30 Aralık 2005

Sol mülkiyet konusunu nasıl anlamalı?

Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaset anlayışı kirlenmiş durumdadır. Kimin neyi nasıl söylediğini incelemeden, hamasi nutuklara bakarak ‘bunlar da solcu, bu da solcu hade birleşin’ gibi yaklaşımlar bugünün koşullarında ‘saf’ önerilerdir. Siyasette fazla saf olmak bir anlamıyla birilerinin sizi kullanmasına da fırsat verir. Bu yüzden YKP, işbirliği ve ittifakları denerken hep gözünü dört açıp, derdini anlatmaya çalıştı ama bunda ne kadar başarılı olabildi, bunu söylemek güç. Hala daha ‘bölündünüz, birleşin’ diyenler çoğunlukta olduğuna göre tam olarak derdimizi anlatamadık…
CTP ve BDH ile çok ayrı noktalara düştüğümüz kesin, bunun defalarca tekrarlanmasının çok bir yararı yoktur. Akıncı’nın yalnız bugün söyledikleri değil, dün de yaptıkları ile değerlendirildiğinde imkansızlık katlanmaktadır. UBP-TKP koalisyon dönemini unutarak, PEYAK’ı hatırlamayarak, ‘yıkım paketini’ aslanlar gibi savunup, grevlerin, eylemlerin önünü açan tavırlarını yok sayarak Akıncı’yı anlamak mümkün değildir. Hade bunlar eski konular, ki 98 ne kadar eskiydi, bu ayrı bir tartışma, BDH’nın kuruluş süreci de mi eski? Tüm bunlar değerlendirildiğinde ‘BDH ile olan nasıl bir ilişki kurulabilir’in cevabı ortaya çıkar. Bunlarsız konuyu anlamının olanağı yoktur.
Geriye kalanlar?
Herkesin kafası burada karışmakta… TKP bu noktada ilk akla gelen partilerden biri. Son dönemdeki açıklamalara baktığımızda, TKP’nin aklının karışık olduğunu görürüz. Bu yüzden kritik durumlardaki TKP’nin tavrı belirleyicidir. Örnek olarak son mal mülk yasasındaki TKP tavrı önemlidir. 17 Aralık 2005 TAK Haber bültenindeki şekli ile TKP Başkanı Angolemli: “TKP’nin, “dayatma mülkiyet yasa tasarısına” şiddetle karşı olduğunu kaydeden Angolemli, bu tasarının yasalaşmasının, Kıbrıs Türk halkının kendi yurdunda topraksız kalmasına varacak bir sürece kapı açacağını, toprağı olmayan halkların egemenlik hakları da bulunmadığını, buna bağlı olarak devlet kurma hakları da olamayacağını” söylemiş. Böylesi bir açıklama hangi sol parti tarafından yapılabilir? Toprağa dayalı egemenlik talebi yeterince itici bir açıklama ama bunu tartışmadan önce bu toprağın nasıl elde edildiği konusu daha önemlidir. Askeri bir operasyonla Kıbrıs’ın kuzeyinde bir bölgede yeni bir durum yaratılmıştır. AİHM kararına göre buradaki idare SLAT’dır yani Türkiye’nin yerel alt yönetimidir. AİHM’de Kıbrıs’ın kuzeyine yönelik alınan tüm kararlarda bu ilke uygulandı. Yalnız çok bilinen Louizidu kararında değil, Ahmet An ve Kutlu Adalı davalarında da bu ilke doğrultusunda Türkiye mahkum edildi. Aresti davası da bu ilke üzerinden sonuçlandı. Yani ortada suç var ve suçlu Türkiye çünkü buradaki Yerel Alt yönetimden sorumlu. Peki Angolemli ne diyor, bu topraklar bizim (TÜRKLERİN), bizim olması gerekir ki devlet kuralım. Yani Fetih zihniyetinin kutsanması… Bir coğrafyanın askeri operasyonla elde edilmesi ve sonrasında ‘bizim’leştirilmesi özellikle Cenvere Konvensiyonu ile 50 yıl önce, yani yasaklanalı çok oluyor…
Askeri operasyon size o bölgedeki nüfus yapısını değiştirme hakkı vermez, mülkiyet şeklini değiştirme hakkı vermez, sınırları değiştirme hakkı vermez yani hiçbir hak vermez, iddia etmek insanlığa karşı suçtur çünkü başkasının haklarını silah zoru ile elde etmeyi haklı görmektir. Özellikle mülk konusu Avrupa Konseyinin Konvansiyonlarına da girmiş, bir çok antlaşmada yer bulmuş bir konudur. Silah zoru ile yerinden ettiğin birinin mülkiyet hakkını da kaybettiğini iddia etmek savaş suçu işleyenlerle, uluslararası hukuğa karşı savaş açanlarla aynı cephede yer alman anlamı girer. O yüzden TKP bu açıklaması ile buradaki ‘biz’leştirme operasyonunu kutsayarak, uluslararası hukukla da çelişerek fetihçilerle yan yana gelebiliyor. Tabi bu arada mesajı fetihçiler hemen aldı ve cevaplarını verdiler. Yine TAK’ın 14 Aralık tarihli açıklamasına yansıyan haber “Mücahit Komutanları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Keskin tasarıyı reddeden UBP, MAP, BDH ve TKP’yi ‘yürekten’ kutladı”. TKP’nin 17 Aralık öncesi açıklamalarına bakarak Keskin kutlamasını yapıyor, herhalde 17 Aralık’taki açıklamayı görse iki kere kutlardı.
TKP yaptığı açıklamalarla Annan Planını da, iki bölgeliliği de anlamadığını, yada bizden farklı anladığını ortaya koymuş durumdadır. Bu açıklamalarla anlaşılan TKP için iki bölgelilik kuzeyde ve güneyde arı, saf Türk ve Rum bölgelerinin oluşturulmasıdır. Bu ırkçı bir yaklaşımdır. YKP geçici olarak, toplumsal koşullar uygun oluncaya kadar ve tarafların üstünde anlaştıkları hali ile kuzeyin dominant olarak Kıbrıslı Türkler tarafından, güneyin de Kıbrıslı Rumlar tarafından yönetilmesine onay vermektedir. Ama kuzeyin ve güneyin saflaştırılması Kıbrıs’ın birleştirilmesine değil, milliyetçiliğin güçlendirilmesine neden olur. Bu yüzden idarenin başında kimin olduğu önemli değildir. Kıbrıslılar idari bir bölünme olması gereken kuzey veya güney eyaletlerinden herhangi birinin istedikleri yerinde yaşayabilmelidirler. Yani Luricina, Yeşilırmak toprak düzenlemesi sonrası güney idare sınırlarında kalmasına rağmen, hiçbir Kıbrıslı Türk’ün buralardaki kendi mülkiyetlerini terk etmesine neden olacak koşullar yoktur. Referandum sürecinde Talat’ın dediği gibi ‘kuzeye geleceksiniz ve burada birlikte mücadele edeceğiz’ de ırkçı bir davranıştır. Federe devlette yurttaşların hangi eyalette yaşadıkları hiçbir zaman önemli olmadı, bu konu yalnız sağcıları ve faşistleri ilgilendirdi. Bu yüzden Kıbrıs’ın kuzeyindeki ‘sol’cular da bu konuda iyi düşünmelidirler.
Bununla birlikte basit bir matematik hesabı yaparsak, Kıbrıslı Türkler nüfus olarak 1974lere kadar yalnız yüzde 18 oluşturuyorlardı. Öyle olmamasında rağmen varsayalım ki toprağın da 18’i Kıbrıslı Türklere aitti. Buna bakarak kurulacak federasyonda eyaletin toprak oranı yüzde 29 olması öngörülmektedir. Yani yüzde 11lik büyüme… varsayalım ki global mal mülk kabul gördü, eğer kuzeyin yalnız Türklerden oluşmasını talep edersek, bu yüzde 11lik büyüme kimin haklarının gaspı olacak?
Ortada bir askeri operasyon vardır. Askeri operasyon sonrası fetihçi bir yaklaşımla kuzeyde belirli düzenlemeler de yapılmıştır. Bu düzenlemeleri kutsayarak siyaset yapmak, evrensel insan hak ve özgürlüklerini savunanlar için olanaklı değildir. Bunları eleştirmeden de siyaset yapmanın olanağı yoktur. Kıbrıslı Rum liderliği ile sıradan Kıbrıslı Rumu ayırmadan, ayırmayı bilmeden de siyaset yapamazsınız. Her bireyin hakları ve özgürlükleri ile var olması gerektiğini anlamadan da siyaset olmaz. O yüzden evinden askeri operasyonla atılan her Kıbrıslı Rum’un mülkiyet hakkının tartışılmadan kabulü ön şartı ile hareket etmeden ortak dil tutturmamız da olanaklı değildir. Kullanım hakkını öne sürerek hak ihlallerine kapı açmak da doğru bir yaklaşım değildir. Bu nedenle mülkiyet hakkı hemen iade edilmeli, kullanım hakkı ise her durumda ayrı ayrı ele alınarak, uluslararası hukuk göz önünde tutularak değerlendirilmelidir.
Bunun yapılması düşünüldüğü kadar zor değildir, ama önce kendimizi fetih anlayışından arındıralım, çağdaşlaşalım…
Siyasi partiler de kendilerine net bir yer seçmelidirler. Fetih bir hak değil, insanlığa karşı bir suçtur…

