7 Mayıs 2004

Durum(suzluk) değerlendirmesi


Geldiğimiz noktayı anlatmak gerçekten zor…
Neredeyiz?

Önce kısa bir tarih turu atalım…

Ta en başa gitmeye gerek, hani Annan masaya planı koyduydu, Denktaş da aniden ameliyat olmaya niyet ettiydi, 5-6 ay öncesine gidelim. Seçimleri bir göz önüne alalım, yapılan propagandalarda Türkiye’nin önün açılmasından bahseden çözümcülerimiz radyolardan televizyonlardan tam güm propaganda yaptılar, Türkiye ile birlikte hareket edildiğinin de altını ısrarla çizerek. Bu konuda birazcık daha radikal tavır takınan ‘onurlu sesler’ de yok değildi. Gerçi kendilerine yakıştırdıkları ‘onurlu ses’ tanımlaması 8 Ocak’ta çökmüştü ya neysa…

Seçimler olup bitti ki ilk fire verildi, statükocu partilerle koalisyon yapmayacağım diyenler, büyük büyük teoriler yaparak, Junior Denktaş ile koalisyona oturdu. Arkasından TC’nin başlattığı diplomasi atağı başladı. Hoş bundan Kıbrıslıların pek haberi olmadı, detaylarını asla öğrenemediler ama bu da bizim statüko karşıtları için çok önemli olmadı. Fotoğraf çektirmek amacıyla bizim statükocular ve karşıtları gerçi Ankara’ya çağrılmışlardı, haklarını yememek gerek ama o kadar…

7 Ocak 2004 tarihinde gece gelen telefon ile bavullar toplandı ve 8 Ocak tarihinde apar topar Ankara’ya gidildi. Kimler yoktu ki aralarında, bir karış toprak vermem diyeninden, Erdoğan’ı el diyarlarında konuşmaları ile şok ettiğini iddia edenlere kadar, takım eksiksiz Ankara yolundaydı. Toplantı buradan bakıldığında çok anormal gözükmese de aslında sırrı detaylarda gizliydi. Bizimkiler toplantıya değil fotoğraf çektirmeye gidiyorlardı çünkü Çankaya’da yapılan Kıbrıslısız ‘Kıbrıs Zirvesi’ bizimkiler Ankara’ya indiklerinde bitmişti. Birkaç gün önce Türkiye AB üyesi ülkelerin Türkiye’deki elçilerini toplamız brifingler vermiş, çeşitli düzeylerde teknik toplantılarla dökümanlar hazırlamış ama bizimkilere kapağının ucunu o gün göstermemişti bile. Onurlu ses bile gık demeden Çankaya tepelerinden fotoğraflar çektirerek geri döndüler.

Geri dönüş de tam bir rezalet yaşandı. Onurlu sesin partisi sorumlu siyasetçi ayaklarına yatarak, meclisi kurtarma derdine düştü. Günün sonunda yıllarca bu ülkede yüzlerce anti demokratik uygulamaya imza atan siyasi partinin temsilcisinin ‘meclis’ başkanı yardımcısı olması için oy verdiler. Demokrasi kurtuldu mu bilinmez ama ‘meclis’in namusu kurtuldu ve artık meclisimiz demokrasi bahçesi oldu. Tabi inanana..

Gerçi onurlu sesin demokratlığı da çok kısa sürede su yüzüne çıktı, 3 partinin birleştirilmesi ile oluşturdukları çatı partisi, çatısını atıp parti olmaya ‘demokratik’ yollardan karar verince siyasi yaşamımızdaki çok partili yaşam nüfus patlamasına uğradı ve güç birliği bir doğu daha yaparak yeni parti ortaya çıkardı. Onurlu sesin demokratlığını geride kalan 3 partinin yöneticileri sorguladı, biz değil. Biz zaten kendisini önceden biliyorduk.

Neysa, ana konumuz bu tartışma değil. Hükümetin büyük ortağı olan statükocu parti de aslında ana konumuz değil ama ona da değinmekte yarar var. İzledikleri politika geçmiş hükümetlerin izlediği politikadan aslında hiç farkı yoktu. Ana farka ustalarının değişmiş olmasıydı. Bu dönmemi katkı çözümsüzlük yanlısı bir siyasi oluşumla götürmeyeceği belli olan Ankara partner olarak bu partiyi seçmiş olması, onların da Ankara ile uyumlu bir şekilde görüşmeleri bu noktaya getirmiş olması ilk görüntü olarak çok yanıltıcı manzaralar çıkarabilir ama teknik detaylar olarak incelendiğinde, tüm görüşmelerin TC Dışişleri tarafından yönlendirilmesi, önerilerin bizzat TC Başbakanı tarafından savunulması ve en önemlisi ısrarla buradaki hükümetin Türk tezlerini savunduğunu söylemesi ile manzara ortaya çıkar.

