde bir yazı yazıyor. Bu yazıda; “en azından Afrika Gazetesi hem siyasi partileri, hem de halkı uyardı. “Statüko sandıkta değil, sokakta yıkılır” dedi. Ama dinlenmedi uyarılar” diyebiliyor.

Akıncı, ‘unutma’ hastalığına en sık yakalananlardan..

28 Nisan tarihli Kıbrıs Gazetesine yansıdığı şekli ile; “bundan böyle halkın hayır kampanyasının başını çeken cumhurbaşkanına ve hayır oyu veren dışişleri bakanına tahammül edemeyeceğini belirten Akıncı, her iki ismin de gerekeni yapması gerektiğini, halkın verdiği mesajı doğru algılaması gerektiğini söyledi”[1] diye referandumun hemen ardından bir açıklama patlatıyor. İki ay sonra halkın Serdar Denktaş’a tahammül edebileceği ortaya çıkıyor (!!) bunun üzerine Akıncı ve ekibi Serdar Denktaş’la hükümete girmek için görüşmelere başlıyor. Ayni açıklamada, “Sayın Talat güvenoyu istemişti. Veremeyeceğimizi söylemiştik. Denktaşların olduğu bir hükümete güvenoyu vermemiz mümkün değildi” da demişti, iki ay sonra, anlaşabilselerdi, Denktaşların olduğu hükümete güvenoyu vereceklerdi. Hatta ayni açıklamada Kıbrıslı Türklerin ne istediğine bile karar verebiliyor Akıncı; “ama önemli olan Kıbrıs Türk halkı ne istiyor. Kıbrıs Türk halkı Denktaşları istemiyor. Bu açık ve net. Kıbrıs Türk halkının sesine kulak vermek gerekir mi gerekmez mi? Buna kulak vermek gerekir” diyor ve bu sese kulak vererek Denktaşları istemeyen Kıbrıslı Türkler için ‘Denktaşlı bir hükümet görüşmesine giriyor (!!) ancak şatafatlı bir şekilde ‘sivilleşme ve demokratikleşme’ kelimelerini koca koca kullanıp ‘ben oynamam eğer bana koltuk vermezseniz’ yönünde açıklama ile görüşmelerden çekiliyor. Şimdi kim Akıncıya hatırlatacak ki bunları söylediydin ve bunu yaptın diye? Kimse, dün dündü bugün de bugün..

Bunlar ilk kez mi yaşandı?

Kim demiş, ‘ne paranı, ne memurunu’ diye pankartların açıldığı, eylemlerin yapıldığı dönemde ‘başbakan yardımcısı’ olan Akıncı TC’nin dayattığı paketleri savunmuş ve buna karşın Bu Memleket Bizim Platformu örgütlenmesine gidilmişti. Gerçi Akıncı kendine karşı kurulan bu platformu Aralık seçimlerinde kullanmaya çalışmış, CTP ile birbirlerine girmişlerdi ya, bu da ayrı bir konu.

Anıları biraz tazelersek, eski Türk-Sen Başkanı ve son olarak Akıncı’nın Başkanı olduğu BDH’dan milletvekili aday olan Önder Konuloğlu, 2000 Aralık’ın da Akıncı’ya çok öfkeli:

“Konuloğlu, hükümeti oluşturan iki partinin başkanı olan Başbakan Derviş Eroğlu ve Başbakan Yardımcısı Akıncı’nın “halkın benimsemediği paketi uygulamakla yanlışta ısrar etmeye devam ettikleri” şeklinde görüş savundu”[2] diye haber yazılıyor, TAK bültenini okumaya devam ederek ‘sivilleşme ve demokratikleşme’ şampiyonu Akıncı’nın neler yapmış olduğunu hatırlayalım; “41 örgütün temsilcileri de meclis önünde daha önceden yapacaklarını açıkladıkları eylemi gerçekleştirmek için geldi. Polisin, 41 örgütün oluşturduğu eylem grubunun geçişine de izin vermemesi üzerine eylemciler ile polis arasında birkaç dakikalık bir itiş kakış yaşandı. Coplar kullanıldı, tahtalar ve şişeler fırlatıldı. Daha sonra eylemciler sloganlar atarak polisi, hükümeti ve cumhurbaşkanını protesto ettiler”[3]

Hatırlamakta yarar var; o günlerle ilgili gazeteleri de, haber sitelerini de karıştırırsanız Akıncı’nın nice yiğitliklerini görürsünüz dönemin ‘başbakan yardımcısı’ olarak. Hatta abartıp öyle şeyler yaptı ki yazılması bile utanç verici; “Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mustafa Akıncı, bugün saat 15.00’teki görüşme sırasında yaptığı konuşmada, Güven’i büyükelçi olarak KKTC’de görmekten mutluluk duyduklarını söyledi ve Güven’e “hoş geldiniz” dedi. Akıncı, Güven’in buradaki görevi sırasındaki hizmetlerinin gerek kendisi, gerek Kıbrıs Türk halkı, gerek Türk ulusu için en verimli şekilde geçmesini diledi ve bundan hiç kuşku duymadığını kaydetti. Hayati Güven’in yıllardır Kıbrıs’la ilgilendiğini, şimdi de her Türk diplomatının arzu ettiği kutsal bir görev için KKTC’ye geldiğini ifade eden Akıncı, şöyle devam etti: “Türkiye bizim için duygusal anlamda Anavatan, ama onun ötesinde uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği haklar çerçevesinde bir garantör, onun da ötesinde KKTC’yi tek tanıyan ülke. Bizimle birlikte yüreği çarpan ve KKTC insanının yüzünün gülmesini, geleceğinin kararmamasını isteyen -dünya üzerinde daha başka ülkeler de söylenebilir ama Türkiye’yle hiçbir zaman ayni kotaya koyamayız hiçbirini- dolayısıyla yüreği bizimle çarpan, yüzü bizimle gülen ve sıkıntılı olduğumuzda da o sıkıntıları bizimle paylaşan, kederleri paylaşan, acıların paylaşılarak hafiflemesini sağlayan tek ülke. Böylesi bir ülkenin büyükelçisinin bizim için ayrı bir anlamı vardır. Bu nedenle sizlere tekrar hoş geldiniz diyorum ve Allah size de Ertuğrul Apakan gibi bir uğurlama nasip etsin. Sanıyorum bir Türk büyükelçisi için söylenebilecek, istenebilecek en güzel dilektir bu”[4]. Bu haberden sonra Akıncı ile ilgili ne yazılsa az, ama ‘unutma’ hastalığına kapılanlar için değil, her ne kadar meclis önünde eylemcileri coplatsa da o artık ‘demokrasi’ şampiyonu…

Neler göreceğiz daha bu hayatta bilinmez…

CTP ile ilgili de söyleyecek çok şey var ama onun ki biraz daha kolay. Onlar 1990 yılında girdikleri büyük türbülanstan hala çıkamadılar. Öncesinde de sol anlayışla çok doğru bir zemine oturmamıştılar. 70lerin sonunda ortaya çıkan Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı işgalini savunabilecek kadar uca kaymışlardı ama zeminleri hala daha ‘sol’ tarif edilebilirdi. İlk hükümet deneyimi ile değişim başladı ve gelip oturduklarını yer merkez olarak tanımlıyorlardı. Kendileri bu merkeze sol tanımlaması ile başka anlamlar vermeye çalışsalar da yaşadıkları İngiltere İşçi Partisi’den, Alman SPD’den, Yunan PASOK’dan çok farklı değildir. Bu ve benzeri partiler sözcüklerle alternatif oldukları rejime pratikte alternatif olamayınca gittikçe sosyal demokrasiden merkeze yanaştılar ve hatta merkezi geçip sağ sulara yelken açtılar. Onların bu şekilde sağ partilere benzeşmeleri ile de Avrupalı seçmenin ‘aslı dururken kopyasını neçin tercih edeyim’ mantığıyla hızla sağ partilere yönelmesi bundandır. Bu nedenle sosyal demokrasi/ortanın solu diye kendini tanımlayan partiler, özellikle AP seçimleri sonrasında da kendilerini yenilemeye ağırlık verdiler. Hızla başkanlarını değiştiriyorlar, politikalarını revize ediyorlar. CTP ise onları biraz geriden takip ediyor. Bir hükümetlik ömrü var. Olağanüstü koşullar geçip, yaşam normalleşince işsizlik, sosyal haklar, özelleştirme gibi konularla yani yaşamın sıcak konuları ile karşı karşıya gelince, CTP de Avrupa’daki benzeşiklerin kaderini kaçınılmaz olarak yaşayacak. UBP ile farklılaşmasını şimdilik örttüğü ‘statüko’ karşıtlığı da fazla işe yaramayacaktır. Zaten şimdiden ‘statüko’ karşıtlığından sınıfta kalan CTP gene de dersine iyi çalıştığı için ‘uluslararası ilişkilerden’ bütünlemeye de kalsa durumu idare edebiliyor. Ama bunu daha ne kadar götürebilir bilinmez. Ortada net olan UBP’den farklılaşan henüz bir projeleri yok, olması muhtemel AB konusunda bile ciddi elle tutulabilen, göz görülebilen bir şeyleri yok. Daha doğrusu bol soslu ve açıklamalı yapacaklar listesi var. Başında da AB ile uyum komitesi koordinatörü ‘AB uzmanı’ (!) oturmakta…