23 Aralık 2005

Bir köprü, bir siyasetçi, bir parti

Kasım ayının son haftasında, Ledra Caddesinin kuzey kısmındaki duvarın yıkılarak, yerine köprülü geçiş noktası yapılması tartışması süreci başlamıştı. Adeta açıklama yağmuru vardı. Hem kuzey, hem de güneyden köprünün boyut ve işlevine yönelik tartışmalar sürmekteydi. Ermu ara bölgede mi değil mi, altından ne geçecek gibi şeylerdi tartışılan…
Ve böylesi kısır tartışmanın ortasına Yeni Kıbrıs Partisinin bildirisi düştü. YKP, 5 Aralık’ta yaptığı açıklama ile net olarak bölgenin askersizleştirilmesini talep etmişti. Ama yerel gazeteler içinde, Afrika gazetesi dışında bu bildiriye haber değeri biçen olmadı. Afrika’nın bildiriyi manşetine taşıması etkisini gösterdi ve önce Esnaf ve Zanaatkarlar Odası köprüye karşı sesini yükseltti, sonra Akıncı öneriyi sahiplendi. Daha sonraki günlerde çeşitli yazar ve kesimler askersizleştirmeyi gündemlerine alıp tartıştırdılar. Akıncı bununla da kalmadı, bildirinin içindeki askeri birliklerin yaşam alanları dışına çıkartılması önerisini de kendi üslubu ile açıklamalarına yansıtmaya başladı. Ayni şekilde de güneyden de AKEL askersizleştirmeyi söylemine taşıdı.
Tanımın doğru hali ile, YKP olgusu bir kez daha hasır altı edilmeye çalışılmakla birlikte, önerileri ve fikirleri ile gündemi belirlemiş oldu. Artık kamuoyu köprünün kendisini değil onu doğuran koşulları tartıştırmaktadır. Yani YKP kendi gündemini dayatıp, kamuoyu yaratmış ama partinin adı gizlendiği için yine görünmez kılınmıştı…
Tam bu noktada bir siyasetçinin ‘köprü’ tartışmasındaki seyri incelemeye değer çünkü o, bu tip zigzagları hep çiziyor ama kimse bunu tartışmıyor…
Akıncı, tartışmanın ilk başladığı günlerde, 28 Kasım tarihli TAK bültenine yansıyan açıklamasında, askersizleştirmeden bahsetmeden “Lefkoşa İmar Planı hazırlanırken, Kuzey'de Arasta ve çevresi ile Güney'de Ledra Sokağı'nın yayalaştırıldığına ve bir gün barikatların kaldırılacağı ve trafikten arındırılmış yaya bölgelerinin birleştirileceğinin öngörüldüğüne işaret ederek, gelinen aşamada bu tarihi olayın gerçekleşmesinin söz konusu olduğunu” açıklamıştı. Güzel bir iyi niyet belirtisi olmasına rağmen somut hiç bir şey üretmeyen bu açıklamanın ardından Akıncı 1 Aralık’ta yanına eski bir askeri de alarak bölgeyi ziyaret etti. TAK’ın bültenine “1990'lı yıllarda bölgede askeri sorumluluk üstlenmiş BDH Girne İlçe Başkanı Halil Sadrazam” diye yansıdığına göre BDH’lılar, üst kadrolarında eski bir askerin olması ve halen daha bu kimliğini bir şekilde korumasını önemli buluyor ki yaptıkları açıklamalara yansıtıyorlar. Ancak sol siyasi oluşumların anti-militarist olması ile düşünüldüğünde, generalliğin kıyısından dönmüş, patlayıcı uzmanı bir askerin, yani sıradan olamayan bir askerin kadrolarında olmasını çelişki olarak görmüyorlar mı? Neysa, bu, bugünün tartışması değil, bu tartışmaya sonra devam ederiz,. BDH’nın üst kadrosundaki askerler, liberal demokratlarla ne kadar sosyal demokratçılık oynayacakları ayrı bir tartışma konusudur...
Akıncı’nın, 1 Aralık’ta köprü ziyareti sonrası yaptığı açıklama da ilginçti. Akıncı, "bu yolun köprü ihtiyacı doğmadan açılması, kuşkusuz benim de tercihim olurdu; ne var ki seçenek, ya köprülü açılış, ya da hiç açılamaması ise o zaman köprülü olarak açılmasını tercih etmek ve köprüsüz günler için de çalışmak gerekir" demişti. Akıncı bu arada 5 Aralık’ta TAK bültenine yansıyan bir televizyona verdiği demeçte de ‘temennilerde’ bulunmaya devam ediyor.
7 Aralık tarihinde Akıncı’nın Tasos Papadopulos'la yaptığı görüşme sonrası açıklamaları ayni tarihli TAK bültenine yansımıştı. Bu açıklamada Akıncı, Ledra konusunda ilk açıklamasındaki görüşünü korumaktaydı. Akıncı, “kapının "üst geçitle birlikte açılması" veya "hiç açılmaması" alternatiflerinden, üst geçitle birlikte açılmasını ve bunun daha sonra ortadan kaldırılması için çaba gösterilmesini tercih ettiğini” bir kez daha söylemişti. Yani Akıncı’nın tercihleri arasında hala daha askersizleştirme yoktur. Gerçi sayın Akıncı, utangaç bir şekildi “kendisinin ve partisinin askerden arınmış bir şehir tercih ettiği” gibi bir cümle ağzından kaçıyor ama hemen ardından TAK bültenine yansıyan şekli ile “Rum gazetecilerin "bu taraflardan birinin de Türk askeri mi" olduğunu sorması ve Lokmacı'daki üst geçidin "askeri amaçlı" olduğunu iddia etmesi üzerine, Türk askerinin 1974'ten beri adada bulunduğu gerçeğini hatırlattı ve 1979'da borular döşenirken de Türk askeri olduğunu” söylüyor. Yani hem askersizleştirmeyi istiyormuş gibi yapıp sonra ‘gerçekçilik’ adına askerin varlığına vurgu yapıyor.
Hem askersizleştirme, hem de askeri varlığın kutsanması, sosyal demokrasinin ideolojik bulanıklığının izlerinin olarak açıklamak da mümkün…
Akıncı tüm bu açıklamalardan sonra aniden, 13 Aralık tarihli TAK bültenine yansıyan açıklaması ile askersizleştirmeyi keşfediyor. İlk açıklamasından tam 15 gün sonra, askeri gerçekleri hatırlatan açıklamaları sonrası Akıncı aniden dümenini bölgenin silahsızlandırılması önerisine çeviriyor. YKP’nin açıklamasının kamuoyunda yankı uyandırması ve bu yönde kamuoyu oluşmasının ardından Akıncı, 13 Aralık’taki TAK Bültenindeki açıklamasında, “Lokmacı Barikatı'nın açılabilmesi için gelinen aşamada iki tarafta da askerin geri çekilmesinin (dekonfrantasyon) zorunlu hale geldiğini” belirttiğini söylüyor.
2 hafta sonra zorunluluğu keşfeden Akıncı için nasıl bir tabir kullanılabilir acaba? Günaydın mı demeli, ne demeli bilinmez ama medya, YKP’nin net ‘askersizleştirme’ talebi yerine Akıncı’nın sulandırılmış askersizleştirmesine rağbet ettiği açık. Başlıklarına YKP’den bir hafta sonra askersizleştirme açıklaması yapan Akıncı’nın açıklamasını yazmayı tercihleri ile YKP’yi gizlemeye çalışabilirler ama gerçekler uzun süre gizlenemez. Bu da ayrı tartışma konusunu…
Akıncı’nın askersizleştirme önerisinin 17 Aralık tarihli TAK bültenine de yansıdığı görülmektedir. Akıncı, “İki tarafın da askerlerini bir miktar geriye çekmesi, köprünün kaldırılması ve sivil yaşamın, yayaların ihtiyaçlarına öncelik verilmesi kaçınılmazdır” diyerek ‘mış’ gibi yaptığını net ortaya koyuyor, kendine güvenli alan yaratıyor. Yani bölgenin hem askersizleştirilmesini istiyor, hem de istemiyor. Önerisi ‘biraz’ askerlerin geri çekilmesi, yani bir adımla ile sonsuz arasında bir büyük bilinmeyen, yine muğlak bir açıklama yine belirsiz tanımlamalar ama medya bunun askersizleştirme olduğunu yine başlıklarına taşıyor. Akıncı ayni açıklamada askeri gerçeklere bir kez daha atıfta bulunuyor ve “elbette güvenlik kaygısı dikkate alınacaktır” diyor . Yani cümlenin Türkçesi bölgede askerin varlığının ‘güvenlikten’ dolayı önemli, o yüzden ‘askerler bir miktar’ çekilmeli, yani Ledra’nın güney kısmına ‘güvensizlik’ ve ‘askeri tedbir’ gerekliliğini belirten açıklamalar ve birileri bize bunu birileri askersizleştirme diye sunabiliyor…
Birileri YKP’nin net ‘askersizleştirme’ önerisinden rahatsız olduğu ve bunu gizlemek için harekete geçtiği bir gerçek ama alternatif medya da mı?
Neysa, bu, Yeni Kıbrıslılar için olağan hale gelen bir durumu ifade eder ama, sıkıntı gerek bu konu gerekse son mal mülk konularındaki tartışmaları yok sayarak YKP’yi diğer siyasi partilerle işbirliği yapmamakla suçlamak insafsızlığa girer.
Gerek BDH, gerekse TKP’nin özellikle mal mülk konusundaki yaklaşımları ile YKP’nin ki arasındaki uçurum bir kez daha ortaya çıktı. BDH’lılar, Ledra konusunda izlediği zigzaglı politikaları ile ‘siyasi dansözlük’lerini bir kez daha ortaya koydular. BKP’liler ise hem nalına, hem mıhına vuran açıklamalara imza atıyorlar. KSP’yi ise nereye koymalı bilinmez. Bu yüzden ittifaklardan bahsedenler son dönemdeki açıklamaları alt alta koyup yeniden düşünsünler ki acaba bu konuların hangisinde YKP diğer siyasi oluşumlarla yan yana gelebilirler?…
***
Önemli gerçeklerden biri, herşeye rağmen Yeni Kıbrıslıların fikirleri ve eylemleri ile gündemi belirlemeyi sürdürüyor, birileri yok saydırmaya devam etmeye çalışsa da….
Bu koşullarda YKP’lilere düşen ise partiyi görünür kılmaktır..
Bunun için tek çıkar yolumuz var;
“sokak, hemen şimdi!”, “hareket, hemen şimdi!”