Bir dip not daha vermek istiyorum, ‘meclis’ olan partiler demokrat falan da değil, o da kimseyi yanıltmasın. Bir anayasa taslağı hazırladılar, vakit dar laflarını sığındılar, en radikal milletvekilleri bile Ankara’lara taşınarak hazırladı yeni anayasa taslağını. Bu ülkedeki farklı siyasi partilerden sivil toplum örgütlerinden görüş alma ihtiyacı dahil duyulmadı. Demokrasileri laftadır, çünkü meclisten yardımı dağıttılar siyasi partilere ama yalnız kendilerini gördüler, meclis dışındaki diğer siyasi partileri hatırlamadılar hani her bir şey olduğunda işbirliği deyip kapılarını aşındırdıkları. Pek de hatırlamaya niyetli değiller, parsayı şimdilik kendileri topladıkları için mutludurlar da, anti demokratik seçim yasasını, ülke geneli ile kıyaslandığında yüksek olan seçilme barajını, seçmenlerle ilgili düzenlemeyi ağızlarına dahil almayanlar yarın seçim meydanlarında demokrasi nutukları atacaklar ve maalesef biz bugünleri hatırlamayacağız.

Gene konumuz değil ama güneydeki hayır da aslında güzeldir. Yıllarca saklandıkları işgal edilmiş kuzey lafazanlığı arkasında demokrasi, sol nutuklar atanların güneydeki anti demokratik hayır kampanyasına, milliyetçiliğin yükseltilmesine direnç noktası oluşturamaması, milli kimliklerini daha fazla sahiplenerek ideolojik kimliklerini geri itmeleri aslında yaşanan gerçekleri ortaya koydu. Bu milli kimlik kuzeyden de yükseltilen milli politikalara uygun, Türk tezlerini savunuyoruz yönlü açıklamaların etkisi ile güvensizlik ve milliyetçi hezeyanlar arasında üst noktalara savruldu. Toplumların şimdi en çok ihtiyaç duyacakları güven ortamı bertaraf edilmiş oldu. Güneydeki demokratik rejim söylemi çöktü. Çağdaş oldukları yönlü açıklamaları, Cumhurbaşkanlarının açıklamaları ile, din adamlarının siyasete bulaşmaları ile yalnızca kelime olarak havada asılı kaldı. Yani güney coğrafyası bir eşiğe geldi, ya kapalı toplum olmaya devam edecek, kendi içinde demokrat, kendi içinde çağdaş ama dışa karşı farklı yada Avrupa değerleri ile uyumlu sivil toplum yönü güçlü, diğerine saygılı açık topluma dönüşecek.

İşte asıl konu bu, iki toplum da milli politikalardan sıyrılıp, kapandıkları kendi içlerinden kurtulup birbirlerine doğru açık yüreklikle yaklaşabilecekler mi yoksa milli birlik ve bütünlük lafazanlıkları çerçevesinde sen orda ben burada politikası yürütülecek?

Kim kazanacak? Milliyetçilik mi ki her zaman sonu kanlı savaşlarla biten maceralara sürekler, yoksa halkların kardeşliği mi?

‘Kalleş Rumlar’, ‘kalleş Türkler’e kadar varan söylemler bizleri ancak yeni maceralara sürükler. Aramızdaki farklılıkları anlamaya çalışmalı ve yeniden birbirimize yaklaşmanın koşullarını oluşturmalıyız.

Bu adada gene hep birlikte yaşamaya devam edeceğiz, ya kavgalı yada barışarak. Bahanesi her ne olursa her söyleyeceğimiz söz bunlarla tartılacak, o yüzden ortaya koyduğunda her düşünceyi tartmalısın:

Barışmak mı, kavga mı etmek isteriz?