Ak koyun kara koyun kendini sürekli belli etmekte ama ‘unutma’ hastalığına tutulanlar TC Elçisine methiyeler düzen, TC’nin paketlerini bize dayatanı ‘onurlu ses’ diye yutturmaya çalıştılar. Karşı gelince suçlamayı sürdürüyorlar, ısrarla ‘unut’ diyorlar. Bugünlerde de, TC Dışişlerinin sözünden çıkmayan, Gül’ün bir dediği iki etmeyen, TC ile uyumlu işler yapmaya özenen neo liderimize de kurtarıcı dememiz isteniyor. O olmazsa ‘onurlu sesi’ kutsamamız talep ediliyor…

Sivilleşme ve demokratikleşme için yapılması gerek, ortaya konması gereken talepler açıkken bunları söylemeye, tartışmaya korkanlarla, çekinenlerle mücadele fazla ileriye gidemez.

TC Yardım heyetinin kapatılmadan, TC Elçiliğinin yetkileri ‘elçilik’ seviyesi indirilmeden, asker sivil yaşamdan çekilip kışlasında dönmeden, köylerin içindeki askeri birlikler kırsala çekilmeden, kademli olarak TC asker çekmeye başlamadan, sınır denetimi sivile devredilmeden bu işler bir gıdım bir yere gidemez. Gider gibi yaparlar ama, bizi suya götürüp, susuz getirirler.

O yüzden söz, yetki, karar tüm Kıbrıslılara eline geçmeden ne demokrasi, ne de sivilleşme sağlanabilir. O yüzden vitrinden tribünlere oynamaktan vazgeçerse büyük politikacılarımız, yazsınlar protokollerine kapatacaklarını TC yardım heyetini ve hükümetten izin almadan kışlasından askerin çıkamayacağını da görelim bakalım ne kadar demokratikleşme, ne kadar sivilleşme meraklısıymışlar, gerisi bol melodili ve açıklamalı seda olmaktan öteye gidemez…

Her şeye rağmen umutsuzluğa kapılmamak gerek. Yeni bir dünyanın kurucuları, dünyanın onlarca yerinde ‘başka bir dünyanın mümkün’ olduğunu haykırıyorlar. Bu coğrafyada da ‘yeni bir Kıbrıs’ın mümkün’ olduğunu söyleyenler var. Değişim için, yeni Kıbrıs beklemek yerine harekete geçmek gerek.

Eğer değişimde kararlıysak, bu noktadan sonra tribündekiler için seyretme zamanı değil maça çıkma zamadır…

--------------------------------------------------------------------------------

[1] http://www.kibrisgazetesi.com/?newsid=8570&category=

[2] http://www.emu.edu.tr/~tak/news/20001204.htm

[3] http://www.emu.edu.tr/~tak/news/20001205.htm

[4] agy

7 Mayıs 2004

Durum(suzluk) değerlendirmesi


Geldiğimiz noktayı anlatmak gerçekten zor…
Neredeyiz?

Önce kısa bir tarih turu atalım…

Ta en başa gitmeye gerek, hani Annan masaya planı koyduydu, Denktaş da aniden ameliyat olmaya niyet ettiydi, 5-6 ay öncesine gidelim. Seçimleri bir göz önüne alalım, yapılan propagandalarda Türkiye’nin önün açılmasından bahseden çözümcülerimiz radyolardan televizyonlardan tam güm propaganda yaptılar, Türkiye ile birlikte hareket edildiğinin de altını ısrarla çizerek. Bu konuda birazcık daha radikal tavır takınan ‘onurlu sesler’ de yok değildi. Gerçi kendilerine yakıştırdıkları ‘onurlu ses’ tanımlaması 8 Ocak’ta çökmüştü ya neysa…

Seçimler olup bitti ki ilk fire verildi, statükocu partilerle koalisyon yapmayacağım diyenler, büyük büyük teoriler yaparak, Junior Denktaş ile koalisyona oturdu. Arkasından TC’nin başlattığı diplomasi atağı başladı. Hoş bundan Kıbrıslıların pek haberi olmadı, detaylarını asla öğrenemediler ama bu da bizim statüko karşıtları için çok önemli olmadı. Fotoğraf çektirmek amacıyla bizim statükocular ve karşıtları gerçi Ankara’ya çağrılmışlardı, haklarını yememek gerek ama o kadar…

7 Ocak 2004 tarihinde gece gelen telefon ile bavullar toplandı ve 8 Ocak tarihinde apar topar Ankara’ya gidildi. Kimler yoktu ki aralarında, bir karış toprak vermem diyeninden, Erdoğan’ı el diyarlarında konuşmaları ile şok ettiğini iddia edenlere kadar, takım eksiksiz Ankara yolundaydı. Toplantı buradan bakıldığında çok anormal gözükmese de aslında sırrı detaylarda gizliydi. Bizimkiler toplantıya değil fotoğraf çektirmeye gidiyorlardı çünkü Çankaya’da yapılan Kıbrıslısız ‘Kıbrıs Zirvesi’ bizimkiler Ankara’ya indiklerinde bitmişti. Birkaç gün önce Türkiye AB üyesi ülkelerin Türkiye’deki elçilerini toplamız brifingler vermiş, çeşitli düzeylerde teknik toplantılarla dökümanlar hazırlamış ama bizimkilere kapağının ucunu o gün göstermemişti bile. Onurlu ses bile gık demeden Çankaya tepelerinden fotoğraflar çektirerek geri döndüler.

Geri dönüş de tam bir rezalet yaşandı. Onurlu sesin partisi sorumlu siyasetçi ayaklarına yatarak, meclisi kurtarma derdine düştü. Günün sonunda yıllarca bu ülkede yüzlerce anti demokratik uygulamaya imza atan siyasi partinin temsilcisinin ‘meclis’ başkanı yardımcısı olması için oy verdiler. Demokrasi kurtuldu mu bilinmez ama ‘meclis’in namusu kurtuldu ve artık meclisimiz demokrasi bahçesi oldu. Tabi inanana..

Gerçi onurlu sesin demokratlığı da çok kısa sürede su yüzüne çıktı, 3 partinin birleştirilmesi ile oluşturdukları çatı partisi, çatısını atıp parti olmaya ‘demokratik’ yollardan karar verince siyasi yaşamımızdaki çok partili yaşam nüfus patlamasına uğradı ve güç birliği bir doğu daha yaparak yeni parti ortaya çıkardı. Onurlu sesin demokratlığını geride kalan 3 partinin yöneticileri sorguladı, biz değil. Biz zaten kendisini önceden biliyorduk.

Neysa, ana konumuz bu tartışma değil. Hükümetin büyük ortağı olan statükocu parti de aslında ana konumuz değil ama ona da değinmekte yarar var. İzledikleri politika geçmiş hükümetlerin izlediği politikadan aslında hiç farkı yoktu. Ana farka ustalarının değişmiş olmasıydı. Bu dönmemi katkı çözümsüzlük yanlısı bir siyasi oluşumla götürmeyeceği belli olan Ankara partner olarak bu partiyi seçmiş olması, onların da Ankara ile uyumlu bir şekilde görüşmeleri bu noktaya getirmiş olması ilk görüntü olarak çok yanıltıcı manzaralar çıkarabilir ama teknik detaylar olarak incelendiğinde, tüm görüşmelerin TC Dışişleri tarafından yönlendirilmesi, önerilerin bizzat TC Başbakanı tarafından savunulması ve en önemlisi ısrarla buradaki hükümetin Türk tezlerini savunduğunu söylemesi ile manzara ortaya çıkar.

Bir dip not daha vermek istiyorum, ‘meclis’ olan partiler demokrat falan da değil, o da kimseyi yanıltmasın. Bir anayasa taslağı hazırladılar, vakit dar laflarını sığındılar, en radikal milletvekilleri bile Ankara’lara taşınarak hazırladı yeni anayasa taslağını. Bu ülkedeki farklı siyasi partilerden sivil toplum örgütlerinden görüş alma ihtiyacı dahil duyulmadı. Demokrasileri laftadır, çünkü meclisten yardımı dağıttılar siyasi partilere ama yalnız kendilerini gördüler, meclis dışındaki diğer siyasi partileri hatırlamadılar hani her bir şey olduğunda işbirliği deyip kapılarını aşındırdıkları. Pek de hatırlamaya niyetli değiller, parsayı şimdilik kendileri topladıkları için mutludurlar da, anti demokratik seçim yasasını, ülke geneli ile kıyaslandığında yüksek olan seçilme barajını, seçmenlerle ilgili düzenlemeyi ağızlarına dahil almayanlar yarın seçim meydanlarında demokrasi nutukları atacaklar ve maalesef biz bugünleri hatırlamayacağız.