14 Ekim 2005

Siyaset Çözülürken Almanya seçimleri, sonuçları ve bize dair

(Taylan Özgür imzası ile)

Almanya seçimleri tamamlanırken, herkes seçimleri ve koalisyon olasılıklarını konuşmaya başladı. (Bu yazı dizisi tamamlandığında belki de yeni koalisyon kurulmuş yada Almanya yeni seçim kararını almış da olabilir ama bu durum yazının içeriği değiştirmeyecek bir sonuç olacaktır.)
Şu aşamada Birlik Partileri yani konservatifler yada daha bilinen adıyla Hıristiyan Demokratlar(CDU/CSU) ve Sosyal Demokratlar (SDP) yarım puan farkla ağırlıklı iki parti, koalisyonun büyük ortağı olma adayı olarak seçimden çıktılar. Yeşiller, Liberaller (FDP) ve Sol Parti de koalisyonun küçük ortakları olarak gözükmektedir.
İki partili bir koalisyonda herkesin partneri belli idi. SDP zaten yıllardır Yeşiller ile koalisyon yapmaktaydı. Geçmişte de CDU/CSU ve FDP de birlikte çalışmışlardı. Bu nedenle iki partili bir koalisyonda pek de sorun yoktu. Ancak Eylül ayındaki erken seçim sonucu ile tablo bayağı karıştı. Tarafların çoğunluğu sağlayabilmeleri için kendilerine bir parti daha bulmaları gerekmektedir.
Bu noktada önemli bir gelişme yaşandı. Daha önceki adı Demokratik (yada egemenlerin değişi ile Doğu) Almanya Komünist Partisi olan, ancak 1990’larda partinin adını ve programını değiştirerek Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) olarak yoluna devam eden siyasi akım, sosyal demokrat ve yeşiller partileri içinden kopan bir grup, sendikacılar, aydınlar ve başka siyasi gruplardan gelenlerin katılımı sonrası, seçim yasaları ittifaklara izin vermediği için, PDS’in adını bir kez daha değiştirerek ‘Sol Parti’ olarak seçime girmişlerdi. Sol Parti süreci daha fazla konuşulmayı hak etmektedir. Ancak bu konuyu yeni bir yazıda yeniden ele almak gerekecek... Seçim sonuçlarına geri dönmek gerekirse, seçimin hemen ardından basına yansıyan açıklamalardan, iki bloğun da Sol Parti ile koalisyonu kesin olarak reddettikleri ilginç bir sonuç olarak önümüzde durmaktadır…
Tam bu noktada Kıbrıs’taki sonuçlara dönüp, küçük hatırlatmalar yaptıktan sonra, neden Sol Parti ile tüm partilerin köprüleri attığını anlatmaya çalışacağım…
Kıbrıs’taki 2002’deki seçimlere de benzer bir seçim ittifakı ile girilmişti. BDH bu noktada bir alternatif olarak sunulmuştu. BDH’yı oluşturan siyasi bileşenler ana olarak TKP, KSP ve BKP idi. Seçim sonrası ayni şekilde konservatifler yani UBP ile ortanın solu yada adı konmamış sosyal demokratlar yani CTP iki ana parti olarak seçimden çıkmışlardı. Ayni şekilde daha yumuşak konservatif ama liberal ol(a)mayan (bu iddiada kurulduğu iddia edilse de) DP ve siyasi kategorisi belirsiz (sol olarak kendini tanımlayan) BDH küçük ortak adayları olarak seçimden çıkmışlardı.
O dönemdeki hükümet kurma çalışmalarını hatırlayan var mı? Ana gündeme her zamanki gibi yine Kıbrıs sorunu konarak, diğer sorunlar perdelenmiş ve tartışılmasına izin verilmemişti. İşin ilginç yanı, tartışmalardan sonra UBP için doğal partner hem DP hem de BDH olabilirken, CTP için ‘sol’ yelpazedeki BDH asla bir alternatif olmamıştı.
Bu noktada BDH liderliğinin yaptığı ‘Türkiye bizi istemez’ çığırtkanlığına kapılıp siyasi algılamanızı kısıtlarsanız, UBP’li bir koalisyonun direk reddedilmediği göremeyebilirsiniz. UBP açısından BDH ciddi bir tehlike değildi. Kendisinin dayatacağı ekonomik ve siyasi politikalara karşı çıkılmadığını 1998 yılındaki koalisyon deneyiminde görmüştü. TKP liderliği, hükümette yer aldığı dönemde uygulanan ekonomik paketlerden ciddi oranda küçülmesi, erimesi sonrasında ve kendi dışlarında kalan CTP, YKP ve sendikaların başlattığı sürecin evrilerek, sonradan adı çok anılacak ‘Bu Memleket Bizim Platformu’na dönüşmesi, bu Platformun ciddi etkiler yapması (mitingler, grevler vb) üzerine, türüne geçmişte defalarca rastlanacak bir açıklamayı bahane ederek siyasi bir manevra yapmıştı. O dönemdeki TKP’nin lideri olan Mustafa Akıncı, bir komutanın açıklamalarını bahane ederek istifa etmiş ve hükümetin düşmesini sağlamıştı. Sonrasında yapılan ilk seçimlerde TKP’nin silineceği net olarak ortaya çıkınca Akıncı, 98 yılındaki UBP koalisyon dönemi ile ilgili hiçbir öz eleştiri yapmaksızın, siyasetten çekildiğini açıklamış ve partiyi kaderi ile başbaşa bırakmıştı.
Bu noktada siyasi geleceğini 1998 yılından başlayarak Akıncı kimliği üzerinden yeniden tanımlayan CTP için, Akıncı’nın başında bulunduğu bir siyasi yapı partner olamazdı. Bu noktada bir alternatif hareket yaratma sürecinde, onlarca yapının bir araya gelmesi sonucu oluşturulan BDH’nın başına, siyasi başarısızlığı çok net ispatlanmış Mustafa Akıncı’nın niçin getirildiği hala belirsizdir. Eğer bu siyasi bir ihtirasın ürünü değilse, siyasi hatanın daniskasıdır. (Bu noktada siyasi ihtirasın yalnızca Akıncı tarafından dayatıldığının düşünülmesi, yine soruna tam cevap vermeyebilir. Kolay bir başarı için ‘Akıncı’ adını kullanmak isteyenlerin de siyasi ihtirası bunun içinde düşünülmesi gerekir…) Seçim sonrası sonuç tarafları çalışma yapmaya itmişti. Ancak yapılan tartışmaları hatırlayanlar bilecekler, tıkanma noktası, bakanlıkların dağıtımıydı, özellikle dış işleri bakanın kim olacağıydı. Bu noktada BDH liderliğinin yine çığırtanlığına kapılmadan değerlendirilirse, Kıbrıs sorunun ana gündem olduğu koşullarda dış işlerinin önemi ortaya çıkar. Bu noktada paylaşım mücadelesinde elbette kilit noktada olanlar kozlarını iyi kullandılar. BDH liderliği ne kadar da kendini ağırdan satmaya çalışırsa çalışsın, bir kez daha başarısız olmuştu…
Günün sonunda azınlık hükümeti kurulmuştu. Akıncı bir hamle daha yaparak, siyasi olarak çökerttiği TKP’nin küllerinden BDH’yi yaratmak istemişti. İçerisindeki farklı siyasi duruşları reddeterek yeni bir sosyal demokrat partinin kuruluş sürecinde olduğunu açıklamıştı. Ancak her ne kadar yaralı ve çökmüş olsa da TKP kadroları partilerine sahip çıkmıştı. UBP koalisyonu sonrası yaşanan çöküntü sonrası kendilerini terk eden liderinin ihanetini de belki hatırlayarak, TKP ile devam kararı almış ve BDH’dan çekildiklerini açıklamışlardı. Arkasından BKP ve KSP de BDH içerisinden çekilmişti. Bu süreçten meclis içinde BKP ve TKP de birer milletvekili ile temsil edilmeye başlamıştı.
Bir kez daha anomaliler yaşandı. CTP ve DP azınlık hükümetini UBP ve BDH çeşitli kereler düşürmeye çalışmasına rağmen, BKP, TKP ve DP’den kopan milletvekilleri blok olarak destek vererek hükümeti kurtarmayı başardılar ama bütçe geç(e)medi. Bu noktada BKP lideri ve o dönem milletvekili olan İzzet İzcan’ın ‘barışçı bir başbakanı düşürmeye gönlüm razı değil’ şeklindeki açıklamaları bir miktar dönemi açıklar gibi dursa da hükümetin düşmemesinde ana etki kapıda olan yeni seçimlerin olduğunu kimse inkar edemez. İzcan, hükümete olan sadakatini, Türkiye’ye giderek, Türkiyeli ‘uzmanlarla’ (!) birlikte çözüm sonrası uygulanması için Kıbrıs Türk Devleti anayasasını bile hazırlamıştı. Defalarca kritik oylamalarda hükümet lehine tavır alarak sadakat tazelemiş ama tüm bunlar onun ve partisinin meclise yeniden girmesini sağlayamamıştı.
TKP ise ne yaptığı veya ne yapmaya çalıştığı belirsiz bir halde sürüklenmeye devam etmiş ve beklendiği gibi erken seçimlerde de barajı geçemeyerek, kurulduğundan beri ilk kez meclis dışında kalarak siyasi iflasını ilan etmişti.
BDH, yapılan erken seçimde yalnızca Akıncı’yı meclise sokarak tam anlamı ile siyasi iflasını ilan etmesine rağmen, siyasi çığırtkanlık yaparak bunu örtmeye çalışmış ve halen çalışmaktadır. Unutulsa da hatırlatmada yarar var, Şubat 2004 tarihinde gündem liderlere bildirilmemiş, toplantı saati bile doğru dürüst ayarlanmamış, gösteriş amaçlı Çankaya’daki toplantıya M.A.Talat, S.Denktaş, D. Eroğlu ve M.Akıncı katılmışlardı yani siyasi çığırtkanlığa rağmen Türkiye, Akıncı’ya ‘siyasi vebalı’ muamelesi yapmamıştı.
(Bu tip bir ‘siyasi vebalı’ uygulaması YKP’ye uzun yıllar yapılmış, ne Kıbrıs’ta, ne de Türkiye’de yapılan toplantılara YKP davet edilmemiş, bilgilendirilmemişti. Daha sonra geliştirilen ‘meclisi içi partiler’ terimi bu durumu tanımlamak için uygulanmıştı. Birçok eylemde YKP’yi sokakta partner kabul eden ne CTP, ne de BDH, ‘meclis içi’, ‘meclis dışı’ ayrımı yapmazken, kendileri ‘hükümet’ oldukları dönemlerde bu terimin ya uygulayıcısı ya da destekçisi olmuşlardır…)
Erken seçimin sonucu, UBP ve BDH’nın farklı siyasi çığırtkanlıklarına rağmen onların siyasi iflasları olmuştu…
Ancak seçim sonrası yaşananlar da ilginçti.