* 30 Nisan tarihinde YBH Gençlik yayın organı Karşı'da yayınlanan yayınlanan yazım

5 Mayıs 2004

AB uyumsuzluk süreci


1 Mayıs itibari ile Kıbrıs tüm olarak AB üyesi ama müktesebat yalnızca güneyde uygulanacak.
Ancak her şeye rağmen kuzeyde de başbakanlığa bağlı bir adet AB uyum koordinatörlüğü kuruldu ve iddiaları bizlerin AB’ye uyumunu sağlayacaklarmış…

Koordinatörlüğün ilk kurulduğu günlerde Yenidüzen gazetesinin sorularını yanıtlayan AB “uzmanı” Koordinatör Erhan Erçin gerçekten ilginç ve kaydedilmesi gereken şeyler ortaya koymuştu. Önce ilginç bir dipnotla başlayalım: bir süre radyo/televizyon programlarına “AB uzmanı” olarak katılan koordinatör, aslında AB uzmanı olunamayacağı, belli özel konularda uzmanlaşılabileceğini anlayarak suçu gazetecilerin üzerine atarak, böyle birşey iddia etmediğini, kendisinin yalnızca koordinatör olduğunu belirterek bir süre sonra uzman unvanından vazgeçerek koordinatörlük mertebesine erişti.

Neysa, adı geçen röportajda Erhan Erçin bol bol yasaları nasıl değiştireceklerini, devleti nasıl yeniden organize edeceklerini anlattı ama bunların uygulanmasına yönelik tek bir kelime dahi etmedi. En azında yasaları büyük bir hızla geçiren ama uygulamada yaşadığı sorunlar sürekli haber konusu olan Türkiye bile koordinatörün ilgisini çekmemiş, kafasını yasalara takmış, tek derdi mevzuatı kurtarmak…

Koordinatörlük o kadar demokratik çalışmaktadır ki bu ülkede, yıllarca AB konularında çalışmalar yapan, araştırmalar yayınlayan kurum ve bireylerin bir kez olsun görüşünü alma ihtiyacı dahi duymadı. Ancak her platformda ve adı geçen röportajda da “insan kaynağı” sıkıntısından da bahsetmekten de geri de durulmamaktadır.

Uyum için dökümanlar hazırlanmakta, belgeler kaleme alınmakta ama bunlar şeffaf da değil… Aylardır yapılan çalışmalar kamuoyu ile paylaşılmamış, sivil toplumun denetimine açılmamış, kamuoyunun katılımı ile bunların geliştirilme yolu denenmemiştir.

Avrupa Birliğinde bireyin önemi bilinen bir gerçektir. Benzer şekilde, sivil toplumun güçlendirilmesi, yönetim sürecine katılımının artırılması ve güçlendirilmesi için AB kurumları her yıl milyon euro paralar harcarken, Koordinatörlük yaptığı açıklamalarda, çalışmalarda bireyin, sivil toplumun katılımını yok saymakta, yada kardeş kuruluşlar ile al gülüm ver gülüm ilişkiler içinde çalışmalarını yürütmektedir. Hatta koordinatör konuları o kadar abartabilmektedir ki “hem kamu değişecek, hem de sivil toplum bir anlamda buna uyum gösterecek” gibi AB’nin ruhuna aykırı tepeden inme, anti demokratik bir düşünce biçimi ile adeta meydan okunmakta ve sivil topluma aba altından sopa gösterilerek değişime zorlanmaktadır.

Değişim gereklidir ve olması gerekir ama bu, katılımcılık, bilgi paylaşımı, finans aktarımları ve bireyin gönüllü hareketleri ile sağlanmalıdır.

Koordinatör başbakanlık binasındaki 4 duvar ile çevrili odasında otururken ya da sabah kalktığında öyle uygun gördü diye ya da internette güzel bir makale okuyup uygulamaya karar verdi diye değişim gerçekleşmez. Olursa da demokratik ülkelerde olmaz.

Azınlıkların görüşü ve pozisyonları, yani hem ideolojik, hem cinsel, hem de etnik olarak, o coğrafyadaki tüm unsurları kapsayacak şekilde önemsenmez ve onların da görüşleri ve kaygıları bir harmoni içinde çoğunluğun görüşleri içine bir şekilde yerleştirilemezse demokratik bir yaşamdan söz edilemez.

İçinde birey olmayan, içinde sivil toplum olmayan bir AB uyum sürecinden geçiyormuşuk... Adına da AB müktesebatına uyum, demokratikleşme, çağdaşlaşma da diyebiliyoruz.

Yani anti demokratik uygulamalarla demokratikleşmekten bahsediyoruz... Demokratikleşme önce onu uygulamaya aday kurumlardan başlamalı ve demokrasinin ana unsurları, katılımcılık, çok seslilik ve şeffaflık unutulmadan, zaten unutulursa yada yok sayılırsa demokratikleşme birilerinin öyle uygun gördüğü ve öyle tanımladığı için yaşanmış bir süreç olmaktan öteye gitmez…

Yanlış yollar doğru kentlere hiçbir zaman çıkmadı, bu defa da çıkması çok zor gözükür…