Gene konumuz değil ama güneydeki hayır da aslında güzeldir. Yıllarca saklandıkları işgal edilmiş kuzey lafazanlığı arkasında demokrasi, sol nutuklar atanların güneydeki anti demokratik hayır kampanyasına, milliyetçiliğin yükseltilmesine direnç noktası oluşturamaması, milli kimliklerini daha fazla sahiplenerek ideolojik kimliklerini geri itmeleri aslında yaşanan gerçekleri ortaya koydu. Bu milli kimlik kuzeyden de yükseltilen milli politikalara uygun, Türk tezlerini savunuyoruz yönlü açıklamaların etkisi ile güvensizlik ve milliyetçi hezeyanlar arasında üst noktalara savruldu. Toplumların şimdi en çok ihtiyaç duyacakları güven ortamı bertaraf edilmiş oldu. Güneydeki demokratik rejim söylemi çöktü. Çağdaş oldukları yönlü açıklamaları, Cumhurbaşkanlarının açıklamaları ile, din adamlarının siyasete bulaşmaları ile yalnızca kelime olarak havada asılı kaldı. Yani güney coğrafyası bir eşiğe geldi, ya kapalı toplum olmaya devam edecek, kendi içinde demokrat, kendi içinde çağdaş ama dışa karşı farklı yada Avrupa değerleri ile uyumlu sivil toplum yönü güçlü, diğerine saygılı açık topluma dönüşecek.

İşte asıl konu bu, iki toplum da milli politikalardan sıyrılıp, kapandıkları kendi içlerinden kurtulup birbirlerine doğru açık yüreklikle yaklaşabilecekler mi yoksa milli birlik ve bütünlük lafazanlıkları çerçevesinde sen orda ben burada politikası yürütülecek?

Kim kazanacak? Milliyetçilik mi ki her zaman sonu kanlı savaşlarla biten maceralara sürekler, yoksa halkların kardeşliği mi?

‘Kalleş Rumlar’, ‘kalleş Türkler’e kadar varan söylemler bizleri ancak yeni maceralara sürükler. Aramızdaki farklılıkları anlamaya çalışmalı ve yeniden birbirimize yaklaşmanın koşullarını oluşturmalıyız.

Bu adada gene hep birlikte yaşamaya devam edeceğiz, ya kavgalı yada barışarak. Bahanesi her ne olursa her söyleyeceğimiz söz bunlarla tartılacak, o yüzden ortaya koyduğunda her düşünceyi tartmalısın:

Barışmak mı, kavga mı etmek isteriz?


* 30 Nisan tarihinde YBH Gençlik yayın organı Karşı'da yayınlanan yayınlanan yazım

5 Mayıs 2004

AB uyumsuzluk süreci


1 Mayıs itibari ile Kıbrıs tüm olarak AB üyesi ama müktesebat yalnızca güneyde uygulanacak.
Ancak her şeye rağmen kuzeyde de başbakanlığa bağlı bir adet AB uyum koordinatörlüğü kuruldu ve iddiaları bizlerin AB’ye uyumunu sağlayacaklarmış…

Koordinatörlüğün ilk kurulduğu günlerde Yenidüzen gazetesinin sorularını yanıtlayan AB “uzmanı” Koordinatör Erhan Erçin gerçekten ilginç ve kaydedilmesi gereken şeyler ortaya koymuştu. Önce ilginç bir dipnotla başlayalım: bir süre radyo/televizyon programlarına “AB uzmanı” olarak katılan koordinatör, aslında AB uzmanı olunamayacağı, belli özel konularda uzmanlaşılabileceğini anlayarak suçu gazetecilerin üzerine atarak, böyle birşey iddia etmediğini, kendisinin yalnızca koordinatör olduğunu belirterek bir süre sonra uzman unvanından vazgeçerek koordinatörlük mertebesine erişti.

Neysa, adı geçen röportajda Erhan Erçin bol bol yasaları nasıl değiştireceklerini, devleti nasıl yeniden organize edeceklerini anlattı ama bunların uygulanmasına yönelik tek bir kelime dahi etmedi. En azında yasaları büyük bir hızla geçiren ama uygulamada yaşadığı sorunlar sürekli haber konusu olan Türkiye bile koordinatörün ilgisini çekmemiş, kafasını yasalara takmış, tek derdi mevzuatı kurtarmak…

Koordinatörlük o kadar demokratik çalışmaktadır ki bu ülkede, yıllarca AB konularında çalışmalar yapan, araştırmalar yayınlayan kurum ve bireylerin bir kez olsun görüşünü alma ihtiyacı dahi duymadı. Ancak her platformda ve adı geçen röportajda da “insan kaynağı” sıkıntısından da bahsetmekten de geri de durulmamaktadır.

Uyum için dökümanlar hazırlanmakta, belgeler kaleme alınmakta ama bunlar şeffaf da değil… Aylardır yapılan çalışmalar kamuoyu ile paylaşılmamış, sivil toplumun denetimine açılmamış, kamuoyunun katılımı ile bunların geliştirilme yolu denenmemiştir.

Avrupa Birliğinde bireyin önemi bilinen bir gerçektir. Benzer şekilde, sivil toplumun güçlendirilmesi, yönetim sürecine katılımının artırılması ve güçlendirilmesi için AB kurumları her yıl milyon euro paralar harcarken, Koordinatörlük yaptığı açıklamalarda, çalışmalarda bireyin, sivil toplumun katılımını yok saymakta, yada kardeş kuruluşlar ile al gülüm ver gülüm ilişkiler içinde çalışmalarını yürütmektedir. Hatta koordinatör konuları o kadar abartabilmektedir ki “hem kamu değişecek, hem de sivil toplum bir anlamda buna uyum gösterecek” gibi AB’nin ruhuna aykırı tepeden inme, anti demokratik bir düşünce biçimi ile adeta meydan okunmakta ve sivil topluma aba altından sopa gösterilerek değişime zorlanmaktadır.

Değişim gereklidir ve olması gerekir ama bu, katılımcılık, bilgi paylaşımı, finans aktarımları ve bireyin gönüllü hareketleri ile sağlanmalıdır.

Koordinatör başbakanlık binasındaki 4 duvar ile çevrili odasında otururken ya da sabah kalktığında öyle uygun gördü diye ya da internette güzel bir makale okuyup uygulamaya karar verdi diye değişim gerçekleşmez. Olursa da demokratik ülkelerde olmaz.

Azınlıkların görüşü ve pozisyonları, yani hem ideolojik, hem cinsel, hem de etnik olarak, o coğrafyadaki tüm unsurları kapsayacak şekilde önemsenmez ve onların da görüşleri ve kaygıları bir harmoni içinde çoğunluğun görüşleri içine bir şekilde yerleştirilemezse demokratik bir yaşamdan söz edilemez.

İçinde birey olmayan, içinde sivil toplum olmayan bir AB uyum sürecinden geçiyormuşuk... Adına da AB müktesebatına uyum, demokratikleşme, çağdaşlaşma da diyebiliyoruz.

Yani anti demokratik uygulamalarla demokratikleşmekten bahsediyoruz... Demokratikleşme önce onu uygulamaya aday kurumlardan başlamalı ve demokrasinin ana unsurları, katılımcılık, çok seslilik ve şeffaflık unutulmadan, zaten unutulursa yada yok sayılırsa demokratikleşme birilerinin öyle uygun gördüğü ve öyle tanımladığı için yaşanmış bir süreç olmaktan öteye gitmez…

Yanlış yollar doğru kentlere hiçbir zaman çıkmadı, bu defa da çıkması çok zor gözükür…

15 Nisan 2004

Turnusol


Kıbrıs'ta referandum sürecinde son dönemece girildi…
Heyecan dorukta ancak, maalesef umutsuzluk ve yılgınlık da dorukta…

Her şey birbirine girmiş durumda... Yaşanan süreç maalesef yalnızca milliyetçiliğin yükselmesine yardımcı olmakta, toplumların yeniden birleşmesinin en önemli unsuru olan karşılıklı güveni zedelemektedir.