Alman seçimi üstünden kuzeydeki erken seçimler
Kuzeydeki erken seçimler sonrası tablo herkes için rahatlatıcı idi.
Siyasi olarak yenik ve uyguladığı siyaseti sürdürebilme koşulları kalmayan UBP, kelimenin tam anlamı ile inzivaya çekilmiş durumdadır. Harekete geçmesi için de hiçbir objektif yada sübjektif durum yoktur. Kendileri için ana konu olan Kıbrıs sorununda sapma yaşanmamıştır. Kuzeydeki ekonomik koşullar da UBP’nin harekete geçmesi için herhangi bir durum oluşturmamaktadır. Alınan ekonomik uygulama kararları net olarak uluslararası kurumlar (DTÖ, IMF, Dünya Bankası vb) tavsiye ettiği neo-liberal ekonomik tedbirlerdir ve UBP’nin bunlara itirazı yoktur. Emekten yana, sosyal devletten yana bir ekonomik siyaset gündemde olmadığı için UBP’yi kuracağı baskı ile harekete geçirecek Kıbrıs’ın kuzeyindeki işadamlarının/kadınlarının da süreçten şikayetleri yoktur. Zaten UBP, son dönemdeki uygulamaları ile onların güvenini kaybetmiş, ekonomik çıkarlarını koruyamamış, bu çevreler de farklı kanallardan siyasete girmişlerdi. İlk ittifak Lefkoşa Belediye seçimlerinde yaşanmış ve Kutlay Erk’in kazanması ile sonuçlanmıştı. Bir kısmı Ticaret Odasında kümelenmiş, siyasi bir parti kurarak süreç başlatmışlardı. Etkin olan bir kısmı ise sessiz kalarak bir anlamı ile UBP’yi kaderi ile baş başa bırakmıştı. Özellikle erken seçim sonrası ise işadamlarının/kadınlarının bir kısmı (ciddi bir kısmı) somut olarak CTP’ye desteklerini açıklamışlardı.
CTP açısından yaşanan aslında basitti. CTP, Tony Blair’in liderliğini yaptığı üçüncü yolun biraz daha bulamaç haline getirilmiş siyasetini takip etmektedir. Avrupa’da 80’lerde Thatcher deneyimi sonrası, neo liberal politikaların emek söylemli sosla servis edilmesi, konservatiflerin hükümette olmasına tercih edilir olmuştu. Ancak bu siyasetin takipçisi İngiliz İşçi Partisi dışında, başarısını sürekli kılabilen bir yapı yoktur. (ki İşçi Partisi de son seçimlerde ciddi o kaybı ile çıktığı unutulmamalıdır.) Almanya’da SPD, Yunanistan’da PASOK, Fransa’da Sosyalist Parti bu siyasetler sonrası zor durumda kalmıştır. İspanya bir miktar da ABD taşeronluğu yüzünden sosyal demokratlara (PSOE) şans tanısa da, Avrupa’da bu siyasi akımın geleceği belirsizdir. Özellikle yükselen aşırı sağın durdurulmasında, savaş politikalarının engellenmesi konularında da hiçbir etkinliği olmayan bu siyasi yapıların alternatifi de maalesef konservatif partilerdir. İşte bu noktada Almanya’da PDS veya yeni adı ile Sol Parti ile İtalya’daki Rifondazione Comunista (Komünist Partisi Yeniden İnşa Örgütü), tüm Avrupa’da Avrupa Sol Partisi (EL)’e ve bu kümede yer alan diğer yapılara düşen sorumluluk daha da artmaktadır.
CTP’nin ortanın solundaki alanı ciddi olarak doldurması ile ortanın solunda yer aldığını iddia eden diğer partilerin yer açması çok zor gözükmektedir. Bunun farkında olan TKP ve BDH, arada sırada cılız ekonomik eleştiriler yayınlasalar da, kendilerini daha çok Kıbrıs sorunu ile tanımlamaya devam ediyorlar. BKP, programında yazılanlarla, pratiği arasında hiçbir uyum olmayan siyasi oluşum görünümü ortaya koymaktadır. Gazetesinin yayınları ve köşe yazarlarına göre karar vermek gerekirse, YKP ile benzer bir siyasi alanı paylaşma niyetinde olduğu izlenimi vermektedir. (Ki şu aşamada Avrupa’da kullanıldığı hali ile bu tip oluşumlar için ‘radikal sol’ terimi kullanılmaktadır’) KSP ise tipik tutucu (Ortodoks) yada daha bilinen terminolojisi ise Stalinist bir partidir.
Bu noktada solda yer alıp da, ne istediğini Kıbrıs sorunu dışına net ortaya koyan KSP’dir. Onun pozisyonu da aslında orijinal değildir. Türkiye’deki Türkiye Komünist Partisi ve Yunanistan’daki Yunanistan Komünist Partisi ve onlara benzeyen diğerleri ile benzer ekonomik yaklaşımlar sergilemektedirler. Bu yapılar gelişen yeni neo liberal ekonomik saldırganlık karşısında, içe kapanık, ulusçuluğu zaman zaman öne çıkaran siyasi mücadele hattı izlemektedirler. Yaptıkları dolaylı veya direk ulus devlet ve ulusal ekonominin korunmasına yönelik taleplerdir. Bu noktada küreselleşmeye karşı mücadelede açıkça sağ siyasi oluşumlarla yan yana gelebilmektedirler.
Onların bıraktığı bu izlenim içinde Avrupa Sol Partisi, EL ve onun üyeleri, başta PDS ve Rifondazione Comunista’nın söylemlerinin algılanması güçleşmektedir. (Bu durum son Avrupa Anayasasına hayır kampanyalarında ortaya çıkmıştı…)
İşte bu noktada Almanya’daki seçimlere geri dönmek gerekirse, Sol Parti seçimlere yönelik ne istediğini çok net ortaya koymuştu. Sol Parti, SPD’nin izlediği yolu deşifre ederek reform paketlerinin iptal edileceğinin ilanı ile net olarak üçüncü yolcu neo liberal siyaset katkılı, emek düşmanı, özelleştirmeci, adaletsizliği daha da büyüten, işsizliği, yoksulluğu çoğaltan ekonomi politikalarına cephe almıştı. Bu nedenle SPD ve Birlik Partilerinin partneri olamayacağı net olarak ortaya çıkmıştı. Yeşiller için de Sol Parti tehlikeliydi. Bir zamanlar militan şekilde Militarizme karşı olan Yeşillerin önüne Afganistan’daki Alman Birliklerinin geri çekileceği mesajı ile çıkılmıştı. Yeşiller ise buna karşı gelemezlerdi çünkü bu kararın altında imzaları vardı ki bu kararla birlikte Yeşiller Partisinde ciddi bir siyasi deprem bile yaşanmıştı. Sol Parti, küreselleşmenin mağdur ettiği herkes gibi çevreye de duyarlılık noktasında Yeşillere ciddi bir alternatif oluyordu. Yani Almanya’da Yeşillerinin sağa yanaşarak boşalttığı alana Sol Partisi adaydı. Bu noktada Yeşiller herkes ile koalisyon seçeneğini açık bırakırken, net olarak Sol Partili bir seçeneğe hayır demekteydi. Almanya’da, Yeşillerin, Birlik Partileri veya Liberallerin de içinde yer alacağı koalisyon seçenekleri ihtimaline kimse şaşırmıyor çünkü Yeşiller, son süreçte SPD ile birlikte izlediği politikalarla neleri yapabileceğini, nelerin altına imza atabileceğini ortaya koymuştu. Nitekim tabanı da bunu görmüş ve partiyi meclise giren en küçük parti olması ile cezalandırmıştı. (Bu yazı yazılırken Sol Parti içindeki sosyal demokrat gelenekten gelenlerin ‘sorumluluk’ çağrıları vardı. Birlik Partilerinin başta olacağı bir hükümete karşı SPD ile dayanışma yönünde yapılan çağrıların, şimdiden parti içi çalışmaları ısındıracağı belli olmakla birlikte, bu sonucu değiştirmez. Seçim sürecinde Sol Parti performansı ve sonuçların açıklandıktan sonra 4 partinin de Sol Partili koalisyonu reddetmesi, bu yazıya konu olan durumu anlatmak için yeterlidir. Dediğim gibi Sol Parti ve benzerlerinin parti içi koşulları ve çalışma biçimlerini başka bir yazıda değerlendireceğim)
Tüm bu tartışmalar ışığında yeniden Kıbrıs’a dönersek CTP-DP hükümetinin son yıllara damgasını vuran siyasetine alternatif kim ve ne? Kıbrıs sorununda alınan pozisyonlar artık siyasi farkları ortaya çıkaramıyor. (zaten ortaya çıkanların da yanıltıcı olduğunu yaşadığımız deneyimlerle görmüştük)
Tam bu noktada alternatif olarak ortada durduğunu ilan YKP’nin kendini ifade edebileceği üç olgu önümüzde durmaktadır; Kıbrıs’ın kuzeyinin 2006 bütçesi, Kıbrıs’ın kuzeyinin yerel seçimleri ve Kıbrıs Cumhuriyeti seçimleri…
Nasıl?

YKP ve kuzey üzerine çözümleme
Bazı şeyleri netleştirerek başlamakta yarar vardır. Kıbrıs’ın kuzeyi (aslında tamamı) ile Almanya’nın mukayese edilmesi imkansızdır. Almanya’daki seçim koşullarının hiç biri kuzeyde yoktur. Kıbrıs’ta ateşkes koşulları sürdüğü sürece de Kıbrıs’ın kuzeyinde demokratik seçimler yapılamaz. (dolaylı etkilerinden dolayı buna güneyi de katmak mümkündür)
Silahlı güçlerin varlığı ve sürekli politik pozisyon deklere etmeleri ile demokrasi silahların önünde diz çökmektedir.
Silahlı güçler tamamen siyasetin dışına çıkarılmadıktan sonra, sivil yerleşim birimleri içindeki askeri birliklerin varlığını devam ettikçe ve silahlı askeri törenler sürdükçe demokrasinin abcsinden bile kuzeyde bahsetmenin olanağı yoktur.
Bunun yanında Türkiye’nin buradaki açık ve kapalı müdahaleleri de demokrasinin olmayışının ispatlarıdır. Yıllardır uygulandığı şekli ile TC Yardım Heyeti, gerek ihaleye çıkarken gazetelere verdiği ilanlarla, gerekse de kendisinin bizzat bazı bölgelere direk yardımları ile belli bir nüfusu etki altında tutmayı sürdürmesi ve sürekli kendini hatırlatması bir müdahaledir. Bunun dışında buradaki Türkiye orijinli insanların sürekli olarak TC Elçiliği ile temasta olacak şekilde düzenlenen bürokratik işlemler de bu müdahalenin bir başka şeklidir. Bu iki kurum tüm Kıbrıslılara ama özellikle Türkiye orijinlilere kendisini fiziki ve duygusal olarak hatırlatarak karar süreçlerini etkilemektedir. Bu yüzden bu iki kurum varlıklarını sürdürdüğü sürece demokrasinin en basit halinden söz etmenin koşulu yoktur.
Buna bağlı olarak veya özel olarak da ele alınabilecek şekli ile Türkiye orijinli kişilerin vatandaşlığıdır. Bu noktada iki durum söz konusudur. İlki, savaş sonrası oluşan durumda Cenevre Sözleşmesine aykırı olarak Türkiye’nin buraya nüfus taşımasıdır. İllegal nüfus ile yapılan seçimlerin yasal olması düşünülemez…
İkinci konu ise bireylerin ‘anavatanları’ üzerinden kendilerini tanımlamalarıdır. Birçok kişinin tartışırken takıldığı ve algılamada yaşanan farktan ‘sağırlar diyaloguna’ dönen bir konuyu da bu başlıkla bağlantılı olduğu için kısaca açmak gerekir. Türkiye’nin buradaki müdahalesi tartışılmaya başlandığında hep dönüp dönüp 1974’ün ne kadar haklı olduğu anlatılmaktadır. Karşı söylem de işgalin olduğunu söyleyip durmaktadır. Ancak konunun işgal olup olmadığı ile ilgili bir sıkıntı yoktur. Son Irak olayında da yaşandığı gibi, uluslararası anlaşmalar her zaman ikili veya çok taraflı anlaşmaların üstünde olduğu için BM üyesi bir ülkeye başka bir BM üyesinin Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın müdahale etmesi yasaklanmış ve suç sayılmıştır. Ama BM’nin yapısından kaynaklanan sıkıntılar nedeni ile yaptırım olanağı zayıftır. Bu nedenle BM’nin güçsüzlüğüne bakarak Irak’ın veya Kıbrıs’ın işgale uğramadığı iddia edilemez. İşgal edenin her zaman kendine göre ciddi gerekçeleri vardır. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı sonrası bu ‘kendince ciddi gerekçeleri’ sorgulama yeri BM olmuş, uluslararası kamuoyu önünde konular tartışılmıştır. Kıbrıs konusu da değerlendirilmiş ve onlarca kez işgal hükmü verilmiştir. Burada tartışacak fazla bir şey yoktur. Zaten BM içindekilerin de buna ciddi bir yaptırımları yoktur. Yaptırım noktası, 2. Dünya Savaşı sonrası mahkum edilen ve sonraki süreçlerde AB için de önemli bir değer olan irredentist (ülkenin kaybettiği toprakları geri isteme) düşüncelerin yasaklanmış olmasıdır. 1974, Türkiye için kaybedilen toprağın bir kısmının fetih ile geri alınması olarak algılanmış, hatta ‘keşke hepsini alsaydık’ bile diyenler olmuş, Türkiye kamuoyuna konu böyle lanse edilmiştir. ‘Binlerce şehit verdik’ dendiğinde atıfta bulunulan hep 1571 olmuştur. Bu anlayış yıllardır da sürmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun fethetti yerlerde kendi nüfusu taşıyarak yönetme geleneği de bu süreçte devam etmiştir. Bu yüzden, fetih fikri ve bu fikirden yola çıkılarak yapılan uygulamalara karşı gelmeden kimsenin kimseyi anlamasında olanak yoktur. İşte bu noktada taşınan nüfus önem kazanmaktadır. Taşınan nüfusun özel politikalarla birlikte ayrı bir grup olarak kalması sağlanmış, kendilerini Türkiye üzerinde de tanımlamayı sürdürmüşlerdir. Almanya seçimlerinde orda yaşayan bir Türk’ün söyledikleri önemliydi, ‘bunca yıldan sonra hala Türkiye bakarak burada tavır belirlenmesi utanç vericidir’…
Bu konuda yıllarca yapılan eylemliliklerin yeterli olması ana nedeninden de, eskisi gibi direk baskı metotlarına ihtiyaç duymadan, Kıbrıs’ın kuzeyindeki Türkiye orijinalli kişilerin büyük kısmının mobilize edilmesinin mümkün olduğunu yaşayarak gördük. Bu konunun en açık hali, Annan Planının referandumda yaşanmıştır. Çıkan sonuç yanıltıcıdır ve bunu algılamadan Kıbrıs’taki sorunu çözmenin koşulu yoktur. Yani Nüfusun yarısının dıştan gelecek algılamalara açık olması ve bunlardan doğrudan etkilenerek karar vermesi de nüfus konusunun ikinci yönüdür.
Son sorun da Kıbrıslı Türklerin kendileridir. Savaş sonrası son 30 yıldır adada kalanların birçoğu ortaya çıkan ganimet üzerinde yaşamış ve paylaşım mücadelesi yıllarca sürmüştür. Bu yüzden UBP hükümetlerinin devamlılığını yalnızca Türkiye orijinli nüfusa yada anti demokratik uygulamalara bağlamak da tam olarak doğru değildir. Bu yüzden savaş sonrası yağmalanan ganimetin (maalesef) bir kısmının geri verilmesi çözümün anahtarı olarak durmaktadır. (Maalesef kelimesi, tümünün geri verilmesi gereken hukuksal koşullarda, uluslararası kamuoyunun da kabullenmesinden bir kısmına dönüştürülmesindendir) Yağmanın ve haksız çıkarın bölüştürülmesi üzerine kurulan yapının dağıtılmaması, tersine bunu ‘daha iyi yapılacağı’ üzerinden siyasetin sürdürülebilmesinin koşulları kalmamıştır. Eğer gerçekten çağdaş, adil bir toplumsal düzen istiyorsak, Kıbrıslı Türklerin bu noktada yağmaya ve haksız çıkarın bölüştürülmesine son verecek ve suç olarak tanımlayacak ciddi dönüşüm projelerine ihtiyaçları vardır.
Tüm bu koşullar varlığını sürdürdüğü sürece Kıbrıs’ın kuzeyinde seçim ile değişimin olanağı yoktur. Benzer şekilde güneydeki seçimlerde de, farklı nedenlerle de olsa, değişimi getirecek koşullar yoktur.
Her ne kadar yasadışı olsa da kuzeydeki yapı insanların günlük yaşamlarına etki etmeyi sürdürmektedir. Zaten son dönemde yaşanan gerçek de, Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapının bir miktar makyaj yapılarak çözümden sonra da devam edeceğidir…
Gerek seçimlerde, gerekse günlük yaşamda insanlar siyasi tercihlerini ve saflarını belirlerken yukarıdaki gerçeklerin birçoğunu bilmelerine rağmen, bunları dile getirenlere yalnızca sempati ile bakmakta, desteklediklerini belirtmekte, ancak parti saflarına katılma konusunda kimi günlük yaşamdan gelen ekonomik nedenlerle, kimi de yağmanın ve haksız çıkarın paylaşımına bakarak karar vermektedir.
Annan Planı referandumunun sonrası süreçte, Kıbrıs sorunu için yapılabilecekler konusunda sözün bittiği süreç yaşanmaktadır. Kıbrıs sorununa ilişkin hiçbir açıklama siyasi oluşumları tanımlamak için yeterli olamamaktadır.
Yeni Kıbrıs Partisi için bu noktada, aydınlatıcı ve ileriyi tanımlayıcı açıklamalar dışında da yapılması gerekenler ortaya çıkmaktadır.
Kıbrıs’ın kuzeyinin ekonomisi, neo liberal uygulamalarla restorasyon sürecinden geçirilmektedir. Yılların getirdiği kapalı ekonomik koşullar ve sınırın kısmi açılması sonrası yaşanlar ‘refahın artması’ yönü ile birçok Kıbrıslı Türk için bir balayı sürecini andırmaktadır.
Ama sessiz sedasız ilerleyen, kamu yararı olan kurumların parçalı yada tümden özelleştirilmesi, bütçenin neo liberal uygulamalara daha çok yer verecek şekilde düzenlenmesi, yatırımların bu düzenlemelere göre yeniden planlanmasıdır.
Her yerde olduğu gibi bunların meyvelerini tıpkı Yunanistan’da, Almanya’da, Fransa’da olduğu gibi üç beş yıl sonra işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımda daha fazla adaletsizlik, daha çok parası olmayanın okuyamaması, sağlık hizmeti alamaması, daha kısıtlı ulaşım olanağından, daha kalitesiz iletişim olanaklarından yararlanması olarak toplayacağız...
Bunun için ilk yapılması gereken, ‘sol’ patentli bu hükümetin uygulamalarının deşifre edilmesidir. Bunun için de bütçe görüşmeleri önümüzde güçlü bir olanak olarak durmaktadır.
2006’da iki de seçim vardır. Kuzeydeki yerel yönetimler seçimi hem, tabandan gelen demokrasinin, yerelden yönetimin anlatılması, hem de neo liberal politikaların deşifre edilmesi için kullanılabilecek niteliktedir. Güneydeki seçimler de, benzer şekilde, itirazsız neo liberal politikaların uygulayıcısı ve Irak işgalini ve savaşı destekleyen AKEL’in deşifre edilmesi ve tüm Kıbrıslıların partisi sloganına sahip çıkma anlamında önemli bir olanaktır.
Bu noktada YKP’den beklenen sürece hazırlıklı olmasıdır. O yüzden parti bunun için tezlerini ve teorik birikimini zenginleştirmeli, kadrolarını bu sürece hazırlamalıdır. Diğer koşullarda YKP, Kıbrıs sorununda doğruları söyleyen ama etkisi çok kısıtlı bir oluşuma dönüşecektir.