Son ortaya çıkan AKEL'in tavrına duyulan hayal kırıklığı, milliyetçi, şoven bir düşünce yapısı ile değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç bizi yalnızca ayrımcı politikalara sürükleyecektir…

AKEL'in tavrını politik değerlendirebilmemiz, AKEL'in içinde bulunduğu politik konumu analiz etmemiz gerekmektedir. Yıllardır muhafazakar politikalara pirim veren, popülist yaklaşımlarını yıllardır izlediğimizin AKEL'in bu tavrı aslında sürpriz de sayılmaz. Herşey, üç beş daha fazla oy almaya endekslendiğinde, güneyde yükselen milliyetçi dalganın önüne geçip sol/sosyalist değerlere sahip çıkma, yeniden yakınlaşmayı güçlendirme gibi kavramların ikinci plana itilmesi aslında çok da yeni bir şey değildir, süpriz de sayılmamalıdır.

Etnik ayrımcılığa karşı mücadele ettiğini söyleyip, planda da etnik ayrımcılık yapıldığını söyleyen partiler yalnızca güney coğrafyasına konuşunca, kuzey coğrafyasından yükselen seslerle çelişkiye düşmeleri aslında olanların kararlar alırken ne kadar etnik davrandıklarının ispatıdır. Madem bu plan etnik temele dayanıyor, bunu iddia eden parti, etnik bir tavır alarak yalnızca Kıbrıslı Rumlara değil, tüm Kıbrıslılara seslenerek öyle karar alması gerekirdi ama karar alma sürecinde etnik ayrımcılığın daniskası yapılarak kendi parti binalarında, kendi toplumları, yani ait oldukları etnik kimlikleri ön plana çıkarılarak kararlar verilince ortaya çıkan etnik ayrımcı plan eleştirisi yalnızca gülünç olmaktan öteye gidemiyor, inandırıcılığını yitiriyor…

Tüm Kıbrıslılara seslendiğini söyleyen ve teknik olarak tüm Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşlarının Cumhurbaşkanı olan Tasos Papadopulos'un konuşmasının bırakın Kıbrıslı Türklere üç beş kelime dışında bir şey söylememesini, Türkçe'ye bile doğru dürüst çevrilmemesinden aslında Yunanca konuşan yurttaşlarının cumhurbaşkanı olduğu, Türkçe konuşanları çok da önemsemediği rahatlıkla anlaşılmaktadır.

“Hayırcı” EDEK ve Yeşiller Partisi ise daha da üzgün olması gerekmektedir çünkü Kıbrıslı Türkler, kendilerine bu siyasi yapıları yakın bulmadıklarını aldıkları umursamaz tavırları ile ortaya koydular. EDEK ve Yeşiller bunu durup düşünmelidirler ve girdikleri bu etnik, yalnızca Yunanca konuşanların partisi olma durumundan nasıl kurtulacaklarını düşünmeye başlamalıdırlar çünkü üyesi oldukları AP gruplarında, hem yeşil hem de sosyalist grupta milliyetçiliğe karşı, ırkçılığa karşı ciddi bir mücadele vardır. Bu şe-kilde etnik yapılarını korursalar ileride yalnızca bize değil ayni zamanda Avrupalı yeşillere de, sosyalistlere de dertlerini anlatmakta zorluk çekecekler…

Şimdi ne yapmalıyız?

Yükselen milliyetçiliğe karşı cevap da milliyetçi düzlemde olursa bizi taşıyacağı yer çatışma ortamıdır. Güneyde yükselen milliyetçiliğin karşısında 'Rumlara gösterelim', 'Rumlar cevap vereli' gibi kaba şoven söylemlere çıkmak, yalnızca kuzeydeki milliyetçiliği yükseltir. Milliyetçiliğin tek alternatifi sosyalizmdir, sosyalist değerlerdir. Birileri hata yapıyor, birileri din, dil, ırk, cinsiyet ayrımcılığı yapıyor diye aynı ayrımcılıkları kendimiz de meşru sayıp bizim de bu milliyetçi dalga kapılmamızın bizleri götürebileceği yer pek da aydınlık değildir.

Kıbrıslıların aynı kültürden geldiklerini ve bölünemeyecek kadar küçük olan bu coğrafyada daha iyi yaşamanın koşulları çatışarak sağlayamayacaklarını anlamaları için mücadeleyi yükseltmemiz gerekmektedir.

Evet 24 Nisan'a az bir zaman kalmıştır. Ne tesadüftür ki bundan bir yıl önce Kıbrıslılar, kapılar kısıtlı da olsa ilk açıldığında kendi liderliklerini dinlemeyerek akın akın bir coğrafyadan diğerine akarken, belki de bir yıl sonra yeniden kendi liderliklerini dinlemeyerek anlaşmayı onaylayacaklardır. Ancak sonucun olumsuz olma ihtimalini de unutmamak gerekmektedir.

Böyle bir durumda yapılması gereken, yükselen şoven propagandalara inat, yılmadan,'evet' oylarını en üst seviyeye çıkarmaktır çünkü bu oranlar referandumun tekrar edilmesi halinde tüm Kıbrıslılar için umudun yeni kaynağı olacak. Unutulmamalıdır ki açık farklı bir yenilgide yeniden birleşme hareketi ağır yara alacaktır.

Yeni bir yol ayrımındayız, şimdiki umutsuzluk yalnızca milliyetçiliği yükseltir, şimdiki suskunluk yalnızca şoven sloganlara yer açar…

Durma zamanı değil, her dilde umudun ve barışın şarkılarını daha yüksek söylemeliyiz. Kazanmaya ihtiyacımız var, ama yenilgide bile milliyetçiliğe kaptıramayacağımız bir yarınımız olduğunu da unutmamalıyız…

Sloganımız, ortak vatan için ortak mücadele ise, tüm Kıbrıslıların ortak vatanının yeniden birleştirmek için tüm Kıbrıslılara ihtiyacımız olduğunu unutmayalım…

25 Mart 2004

Şirketleşmeye hayır!


Kıbrıs sorununda sona doğru gidiliyor….
Kimine göre bu son mutlak Mayıs öncesi olması gerek, kimine göre ise Mayıs imkansız ama bu sene sonu mutlak bir anlaşma imzalanacak…

Rejim beslemeleri ise "hayır"lı bir iş yaptıkları sanarak yollara düştüler…

Ancak kötü olan sürecin bir matematik dersine dönüşmesi, sosyal bilgilerdense bütünlemeye bile kalamaması..

Her kafadan bir ses çıkmakta, kimi gruplar aritmetikseverliklerini ortaya koyarak anlaşma isteyenleri alt alta, üstü üste koyup "evet"çi kampanyalar düzenlemeye başladılar bile…

"Hayır"sever rejim beslemeleri ise avantalarını, ganimet düzenini korumak için sıkı sıkıya sarıldılar faşist propagandalara…

Karşılarında olanlar ise matematikseverliklerini ortaya koyuyorlar ve anlaşma olursa toplayıp çıkarıp "tapucuklar ne olacak" sorusuna cevap vermeye çalışıyorlar, toplayıp toplayıp ardı ardına açıklıyorlar AB üyeliği ile alacağımız paracıkları…

Matematiksever anlaşma taraftarlarımız aritmetiğin dört işlemini kullanıp, aslında her şeyin ne kadar güzel olacağını anlatmaya çalışıyorlar..

"Hayır"sever rejim beslemeleri ise ayni şekilde dört işlemli açıklamalarla bu anlaşma olursa elde avuçta hiç birşeyin kalmayacağını ispatlama uğraşındalar…

Bu süreçte iki açıklama aslında tam olarak nelerin döndüğünü açıklıyor. Neşe Yaşın Yenidüzen'deki röportajda "sanki şirket kuruluyor" demişti, Niyazi Kızılyürek ise bir sohbette "keçi pazarlığından" bahsetmişti…

İçinde insan unsuru olamayan, sosyal bilgilerden kırık not almaya aday bir süreçten geçmekteyiz. Herkes "fani" dünya dertlerine düşmüş, evinin, bahçesinin pazarlığını yapmakta, kimin kaç para alacağını tartışmakta…

Unuttuk galiba, Annan Planı süreci biraz ablukayı dağıttı ama bundan 2 sene önceye gidip hatırlamak gerek kaç yüz şirketin battığını, kaç yüz tanesinin de iflasın eşiğinde olduğunu. Hatırlamakta yarar var kaç bin genç her yıl bu ülkeyi iş, güvenli bir gelecek, çağdaş bir barınma olanağı olmadığı için, önüne de 2 yıllık askerlik denen dayatma da konduğundan terk edip çoğu kaçak İngilterelerde, Avustralyalarda yaşamlarına devam ettiğini… Hatırlamakta yarar var demokrasi özürlü bir coğrafyada askere bağlı polisin keyfi güç kullanarak zaman zaman bizler üzerinde baskı kurmasını, eylemlerde zor kullanmasını, seçimlerde yapılan usulsüzlükleri meclis araştırma komisyonun raporlaştırdığını buna rağmen son seçimlerde bile yaşanan rezilliği… Unuttuk galiba 40 bin askerle birlikte ateş kes koşullarında yaşadığımızı, sınırlarda yeni yetme 18-19 yaşında gencecik Kıbrıslıların şoven dolduruşlarla birkaç metre ara ile karşılıklı dolu silahlarla birbirlerine karşı nöbet tutturulmalarını… AİHM'de biriken binlerce davanın Loizidu'ya ödenen milyon euro ile önün açıldığı ve daha nicelerinin arka arkaya geleceği ve Türkiye Cumhuriyetinin teknik olarak bu davalardaki sorumluluğunu kabul ettiğini, bundan sonrasında sorun çıkması halinde Avrupa Konseyinden ihracına kadar gidebilecek bir sürecin önünün açık olacağı…