Not: Bu yazi 30 Eylül, 7 Ekim ve 14 Ekim 2005 tarihlerinde 3 bölüm olarak Yeniçağ Gazetesinde yayınlanmıştı...

Almanya Sol Partisi üzerine ek
Sol parti üzerine
SPD’den, Yeşiller’den kopan sol üyeler, PDS’in muhalefetinden memnun olmayıp da partiden ayrılanlar, sendikacılar, ağırlıkla sosyal hareketlerde faaliyet yürüten aktivistler, değişik sol/sosyalist grupların katılımıyla yeni bir partileşme süreci başlattı ve 2005’in başlarında İş ve Sosyal Adalet-Seçim Alternatifi (Wahlalternative Arbeit und Soziale Gerechtigkeit-WASG) adıyla sol bir parti kuruldu. WASG, sosyal hakların kısıtlanmasına ve neo-liberal politikalara karşı sosyal politikaların uygulanması için mücadele edeceğini ilan etti.
NRW Eyalet seçimlerine iki sol partide katıldı. Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) yüzde 0.9 oy alırken, girdiği ilk seçimde WASG yüzde 2.2 oy oranına ulaştı. Lafotaine, PDS ile WASG’nin oluşturacakları ittifak için aday olacağını açıklayarak: “Schröder hükümetinin daha fazla sosyal çöküntüye yol açmasını engellemek için mücadele edilmesi gerektiğini, İşçilerin ve emeklilerin çıkarları için böyle bir mücadelenin kaçınılmaz“ olduğunu söyledi. Gregor Gysi de aday olacağını açıklayınca, Gysi ve Lafontaine bir araya gelerek, görüşmeler yaptılar ve ittifak istediklerini açıkladılar. Komisyonlar kuruldu ve her iki partinin yöneticileri biraraya gelerek, birlik tartışmalarına başladılar. Almanya’daki seçim sistemi iki partinin ittifakına olanak vermiyor. Tek Parti adı altında seçimlere gidilmesi için her iki Parti Kongrelerinde kararlar alındı ve SOL PARTİ'ye 3 Temmuz’da WASG’nin, 17 Temmuz’da PDS Kongresinde delegelerin büyük bir çoğunluğu " birlikteliğe evet" dedi....
PDS adını değiştirdi, Linkspartei. (Sol Parti.) adını aldı, dileyen örgütler PDS -WASG adını da kullanabilecekler. Milletvekili adayları belirlenmeye başladı, birinci sıra adayları ise, Oscar Lafontaine ve Gregor Gysi oldular. Ayrıca PDS ve WASG yöneticileri seçimler sonrasında da birlikteliklerini sürdürmekte kararlı olduklarını ve iki yıl içerisinde Almanya solu için yeni bir politik projeyi hayata geçireceklerini de açıkladılar ve 18 Eylül 2005 seçimlerine katıldılar. Ancak tüm Eyaletler de Sol Parti olarak değil, Örneğin, Brandenburg, Mecklenburg, Berlin, Schleswig-Holstein, Niedersachsen, Sachsen, Hessen, Türingen gibi 8 Eyalet de Sol parti olarak değil, PDS olarak seçimlere katıldılar.

Almanya’da Sol Parti ne istiyor?
Sol Parti 18 Eylül’den sonraki ilk 100 gün için acil programını açıkladı. Programın Evrensel Gazetesinde 12 Eylül 2005 tarihinde yayınlanan özeti:
Hartz IV geri alınmalı: Sol Parti, işsizlerin parasının kesilmesine neden olan, her türlü işi yapmaya zorlayan, evlerinden taşınmaya neden olan Hartz IV Yasası’nın geri alınmasını istiyor. 18 Eylül genel seçimlerinden sonra parlamentodaki olası güç dengelerini de göz önünde bulunduran Sol Parti, Hartz IV Yasası’nı işlevsiz hale getirecek değişiklikleri içeren bir yasa taslağını parlamentoya sunacak ve karar altına alınması için mücadele edecek.
Ordu derhal Afganistan’dan geri çekilmeli: Sol Parti, ordunun zaman geçirmeden, derhal Afganistan’dan çekilmesini talep ediyor. Federal Parlamento’ya özel bir önerge sunacak olan Sol Parti, ordunun birliklerinin tekrar Almanya’ya dönmesiyle birlikte doğacak maddi kaynakların Afganistan’ın demokratikleşmesine ve kalkınması için sunulmasını istiyor.
Asgari ücret yürürlüğe girmeli: Sol Parti’nin en önemli bir hedefi yasal olarak asgari ücretin yürürlüğe konulması. Asgari ücretle, özellikle kalifiyesiz ve alt ücret gruplarında çalışan ve kaçak çalışmaya zorlanan kesimler korunmalı. Sol Parti, asgari ücretle çalışanların sosyal sigortalara aidat ödememesini de savunurken 1400 Avro brüt asgari ücret talep ediyor.
Daha fazla doğrudan demokrasi: Sol Parti, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı çıktığı gibi “daha fazla doğrudan demokrasi” için yasa taslağı hazırlıyor ve sunacağı yasa taslağında önemli görülen bütün kararlarda halk oylamasına gidilmesi yer alacak.
Yoksulluğa karşı mücadele: Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da 1.7 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor! Bu nedenle Sol Parti, ilk etapta “Çocuk parasının işsizlik ve sosyal yardım parasından bağımsız ödenmesini” talep ediyor.
Doğu-Batı Almanya eşit olmalı: Sol Parti’nin Doğu ve Batı Almanya arasındaki adaletsizliğin son bulması için özel girişimleri olacak.
Vergi adaleti: Parlamentodaki partiler geniş işçi ve emekçi yığınlarının alım gücünü düşürecek KDV artışını planlarlarken Sol Parti, KDV’nin belli mamuller ve hizmetler için yüzde 7’ye düşürülmesini talep ediyor.
Gençlere meslek eğitim yeri: Almanya’da her yıl olduğu gibi bu yılda 300 bin genç, meslek eğitim yeri bulamadığı için sokakta kaldı. Özelikle işsiz olan 600 bine yakın gencin çoğunluğu vasıfsız. Sol Parti, meslek eğitim yeri sunmayan bütün işletmelerin “meslek eğitim harcı” ödemelerini talep ediyor. Elde edilen bu parayla gençlere meslek eğitim olanağı açılacak.
Eğitimde fırsat eşitliği: Almanya’da eğitimde fırsat eşitliği tarihe karışıyor. Son yıllarda giderek, parası çok olanların çocukları daha iyi okuma koşullarına sahip hale geliyorlar. Sol Parti, üniversite harçlarının kaldırılmasını, eğitim standartlarının her yerde aynı olmasını talep ediyor.