Yani militarizme boylu boyunca teslim olmuş, demokrasi özürlü, ekonomik olarak çökmüş, topraklarında artık "umut" yetişmeyen, çoğumuzun kendine "yedek" bir yaşanabilir ülke aradığı bir yaşamdan yeni ülkeye…

Umutlarımızın her gün tel örgülere takılmadığı, "ateş kes koşullarından" demokrasi istencimizin kesintiye uğramayacağı, asıl sözü haki rengi üniformalılar söyleyememeği, "ekmeğimizin" parti rozetlerine tabi olmayacağı, geleceğimize TC Elçiliklerinde, TC Yardım Heyetinde karar verilmeyeceği yeni bir ülke…

Ne yapmalı?

Matematik dersine dönüşen kampanyalarla, cevaplarla geleceğimizin tehlikeye atılma ihtimali var çünkü rejim elindeki olanaklarını kullanarak herkesten çok daha iyi hesap kitap çıkarabilir ve günün sonunda herkesi "umudun" ve "düşlerin" tükendiği bu coğrafyada rejimin devamı için “ikna” edebilir.

İhtiyacımız olan GELECEK üzerine mücadeleyi örgütlemektir. İhtiyacımız olan yeni kurulacak olan yapıda Kıbrıs'ı ve Kıbrıslıları birleştirmek için yeni olanakları yaratmaktır ve yeni gelen gün bize bu olanakları taşıyacak.

Ama eğer rejim bir kez daha kazanırsa, evet bazılarımız bir süre daha kuzeydeki evlerinde kalmayı sürdürecek sonrasında ise İngilterelerde, Avustralyalarda buluşacağız ancak birilerini bu coğrafyada bu yağma düzeninin tepesinde saraylarında keyifle oturmayı sürdürecek…

Yapmamız gereken unutulanları Kıbrıslılara hatırlatmak ve askerden arınmış, evrensel hukuk ilkelerine saygılı, ileri bir demokratik ülkenin kurulmakta olduğunu söylemek yani GELECEĞİ olan tel örgüsüz, barikatsız, daha özgür bir yaşam…

Yapmamız gereken, "çözüm hemen şimdi" sloganını yükseltmek, önümüzde olası süreçlerde bunu için mücadele etmektir.

Kara göründü, "Avrupalı yeni Kıbrıs için" az bir gayrete daha ihtiyacımız. O yüzden neşemiz, coşkumuz ve umutlarımızla süreci sahiplenelim, sahiplendirelim, bir kez daha bizi kandırmalarına izin vermeyelim yani "MÜCADELE HEMEN ŞİMDİ!"

5 Mart 2004

Bitmeyen senfoni: BİRLİK SORUNU


14 Aralık sürecine gidilmekteydi. Önce ağır saldırılar KSP'den geldi. Her ne olursa olsun bu süreç bir anlamı ile referandumdu, o yüzden birlik olunmalıydı. Arkasından kendi yayın organlarında onlarca yazı, eleştiri…
Günün sonunda CTP, direk veya dolaylı etkilediği örgüt ve çevrelerle 'birlik' olup, CTP-BG adı ile propaganda sürecine katıldı. Dışında kalanlar ise BDH çatısı alında toparlandı. Onlarla uyuşamayanlar ise UBP ve DP'deki çözülmelere gönül bağlayarak ÇABP adı altında girdi 'seçimler'e…

Seçim süreci üzerine onlarca şey yazdık. Anlaşma isteyenlerin ne garip açıklamalar yaptıklarını, TC/KKTC bayrakları ile sağcıları bile hayrete düşüren gösteriler yapmalarını eleştirdik ama kimseye kendimizi dinletemedik. Şimdi birlik zamanıdır deyip durdular…

Sanırım şu anda CTP'yi tartışmaya en azından bu yazı içinde pek gerek yoktur. CTP'nin yaptığı açıklamaları okunarak yada Denktaş'ın kendilerine düzdüğü methiyelere, övgülere bakarak geldikleri noktayı anlamak çok kolaydır.

Ancak en ilginç "birlik" süreci BDH'da yaşanmaktadır. BDH'nın kuruluşundan beri bize en sert eleştirileri yönelten KSP, ilginçtir BDH'dan ayrılan ilk parti oldu. Aslında gerekçeleri daha ilginçtir; 'BDH Akıncının partisi oldu'. Bu noktada KSP Gençlik'teki arkadaşlara hatırlatmak isteriz, propaganda süreci tamamıyla Akıncı'ya dayandırılmamışmıydı? Sizler sabahın köründe kocaman Akıncı'nın fotoğraflarının bulunduğu pankartlar ile yol kenarlarında durmamışmıydınız? Her şey unutulur.

Hade hatırlatalım, 17 Ağustos’da bir yazı yazarak sizi eleştirmiştik: “Bunun yanında, farklı olma, farklı bir duruş sergileme iddiası ile ortaya çıkanların propaganda methodları da akıllara durgunluk vermektedir. Bizler tek adam diktasından kurtulmak ve gençliğin geleceğine sahip çıkması amacıyla tavır geliştermesi için çağrılar yaparken, sabah Lefkoşa sokaklarında BDH gençlik üyesi arkadaşlar Akıncı’nın fotoğraflarının olduğu pankartlar tutmaktadırlar. Tek adam diktasına karşı cevap tek adam diktası mıdır?”(1), tabi bunlar unutuldu, kaç ay oldu yazılalı değil mi?

Zaten kuzeyde yaşam kum üzerine yazıldığı için, bir gün gelen dalga tümünü siler ve bir kez daha yaşanmamış olur. BDH, Akıncı'ya özel kurulmuş bir partiydi, Akıncı'nın yeniden meclise girebilmesine olanak sağlayacak bir oluşuma ihtiyaç vardı çünkü gene kum üzerine yazılan ve unutulan anılardan hatırlayalım, UBP-TKP hükümeti döneminde yıkım paketleri hazırlayıp bunlar için sendikalarla, partilerle kavga eden, PEYAK'ın batırılmasından sorumlu olan ve oy ve prestij kaybettiği için TKP başkanlığını bırakmak zorunda olan Akıncı'nın, TKP ile yeniden meclise girmesi olanak- sızlaşmıştı, yeni bir aracı kuruma ihtiyaç vardı. Bu yüzden büyük ve süslü laflarla yeni parti oluşturuldu ve sanki de yeni bir şeymiş gibi de Akıncı bir kez daha öne çıkarıldı. KSP'li dostlara bunu onlarca kez anlatmaya çalışmamıza rağmen, ‘onlar birlik ama ne olursa olsun birlik’ deyip durdular, bizi de burjuvaziye yardım etmekle suçlamışlardı.

Ancak bu süreç, en çok (eski) TKP'lileri etkiledi. (eski) TKP'liler bir anda kendilerini iki partili buldular. Bu partiler arasında seçim yapmak zorundaydılar; bu yazı yazılırken hala daha kararsızlık halleri sürüyordu. Yazı yazılırken, BDH içindeki üçüncü parti olan BKP ise hem içerde hem dışarıda olma pozisyonu koruyordu. BDH'ya destek veren diğer sendikalar ise çekildiklerini açıklamışlardı. Yani çatı partisi, meclis koltukları paylaşılınca çökmüştü...

Yani, bir 'birlik' projesi daha sona er(diril)mişti. 3 partinin güçlerini birleştirerek, 'başarı' projeleri üretenlerin tek somut başarısı, 4. bir partinin ortaya çıkmasına yani bölünmüşlüğün daha fazla artmasına neden olmaları...

Yaşananlar yeni değil ama görmek isteyenler için önemli verileri içinde barındırmaktadır. Bu noktada, sanırım herkes güç birliğinden ne anladığını, güç birliğinin ne demek olduğu bir kez daha gözden geçirmesi gerekmektedir. Umarım bu kez doğru sonuçlara varabiliriz...

(1) bir kez daha seçimler üzerine - Murat Kanatlı http://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/authors/knt/knt7_17_2003.html

bu yazı ayni zamanda YBH Gençlik yayın organı Karşı'nın 14 sayısında yayınlandı

15 Şubat 2004

Umutlu olmak mı zor, umutsuz olmak mı? Sahi umutsuz muyuz?


Bu yazı yazılırken herkes yaşananlardan gayet mutluydu; Denktaş, görüşmeler başlamasına onay vermiş ve nasıl olsa artık ekipte bir de muhalif var daha ne isterik ki…
Önce pazar günümüzü zehretmeye aday Denktaş’ın açıklamalarını dinledik İstanbul havaalanında:
“Önümüzde iki kontrol supabı var. Bunlardan birincisi, varılacak uzlaşmanın halkoyuna sunulmasıdır. Halkımız eğer ortaya çıkan neticeyi beğenmiyorsa, referandumda kabul etmediğini söylemek hakkına sahiptir.… 'Bunun tadil edilmesi gerektiğini açıkladık. Devamlı surette, tadil edilmesi çerçeve içerisinde olur şeklinde katı bir yaklaşımla karşılaştık. 1 Mayıs tarihi yaklaştıkça sıkışan taraflar, özellikle Türk tarafının '1 Mayıs geliyor' diyerek her şeyi bir tarafa iteceğini hesaplayanlar, savunmamızda ısrar ettiğimizi gördükten sonra tadilat konusunda daha esnek davranabileceklerini duyurdular … 'O zaman (Lahey’de) benden istenen, Annan Planı'nı olduğu gibi, çok küçük değişiklikler hariç, iki taraf arasında mutabakata varılmaksızın falan tarihte referanduma sunmaktı. Bunu ben kabul edemezdim. Şimdi değişiklik konusunda bir kapı açılıyor. Bakacağız. Bunları inşallah yapabiliriz. İnşallah, Rumlar da artık dikine gitmekten, Kıbrıs'ın sahibi gibi davranmaktan, bizi azınlık olarak görmekten vazgeçerler. … ''Dünya, Annan Planı diyerek, karşımızda durmuştur, diretmiştir. Biz Annan Planı'nda gereken değişiklikleri yapmak suretiyle ve mümkün olduğu kadar lehimize yumuşatmak, tadilat hakkını elde tutmak kaydıyla deneyeceğiz. Halkımıza sunacağız. Elde ettiğimiz neticeyi halkımıza, (Biz bu planda şunları istedik, aldık. Bu büyük şeyleri istedik alamadık) diye tekamül etmiş anlaşmayı sunacağız. İnşallah tekamül etmiş anlaşma her iki tarafın da kabul edebileceği bir anlaşma olur. İyi sonuç, iki eski ortağın bu kez yeni bir ortaklık kurmasıdır. Eşit şartlarda... … ''Muhakkak Türk diplomasisi büyük girişimlerde bulundu. Ancak, gördüğünüz gibi dayatma karşısında, Milli Güvenlik Kurulu'nda alınmış olan bazı kelimeler veya prensipler, yumuşatılmak mecburiyetinde kalındı. (Annan Planı temel olarak alınamaz, referans olarak alınır) denmişti. Ama yapılan açıklamada, (Temel olarak kabul edildi) denmektedir. Temel olarak kabul edildi, ama bu temelin içine tadilatımız da girecek. Demek ki, temel değişebilecek. … Rumların oldukça buruk ayrıldıklarını gördük. İnşallah onlar da otururlar, bizim bu söylediklerimizi değerlendirirler ve Kıbrıs'ı alıp kaçamayacaklarını anlarlar” dedi.
Bu arada CTP Başkanı Mehmet Ali Talat da: “Biz Türk heyeti olarak bir bütün olduk. Ayrı ayrı davranmadık, ayrı davranışlar sergilemedik. Kendi aramızda değerlendirdik, tartıştık. Değişik görüşlere sahiptik, ancak görüşlerimizi bütünleştirdik ve bir görüş olarak çıktık. Geçmişi bir tarafa bırakıyoruz, geleceğe bakıyoruz. Bu mücadelenin sonucunda güzel bir anlaşma, Kıbrıs Türkünün haklarını koruyan bir anlaşma gerçekleştirmekten temel hedefimizdir” dedi.
(http://www.brt.gov.nc.tr/haberler/SUBAT2004/15022004/1500/CBDEGER.htm)
Denktaş’ın söylediklerinden başlayalım, neler yok ki için de; görüşme masasına iyi niyetli oturduğunu söyleyip hala daha karşı tarafa saldırmakta, ‘inşallah’, ‘maşallah’ deyip Kıbrıslı Rum görüşmeci heyetine, Yunanistan’a yaramaz çocuklar gibi sataşmaktadır. Bunlarla birlikte ‘Annan Planındaki zemin değişebilir’, ‘temel değişebilir’ demekte ve konuşmanın bütününe sızan tek bir olumlu söz de söylemiyor. Hatta açıkça MGK kararlarını savunduklarından bahsediyor. Daha önce New York’ta yaptığı açıklamalarda masaya sunduğu önerinin Türkiye Hükümeti tarafından hazırladığından da bahsetmişti. Bu kadar saldırgan ve yapıcı olmayan açıklamalardan sonra, Lefkoşa’da başlayacak görüşmelerde, tek umudumuz büyük görüşmecimizin başına bir şeylerin düşmesi ve pozitif bir tutumla görüşmeleri yürütmesidir çünkü Lahey sonrası BM dökümanı haline de gelen BM Genel Sekreterinin raporunda (http://www.un.int/cyprus/s398.htm) açıkça ifade edilen bir görüş bu noktada çok önemlidir. Annan bu raporda Denktaş’a ithaf “Despite my best efforts, I was never able to convince Mr. Denktash that the “realities” of the Cyprus problem were not only the realities on the ground but the realities of international law and international politics” diye yazıyor yani Annan diyor ki bütün uğraşlarıma rağmen Denktaş’ı ikna edemedim ki, Kıbrıs sorununun gerçekleri ayni zamanda uluslararası hukuk ve uluslararası politika gerçeğidir de. Yani bir hukukçu olan Denktaş, uluslararası hukuğa aykırı talepleri masaya ısrarla koymakta ve bunların onaylanmasını talep etmektedir. Peki Denktaş New York’da transformasyon geçirip uluslararası hukuğa saygılı bir görüşmecilik izleyeceğinin işaretlerini mi verdi? Ben göremedim, gören ya da duyan varsa beni uyarsın çünkü yukarıdaki açıklamasıyla bile uluslararası hukuğu çiğniyor, Annan’ın, planın zemin olduğu ile ilgili en son açıklamasına rağmen temeli değiştirmekten bahsediyor.
Türkiye Cumhuriyetinde havalar nasıl? Onlar bu sorunu çözmeye mi karar verdi? Bu konuda da herhangi bir belge yok. Sözel olarak Erdoğan’ın, Gül’ün gazete açıklamalarına bakarak siyaset üretenler, sevinç naraları atıyorlar ama Erdoğan’ın Lahey sonrası da açıklamalarını da hatırlarlarsak iyi olacak; “BM Genel Sekreteri’nin sözünü tutmadığını belirten Erdoğan, planın Annan’ın geçen ay Ankara’daki görüşmede verdiği vaadleri içermediğini açıklayarak, “planı bu haliyle kabul etmem imkansız görünüyor” dedi. Muhtemelen bu hafta içinde yeni Başbakan olacak Erdoğan, şimdiye kadar Kıbrıs sorununun BM önerisi temelinde çözümünün önde gelen destekçisi olarak görülüyordu” diye yazmıştı Die Welt gazetesi 11 Mart tarihli sayısında, (http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/bultenler/lahey/lahey.htm) ki benzer kandırıldım açıklamalarını laf aralarına sıkıştırıp ‘biz Bush’la böyle mi konuşmuştuk’ demedi miydi Erdoğan?