9 Ekim 2005

Tehlikeli kanıksamalar

Kıbrıs’ın kuzeyinin nisyanları çok önemlidir…
Her koşula çok çabuk adapte oluyoruz, hep bir önceki süreci unutuyor, ağzımızdan çıkanları hatırlatanlara tuhaf tuhaf bakıyoruz.
Sarı sendikacılık neydi?
Uzun dönem Türk-Sen sarı bir sendika damgası yemişti, neçin?
Kamu-Sen de bir sarı sendika idi, neçin?
Hatırlayan nisyan hastalığına tutulanlara hatırlatsın deycem ama hatırlayan bulmak zor…
Yani Kamu-Sen, Kamu-İş UBP’ye yakın isimlerin hakimiyetinde, UBP de hükümet olduğunda bu ‘sarı’ yakıştırılmasını hak ediyordu da, UBP çıkıp yerine CTP girince, KTAMS’ın başkanı bizzat CTP milletvekili olunca neçin hak edemiyor?
Dev-İş, Türk-Sen ile yıllarca sarı sendikacılık üzerinden polemik yaptıydı, şimdi tüm söylediklerini yeniden okusalar acaba kendilerine ayni tanımı yapabilecek cesarette miler?
Sivil toplum hareketinin hükmedenlerden ayrışmasını bizzat onun doğasından gelen bir şeydir ama Kıbrıs’ın kuzeyinde bizzat hükmedenler paraları ve olanakları ile İnsan Hakları Vakfı ve Demokrasi Vakıfları oluşturabilmektedirler. Onların oluşturduğu vakıflar kendilerini sorgulayabilecek yetenekte miler? Sivil toplum hareketinin genel prensibi güçsüzü güçlüye, mağduru suçluya karşı korumaktır. Eğer hükmeden kendi sivil toplumunu kurmaya başladıysa güçlü olan birey mi? Peki bizi hükmedenden kim koruyacak?
Yaşamın her alanı işgal altında, her bir hücresi hükmedenler tarafından kontrol edilmeye çalışılıyor. Ülke, gördüğü ve görebileceği en büyük çevre felaketi ile karşı karşıya. İnşaat sektörü ve yeni yol yapımları adeta çevre katliam törenlerine dönüşürken, KTMMOB nerde? Yeşil Barış Hareketi Başkanının siyasi kimliği ile sessizliklerinin ilişkisi var mı? Yani Girne yeni çevre yolunun ‘çevre etki raporunu’ sormak çok mu zor? Yapılacak her yeni inşaat için çevre raporu talep etmek çok mu komplike süreç? Yoksa rant ve komisyonlar iyi bölüşüldüğü için ortada sorun mu yok?…
Eğer suçu işleyen ‘bizimkilerse’ suç değil, eğer suçu işleyenler ‘diğerleri’ ise ile kavga mı?
Bizler sivil toplum desek de Avrupa’dakiler NGO demişler yani hükümet dışı organizasyonlar, yani dolaylı veya direk hükümetle bağlantının olmaması, yani aslında Kıbrıs’ın kuzeyinde bugünlerde nadiren az bulunan bir şey…
Dediğim gibi bu tip şeyler geçmişte olduğunda ortalık kalkıp kalkıp otururdu ya şimdi?
CTP’li kadroların hükmetmedikleri yada pasifize etmedikleri kim kaldı? Gazeteler dolaylı veya direk baskı altında, sendikalar, sivil toplum örgütleri, aydınlar, yazarlar çoğunlukla susmuş durumda. Yani her şey o kadar düzgün ki söyleyecek hiç mi bir şey yok?
CTP liderliği sivil toplum yaşamını yok ederken yada hükmedenlere bağımlı hale getirerek yarattığı tahribatın suçunun farkında olmayabilir ama bu hareketten gelenler de mi görmüyor?
Sivil toplum işgal sürecinde son kale de yakında düşüyor. CTP’den farklı siyasi partilerden ayrı, ciddi alternatif yaratan Ticaret Odası yakında CTP’nin kontrolüne geçecek ve susturulacak. Yani adı başka, sesi başka yeni bir Salih Boyacı oturtulacak KTTO’nun başına…
Hayırlı mı olsun demek düşer bize, yoksa bir yerden direniş başlamalı deyip Ticaret Odası Genel Kurulunu direniş mevzisi mi kabul etmeli bilinmez…
Son kale de düşerken, ilerici aydınlara sivil topluma sahip çıkma görevi düştüğü kesin ama hükmedenlere karşı, bildiri diplomasisi yapmaktan başka gündemi olmayanların bunu yapması da zor gözüküyor…
Acaba bir yerden hareketi başlatmak mı en iyisi? Bu bir yer yoksa KTTO Genel Kurulu olmasın!?

10 Mayıs 2005

Öncesi trajik şimdiki traji komik

(taylan özgür imzası ile)
Marx’ın meşhur sözü olarak bilinir, tarihteki olaylar eğer tekrarlanırsa ilki trajedi ikincisi de traji komiktir der usta, bizimkisi de öyle oldu...
Neresinden başlasak bilmem, yıllar öncesine gitmeli, yer Menar önü, Omorfo, grevciler fabrika önünde, önlerinde polisler, ‘devlet’ güvenlik güçleri, sahnede ‘grevci nasıl dövülür’ oynanmakta, ‘hükümet’te DP-CTP...
Ekran siyah beyaz karelerden biraz daha renkli sahnelere geçiyor, gerçi çok siyah beyaz değildi ilk olay, daha 90ların başı ya neysa; yer Elye köy meydanı, Annan Planının referanduma sunulmasını isteyen eylemciler, önlerinde polisler, ‘devlet’ güvenlik güçleri, sahnede ‘eylemci nasıl dövülür’ oynanmakta, ‘hükümet’te UBP-DP...
Ekran bayağı renklenir, henüz daha dün, yer Timbu, onların deyimi ile uluslararası havaalanı ki başkaları onlarla ayni fikirde değil ya buna da neysa diyelim, alanda ‘hükümet’ ile toplu sözleşmeye giren KTHY çalışanları, önlerinde gene polisler, ‘devlet’ güvenlik güçleri, sahnede ‘grevci nasıl dövülür’ oynanmakta, ‘hükümet’te CTP-DP...
Belki bu sahnenin biraz daha gerisine gitmek gerek, bugün ‘hükümet’te olanların da dayak yediği Sanayi Holding falan grevlerinden de bahsetmek gerek ama çok uzatmaya gerek yok...
Konumuz dışı ama bunca polisi havaalanında bir de ufacık çocukların önüne dizilmiş olarak, onların yurtdışına çıkışlarını engellerken hatırlıyoruz, çocukların suçu Atina’daki çocuk olimpiyatlarına ailelerinin izni ile katılacaklardı, ‘devlet’ uygun görmeyip polisleri sürmüştü çocukların önüne, koca koca coplu polislerin önünde göz yaşı döken ufacık çocukların görüntüleri geliyor gözümüzün önüne, demek ki ya fiziksel ya da manevi hırpalamak için yaş, cinsiyet ayrımı yok ‘devlet’in ki başına baskıcı, faşist falan kelimelerini de koyarak okuyabilirsiniz bu ‘devlet’i...
KTHY ile ilgili onlarca şey söylenebilir, yazılabilir, hatta bu eylemin haksızlığı da bilimsel olarak ortaya konabilir ama bu herhangi bir bireyin hele de eylem yapan bireyin coplanmasını, tartaklanmasını doğrulamaz. Polis infaz memuru değildir, yerinde yargısız infaz yapamaz, cezalandıramaz. Eylemciler, aktivistler polisle karşı karşıya geldiklerinde, polis tarafı güç olarak eylemcilerden çok daha fazla donanmış olduğu için polisin her hareketi güç kullanmaya girer, bu nedenle polis bu güç kullanmayı evrensel insan hak ve özgürlüklerine saygı çerçevesinde, hukuksal temellere dayandırmalıdır. Yani bunu yaparken bireyin haklarını çiğnememelidir. Grev yasal bir haktır ve grev kırıcılık bu hakka yapılan bir tecavüzdür. Ayni şekilde hukuki yollarla yapılan bir greve karşı lokavt uygulaması da bir saldırıdır. Bunlar yıllar süren sendikal mücadelelerle elde edilmiş haklardır, bu yüzden bunların gözetilmesi gerekir. Özellikle solcu olduğunu iddia eden partinin bulunduğu bir yönetimde ve hatta bu partinin sendikacılıktan gelme onlarca milletin vekili olduğu iddiasını taşıyan kişiyi bünyesinde barındırdığı düşünüldüğünde ortaya çıkan grev yeri ortamı çok daha anlam kazanıyor...
Bunun yanında fotoğraflardan ben bir tek kadın polis veya çevik birlik tespit edemedi yani özellikle hastaneye sevke kadar giden kadın eylemcilere saldırıda/tartaklamada bu eylemi gerçekleştiren ‘erkek’ polislerdi, yani bu itiş kakış anından herhangi bir polisin cinsel tacizde bulunup bulunmadığını dahi bilmiyoruz çünkü önemsemiyoruz. Kadın eylemcinin yoğun olarak bulunacağı bir eyleme kadın polis göndermemenin açıklamasını kim yapacak? Herhangi bir parti kendi kendine ne kadar kadın erkek eşitliğini gözetiyorum dese de, yöneticilerin kafalarında ata erkil, erkeksi güç kullanma egosu var oldukça bu sorunlar çözülmeyecektir. Özellikle solcular, sosyalistler bunu çözmelidirler. Bu düşünce şekil yıkılmalıdır...
Yani özet olarak söylemek gerekirse, eylem alanında birey özgürlükleri çiğnenmiştir, kadın haklarını çiğnenmiştir, sendikal haklar çiğnenmiştir ve daha neler neler. Ve kendi deyimleri ile hükümette ama uluslararası hukuktaki adı ile Türkiye Cumhuriyetinin alt yerel yönetiminin idaresinde Colony Otelde işadamları ile yemekler düzenleyen ‘sosyalist’ CTP var!
YKP seçimleri acenta seçimi olarak tanımladığında kızanlar oldu. Tepki koymak için boykot diyerek, emre itaatsizlik çağrısına en solundan en sağına herkes ürkerek karşı çıktı. Şimdi bu oyuna gelenler, ‘seçim’ boykotunu kötüleyenler iyice düşünmelidirler;
Geçen dönem çeşitli övgüler düzerek hükümeti düşürmeyen, son acenta başı seçimlerinde ‘büyük statüko karşıtı partiye oy verin’ çağrısı yapan BKP düşünmelidir;
BDH ile girdiği Şubat 2003 seçimlerinin hemen ardından ‘statüko öldü diye’ basın açıklaması yapan, son ara seçimlere ‘sol’ partilerine oy verin çağrısında bulunan büyük sosyalist parti KSP de düşünsün;
Geçen dönem kerhen merhen diyerek CTP’yi bulanık da olsa destekleyen ve sallanmaya devam eden TKP de düşünsün...
Meşhur şarkıdır, ya içindesin çemberin ya dışındasın, o yüzden kararlar verilmeli kavga bu rejime mi karşı yoksa bu rejimi makyaja mı karşı?
Belki çok defa tekrar ettik ama yeniden söyleyelim adam değiştirmekle statüko ölmez, ne de ortadan kalkar...
O yüzden Ankara’dan değil sokaktan iktidar için oyunun kurallarını yeniden yazmak gerek, bunun yazılacağı yer de odalar değil sokaktır...
Emeğe karşı, çözüme karşı direnen, kılıklar değiştiren ama huy değiştirmeyen statükonun pan zehiri emeğin sokaktaki dayanışmasıdır, tüm Kıbrıslıların sokaktaki, mücadeledeki dayanışmadır...