Hade Kırmızı Kitapla ilgili bilgilerimizi de tazeleyelim: “Türkiye'de askerin 'kırmızı kitap' diye bilinen bir gizli anayasası var. Bu, anayasa büyüklüğünde kabı kırmızı olan 'Milli Siyaset Belgesi'dir. Bu kitabı devlete ancak müsteşar olduktan sonra görürsünüz. Kırmızı kitap bakanlara verilmez, müsteşarlara verilir. Çünkü devletin asıl sahibi bürokrasidir, bakanlar değildir. Bakanlar, idare edilmesi gereken çocuklardır. Ben bakan olup da kırmızı kitaptan haberdar olana pek rastlamadım. Bu kitap MGK'da son haline getirilir. Başbakanlık müsteşarı olduktan sonra bir MİT mensubu geldi bana. Evvela arkadaki odaya kozmik evrakı saklamam için koca bir kasa koydular. Sonra da ilk kozmik evrak olarak kırmızı kitabı getirdiler.
Parlamento kırmızı kitaba aykırı yasa çıkaramıyor mu?
Bu kitap gerektiğinde 'gizli anayasa' gibi kullanılıyor ve engelleyici oluyor. 'Milli Siyaset Belgesi'nin falanca maddesine uymuyor' denildiğinde, o kanun veya kararname çıkarılamıyor. Yani ikinci bir anayasa olarak Demokles'in kılıcı gibi üzerinizde sallanıyor. Mesela MGK ve MGK Genel Sekreterliği de öyleydi. Her konu milli güvenlik kavramına sokulabiliyordu. Öyle yetkiler verilmişti ki, tarım ve enerji işlerine de, YSE müdürüne de karışabilirdi.” (Hasan Celal Güzel’le röportaj, Neşe Düzel/Radikal/22-09-2003). Bu arada 30 Temmuz 2003 tarihli Frankfurter Rundschau gazetesinde şunlar yazıyordu: “Kurallar kitabının (kırmızı kitapdan bahsediyor yn) Kıbrıs bölümünün de revize edilmesi gerekiyor. Bu doküman şimdiye dek bölünmüş ada için bir "konfederasyon"da ısrar ediyordu” (http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/DISBASIN/2003/07/31x07x03.HTM#%201) acaba kırmızı kitabın değiştirildiğini duyan yada bilen var mı?
Denktaş değişmedi, TC yönetme şekli değişmedi, TC iktidarı değişmedi belki hükümetçilik oynayanlar yumuşadı ama bu konuda yeniden Neşe Düzel’in Radikal’deki röportajına geri dönmek gerek; “Ama yasalara bakılırsa hükümet, devlet aygıtının en tepesinde olan, onu yöneten örgüt. Hükümetler, devleti yönetemiyor mu bizde?
Turgut beyin zamanında Ekrem Pakdemirli'yle başlayan bir uçak kullanma modası çıkmıştı. Bana pilot arkadaşım anlattı. Suudi Arabistan'dan geliyorlarmış. Pakdemirli, uçağı ben kullanacağım diye tutturmuş. Peki, demiş arkadaşım. Ama birkaç dakika sonra hostes kulağına fısıldamış:
'Efendim yolcular perişan.' Arkadaşım, Pakdemirli'ye çaktırmadan uçağı otomatik pilota almış. Pakdemirli iki saat boyunca pilot koltuğunda oynamış durmuş. Tam Esenboğa'nın üzerinde geldiklerinde, arkadaşım uçağı otomatik pilottan çıkarmış. Pakdemirli 'Yaktın beni Necdet' demiş, 'Sakın kimseye söyleme!' Necdet Diyarbakırlıoğlu maalesef bana söyledi. Türkiye'nin yönetimi de böyledir işte. Ülkeyi bazen otomatik pilota takarlar, siz ise kendinizi ülkeyi yönetiyor zannedersiniz” yani acaba TC yönetimi otomatik pilotta mı yoksa pilot koltuğunda Erdoğan mı oturuyor?
Peki ya statüko karşıtı olduğunu söyleyen Talat ne yapıyor? “Biz Türk heyeti olarak bir bütün olduk” demiş ne diyelim Allah devamı getirsin inşallah da CTP kurmaylarından Hasan Erçakıca’nın Yenidüzen Gazetesindeki Pazar günkü yazısı yalnızca bütün olmaktan ileri gidildiğini yazmakta; “Başbakan Mehmet Ali Talat ile Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın görüşme sürecine doğrudan katılımı ve bu süreçte oynadıkları rol, Cumhurbaşkanı Denktaş’ın eski alışkanlıklarının kontrol altına alınmasına olanak tanımıştır. Bu noktada, özellikle Serdar Denktaş’ın katkılarını önemle anmak gerekir. Basına yansıdığına göre Cumhurbaşkanı Denktaş, görüşme süreci içinde referandum tarihlerinin 1 Mayıs 2004 sonrasına atılması için Papadopulos ile anlaşmak üzereyken, Talat ve Serdar Denktaş Türkiye yetkililerinin de katkısı ile durumu düzeltmişler ve Türk politikasının değişmesini veya zarar görmesini önlemişlerdir” (http://www.yeniduzengazetesi.com/?action=journalist&aid=656) yani Talat uyum içinde Türk Delegasyonun parçası değil ayni zamanda Türk politikasının zarar görmesini de engelleyen bir faktör. Bunu yazan tek Yenidüzen Gazetesi yazarı olsa, rejime yaranmak için yazılar yazıyorlar diyeceğiz ama geçmişte solculara işkence yapıp öldürmekten bahseden yazılar yazan, Derinya’daki olaylardan sorumlu tutulan faşist Erhan Arıklı, Pazar günkü yazında “Talat o sandalyeyi çekerek dünyaya ve komplo teorisi üretenlere Türk heyetinin orda tek vücut olduğunun mesajını verdi… … Ama ben New York’taki Talat’ı sevdim … bu vazgeçilmezlerimiz konusunda sol cenahla mutabakat arayalım” diye yazmıştı. Nerden nereye geldik; ‘Denktaş bizi temsil etmiyor’, ‘Denktaş görüşmeci olursa çözüm olmaz’ noktasından, faşistlerin bile övgüsünü alabilecek Türk tezlerinin yılmaz savunucusu Denktaş’ın görüşmeci ekibinin uyumlu üyeliğine…
Bu arada ‘Türk heyeti’, ‘Türk tezleri’ gibi tanımlamalar öylesine ortaya konmamıştır. Masada Türk heyeti, bizimkiler ve TC temsilcileri, bürokratlarıydı ve asıl söz bizimkilerin değil ‘anavatan’ temsilcilerinindi, bizimkiler elçiydi, 8 Ocak’ta Kıbrıslısız Kıbrıs Zirvesi ve ardından MGK’de alınan kararların yılmaz savunucusuydular…
Tüm bunları alt alta koyduğumuzda hangisi daha zor bilinmez. Perşembe günü başlayacak görüşmeler için umutlu mu olmak gerek yoksa umutsuz mu?
Aslında cevap basittir. Takvim sıkışmış şu veya bu şekilde herkes sürüklenmektedir. Yolun sonu hızla görünmekte ve kimse bu sürecin dışına çıkabilecek kadar güçlü değil. Yalnızca onlar, biraz daha süreci yavaşlatmaya çalışacaklar ama bir gerçek var ki sürecinin hızını asıl Kıbrıslılar belirleyecek. Bu süreçte evde oturarak birilerinin kendilerine çözümü altın tepsi içinde sunacağını düşünenler varsa yanılmaktadır…
Ve, Kıbrıs falında üç vakte kadar çözüm gözüktü, Mayıs, olmazsa Haziran, olmazsa Sonbahar, o da olmazsa Aralık…
Süreci belirlemek bir kez daha Kıbrıslıların bizzat kendilerinde…
Evet, hangi takvimi seçmek istersen ona göre umudunu ayarla, hemense, gereğini yapmak için neçin hala daha oyalanmaktayız?

12 Şubat 2004

Bugüne ve barışa dair

Kritik süreçten geçmekteyiz…
‘Kritik’, sürecin sihirli kelimelerinden biri. Annan masaya planını koydu koyalı bir sürü kritik süreçlerden geçtik, hep öldük, bittik yok olduk yakarmaları içinde yürüdük kritik takvimlere ve kritik süreçlerden geçerken birlikçi kesildik hep beraber…
Solcusu, sağcısı, statükocusu, statüko karşıtları hep, birlik beraberlik, 'aman tartışmayalım bu kritik süreçlerde' telkinleri arasında geçti günlerimiz, seçimler kimilerimizin mevkilerinde değişiklikler sağladı ama ne gam, onlar meydanlarda doğduk diyerek oralara geldiler, sağ sol cepheleşmeden, birbirleriyle elleşmeden kuruldular yeni mevkilerine…
Ankara'nın emir komuta ilişkisine karşı olduklarını kürsülerinden söylediler. İlk falso 8 Ocak'ta Kıbrıslısız Kıbrıs Zirvesi ardından görüşürmüş gibi yapmak için sorgusuz sualsiz Ankara’ya gidişleriydi. İkincisi, tüm propaganda süresince seviyesiz argümanlarla çözüm isteyenlere saldıran adı ile yaşamı taban tabana zıt hanedanlık partisi ile koalisyon oluşturulmasıydı. Unutan varsa hatırlatalım, Hollywood tarzı propaganda filminde Annan'a, De Soto'ya saldırılarak Kıbrıs konusunda hazırlanan 'ölüm planının' başrolü bu kişilere verilmişti, 3 statüko karşıtı olduğunu söyleyen parti liderleri de figüran olarak takdim ediliyordu ve bu filmin sonunda junior saltanat bekçisi "biz bu filmi çok gördük, ama artık oynatmayacağız" demişti. Şimdi kendisi başrolde, acaba rolü ne, oynatmıyor mu acaba? Ve üçüncü falso, 'onurlu' sesimiz işgal altındaki bu ülkede 'koltuk bölüşümünde adil olunursa demokrasi gelişecek' diyerek, bu ülkedeki talanın partisinin Meclis başkan yardımcılığı için gösterdiği adaya oy verilmesini buyuruyor, sonra da ortak protokoller imzaladığı partinin kurduğu hükümete güvenoyu vermek konusunda kararsızlığın ağırlığı altında 'çekimser' diyebiliyor. Talanın partisinin adayına evet diyebilenlerin, renktaş ilan ettiğine olumlu oy verememesini anlatabilecek kelimeler elbette vardır, ama neye yarar, demokrasi gelişsin, güzelleşsin daha ne isterik. Ve son falso gene 'onurlu' sesin partisinden, seçim bitti biteli iki ay oluyor, tek yaptıkları 4 partiye devlet yardımı kararı çıkarmak olan meclisin kilitlenmelerine karşı çilingir rolünü üslendiklerinin ilanıydı.
Bunca yanlış giden işin içinde, son olarak bizim deneyimlerimiz de yaşamlarımızın bunca yanlıştan ayrı tutulamayacağını ortaya koydu.
7 Kıbrıslı Rum ve Türk gençlik örgütünün Trodos'daki etkinlikle ilgili ortak bir metin hazırlamak için oturulan masaya sinen 'onlar ve bizler' söylemi ilk göze çarpandı. Üçüncü tekil şahıs 'Rumlar'a karşı bizlerin birlikte, tek ses bir şey yapmamızın gerekliliği üzerine kurulan cümlelerden anladığımız, herkesin barışı farklı anladığıydı. 'Rum'lar genel, tek, bir kafadan konuşan 'düşmanlar' topluluğu olduğuna göre, onların karşına aynı şekilde tek, bir kafadan konuşan 'cengaverler' olarak çıkmak fikri sürekli masada söylenip durdu. TKP ve CTP gençlik örgütleri ile yıllardır çalıştığımız için onların tutumları biraz da alışkanlık yapmıştı bizlerde. Ama ilk kez aynı platformda çalıştığımız ÇABP'ın gençlik örgütü temsilcilerinin tavırları karşısında zaman zaman şoklar geçirdiğimiz bir gerçek. Adında çözüm olan, AB olan bir partinin düşünceleri böyle mi olmalı diye onlarca kez kendimize sormadık değil. Hele 'KKTC' konusundaki tutumları tam incelenmelik.
Sapla samanın birbirine girdiği bugünlerde barışla ilgili biz mi ne anlıyoruz? Ülkenin ortasından geçen yırtılmanın artık bir idari sınır olduğu, haki üniformalıların eli dolu silahlarla buralarda beklemediği, insanların dini, dili, rengi ile değil düşleri ve düşünceleri ile ayrıma uğradığı, "bizler ve onların", sömürenlerle direnenler olarak algılandığı, bütün 'onların' düşman, kötü, ayni kafada olduğunu düşünmenin ayıp sayıldığı, ırkçılık olduğu, demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin değerli sayılmaya başladığı günlerde barışa yakın olacağız..
Bugünlerdeyse bize düşen, barışa doğru giderken, dini, dili, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun düşleri ve düşünceleri ile dost olanlarla, barış yolunun yoldaşlarıyla kol kola birlikte yürümek olacak…

22 Ocak 2004

Umudu diri tutmak

Seçimler bitti, hükümet de kuruldu. Siz bu yazıyı okurken muhtemelen güvenoyu da almıştı. Seçim süresince herşey daha güzel olacak diyenlere bizim cevabımız 'gelecek sandıkta değil' olmuştu. Şimdi de bu mecliste olmadığını söylüyoruz.
Biz bu partilere hele de liderlerine de güvenmediğimizi ortaya koymuştuk.
Pratik yaşam bizi çok hızlı doğruladı. 8 Ocak tarihli Ankara ziyareti, bizlere büyük büyük sözler söyleyenlerin makyajlarının aktığı, suratlarına geçirdikleri maskeleri düşüşü andı. Statüko karşıtlığı ile övünenlerin Türkiye Cumhuriyeti yürütmesinin gel dediği an apar topar Ankara'ya taşınmaları, onlarla Kıbrıs konusundaki Ankara Zirvesi sonrası görüşülmesi ama Zirve ile ilgili doğru dürüst bilgi verilmemiş olması, bu toplantıya giderken gündemi bilmeyişleri ikisi statükocu, ikisi de statüko karşıtının acizlikleri toplantı sonrası bina çıkışına yansıyan dörtlü fotoğrafta rahatlıkla okunmaktaydı.
Aralarından biri, mutlak görüşmeciyi değiştirmek iddiası ile girmişti seçimlere, hatta 'görüşmeci Talat' diye söyletmişti de ama 'bizim görüşmecimiz Denktaş' deyip, kendi kendilerine de belirledikleri çözüm sürecine yönelik tavırlarına karşı ‘Kıbrıslıların da görüşü var, sizin bunlarda karar verme hakkınız yok’ diyememişti.
Diğeri, 'toplumun onurlu sesiydi' ama toplantı sonrası ses-sizliğe büründü, tek kelime açıklama yapmadı, dönünce ise gazete sayfaları arasına sıkışan bir açıklama ile geçiştirdi tavrını. Aslında diğer ikisi hiç konuşmazlardı o yüzden umursamadık onların tavırlarını ama karşıtlıkları ile övünenlerin teslimiyeti önemliydi...
Arkasından hükümet kurulma çalışmaları sürerken, Denktaş İstanbul'da valilikte TC yürütmesi ile toplantılar yapmış ve çelişkisinin olmadığını açıklamıştı. Asıl sorun bu değildi. Sorun dönüşündeki karşılama töreniydi. Sıralama bu ülkedeki yönetim erkini göstermekteydi. İlk sırada TC Elçisi ardından askerler yani bu ülkenin en üstünde olanlar, yani TC'nin temsilcileri. Statükonun değişimi için yapıldığı iddia edilen tüm çalışmaların başbakanlık koltuğu için olduğu rahatlıkla anlaşılmış oldu.
Bunun arkasından yaşanan meclis başkan yardımcılığı seçimlerinde de politik sığlığı gördük. 'Onurlu ses' olarak ortaya çıkan BDH lideri Akıncı'nın 'demokrasi gelişsin' diye bu ülkedeki talanın vurgunun, ganimet düzeninin partisine, bu statükonun en önemli dişlisine, bu ülkede ilericilere, aydınlara, emekçiler en büyük zararı veren, demokrasiyi en fazla yaralayanlara oy verilmesinin istenmesinin algılanması belki burjuva demokrasilerinde daha anlaşılır olabilirdi ama otuz bin askerin bulunduğu işgal altındaki bir coğrafyada hem de kapalı oylamada attığı oyu BDH Milletvekili İzzet İzcan'ın gidip UBP'lilere göstererek ispatlama girişimi bu siyasal yapılanmanın da yaşamdaki yerini ortaya koymuştur.
BDH'yı oluşturan KSP'li dostlar bizi ne kadar da bağlamaz deseler de, TKP'liler ne kadar pasifize olsalar da yaşanan tüm bu süreçte kendilerinin de katkıları ve sorumlulukları vardır.
Vitrin süsü olmak için bir gecede değişerek elde ettikleri ünvanlar için kılıktan kılığa giren CTP ve BDH -ki bunun içinde TKP, BKP ve KSP'de direk vardır- yöneticilerinin bu faydacı tutumlarına, seçim sonrası çelişkili davranışlarına karşı morallerin bozulduğu, umutların bir kez daha kırıldığını görmekteyiz.
Şimdi umutsuzluk zamanı değildir. Onlar işgal altında, asker üniformasının sivilleri ezebildiği koşullarda demokrasicilik oynamak için birbirlerine koltuklar dağıtabilir ama güçlü olan, sokağı örgütleyebilendir; güçlü olan umutu en diri tutandır, güçlü olan kalabalık olan değil, değişimi hemen şimdi isteyip bunun için ne olursa yapmaya hazır olandır. O yüzden şimdi toparlanma zamanıdır, umudu yeniden diriltme zamanıdır, sokağı yeniden kazanma zamanıdır.
Yolumuz uzundur, durarak yolu tüketemeyiz, yürümek gerek, yavaşta olsa koşmaya hazır olacak şekilde yürümeye başlamak gerek, hade, beklemeden hem şimdi yürümeye başlayalım…
----
Bu yazı YBH Gençlik'in yayın organı Karşı'nın 23 Ocak 2004 tarihli sayısında da yayınlanmıştı