12 Nisan 2005

Ankara’dan değil, sokaktan iktidar için

(taylan özgür imzası ile)
Bir süredir seçme, seçilme ve seçim üzerine yoğun bir süreçten geçmekteyiz. Bu koşullar altında seçim ve seçim sürecinde çalışma koşulları da uzun süredir tartışma gündemindedir.
Bu konuda çeşitli siyasi oluşumların farklı duruşları vardır. Özellikle 2000’li yıllarda başlayan sokak mücadelesi, seçim ve seçilme süreçleri ile pasifise edilmesi ile de ayrıca tartışılması gereken konudur ama bugün ana gündem maddesi olmasa gereken Yeni Kıbrıs Partisi’nin son seçim sloganı ile şekillenen Ankara’dan değil sokaktan iktidarın elde edilmesidir ancak birçok siyasi oluşumun bu noktada kafa karışıklıkları buna sürekli engel olmaktadır…
Yeni Kıbrıs Partisi ve seçimler
Yeni Kıbrıs Partisi, en son 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimine katılmış ve ardından yapılan 2 milletvekili genel seçimine ve bir de cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayarak, halkı sandığa gitmemeye çağırmış ve halen daha sürdürdüğü kampanya ile çağırmaktadır...
YKP aslında seçimlere katıldığında da seçim koşullarını, rejimi eleştirmiş, işgal koşullarını tanımlamış ve bunların değiştirilmesi için mücadele ettiğini net olarak ortaya koymuştu.
YKP, 90’lı yılların başında, seçime seçim diyebilmek için oluşması gereken koşulları parti kararı olarak ortaya koyarak, diğer siyasi oluşumlardan bunların gerçekleşmesi için seçimlere ya katılarak ya boykot ederek destek olmalarını istemişti.
Yapılan seçimler kadar YKP, seçime yönelik ittifaklarda da tavrını hep net olarak koydu…
1990 yılında CTP ile ileri düzeyde bir işbirliği süreci yaşanmasına ve seçimlere yönelik olumlu görüşmeler yapılmasına rağmen, CTP yöneticilerinin ani kararı ile TKP ve TC Elçiliğinin Türkiye kökenlilere kurdurttuğu YDP ile DMP adı altında ittifaka gidilmiş ve YKP’nin ortaya koyduğu seçim ve meclis tanımlamalarının dışında, anti-UBP propagandası ile seçim sürecine girilmişti. YKP bu ittifaka girmeyi ret ederek, kendi kadroları ile seçime katılarak seçime seçim diyebilmenin koşullarının olmadığını, TC’nin ve askerin müdahalelerinden arındırılmadan, kuzeydeki otoritenin elindeki olanakları kendi lehine uygulanmasının önüne geçmeden, kimin seçmen olduğunun uluslararası kriterler göz önüne alınarak tespit edilmeden yapılacak bir seçimin burjuva demokrasi koşullarında bile yasal olamayacağı anlatmaya çalışmıştı...
Benzer senaryo 2003 Aralık’ta da yaşandı, bir kez daha toparlanın çağrısı yapılmış, BDH isminde, TKP, KSP, BKP ve sendikaların desteği ile yeni bir oluşuma gidilmişti. YKP bir kez daha bu oluşum dışında kalmış ve ilk görüşlerini yani seçime seçim diyebilmek için yapılması gerekenleri hatırlatmış ve asıl olanın rejime karşı mücadele olduğunun altını çizmesine rağmen, ilkinde olduğu gibi ittifakı oluşturan siyasi oluşumlar tarafından yoğun saldırıya uğramış, YKP’nin bu tavrı ile statükoyu desteklediği, kolay yolu seçtiği ve böylesi ‘önemli’ süreçte pasif kaldığı iddia edilmişti.
Yaşananlar alt alta konduğunda ve partilerin tutumları incelendiğinde, YKP’nin gerek katıldığında, gerekse de katılmadığında, rejime karşı yürüttüğü etkili kampanyaları sayesinde gerek adada, gerekse de yurtdışında saygınlık kazanan, bu yüzden rejim tarafından sürekli saldırı altında olan bir siyasi yapı olduğu gerçeği ortadayken, aslında bu tip saldırıların geçersizliği de bu şekilde kendiliğinden ispatlanmış olmaktadır...
Özellikle, 2004 yılındaki Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik süreci ve referandum öncesi, önemli anlamlar yüklenen Aralık 2003 seçim süreci incelendiğinde, bu saldırıları yapanların BDH çatısı altında seçime katıldıklarını görürüz. Böylesi bir oluşum, bir kaç cılız politik karşı duruş dışında sistem karşıtı önemli bir çıkış yakalayamadığı bir gerçektir. Bu birkaç karşı duruş dışında ise BDH, CTP yanında UBP-DP gibi diğer siyasi oluşumlara karşı kendini alternatif bir oluşum olarak ortaya koymuş ve seçimlerde kendilerince ‘başarılı’ olmuşlardı.
Bu başarının görece olduğu, sonrasında yaşananlarla ortaya çıkmasına rağmen kalıcı tahribatı daha büyük olmuştur. Bu sürece itirazsız dahil olanlar, birçok uluslararası kurumun ve yapının takip ettiği böylesi bir süreçte, işgal koşulları ile oluşan de fakto bir durumda, işgali gerçekleştiren ülkenin o coğrafyaya nüfus taşımasını göz ardı ederek, Cenevre Konvansiyonun çiğnenmesine ve taşınan bu nüfusa seçme-seçilme hakkı tanınarak TC’nin siyasi bir güç olmasını bir anlamı ile tescil etmiş oldular. YKP ise konuyu AİHM gündemine taşımış, AİHM’den aldığı yanıtını ve daha önce defalarca kamuoyu ile paylaştığı gerekçelerini yurtdışındaki etkili siyasi kurumlara taşıyarak siyaset üretmiş ve gerçek anlamı ile statükoyu rahatsız etmişti. Maalesef bu anomali referandum sürecine de taşınmış, kuzey coğrafyasındaki herkesin referandumda oy kullanması sonucu Türkiye’nin buraya taşıdığı nüfus bir anlamı ile ‘legalize’ edilmiştir. De jure bir durumda hukuksal olarak tamamlanacak bu süreç en azından şimdiden ‘sindirilme’ konumuna gelmiştir…
Yalnızca buradan bakıldığında bile kimin statükoyu desteklendiği rahatlıkla görülmektedir....
Geleceğimiz üzerindeki ipotek
Referandum sonucun olumlu çıkmış olması ile ortaya çıkan durumu örtmenin olanağı yoktur. Arka arkaya, uluslararası kamuoyunun da takip ettiği süreçlerde, bizler kendi rızamızla birçok yetkiyi direk veya dolaylı olarak TC’ye devretmiş olduk. Belki şu aşamada TC’nin çıkarları bizimkilerle çelişmemeyi öngörebilir ama yarın da çelişmeyeceğini kimse garanti edemez. Bu noktada anlı şanlı sistem karşıtı olduğu iddiasındaki siyasi oluşumların da katıldığı son seçimler ve referandumdaki tavırlarla TC’nin içerdeki siyasi gücünü meşru kılarak geleceğimizi ipotek altına almış olduğumuz da önemli bir gerçektir. Yani TC ile çıkarlarımız çeliştiğinde bile oluşturduğu denetleme ve yönlendirme kurumları ile buradaki TC’li nüfusun büyük kısmi sayesinde, bizim değil, TC’nin kararları geçerli olacak ve bu durumu bizler şimdiden kabullenmiş durumdayız...
Bu siyasi olguyu bilerek göz ardı edenler, YKP’nin bu insanlara düşman olduğu fikrini ileri sürerler. Bu noktada eski tartışmadaki kimi olgulara geri dönmekte yarar vardır. YKP, her bireyin, istediği her mekanda yaşabilme evrensel insan hakkını kendi programına alarak bu konudaki net tavrını ortaya koymuştur. YKP ayrıca her türlü şovenzim, milliyetçilik gibi gerici, ayrımcı tüm düşüncelere karşı yıllardır aktif mücadele ettiği düşünüldüğünde, YKP’nin bu insanlara düşman olduğu yada istemediği şeklinde dile getirilen iddianın ne kadar içi boş olduğu anlaşılabilir ama politikayı bir karalama kampanyası sayan siyasi oluşumlar, çoğu kez bilerek, kasıtlı olarak, bu kişilerle YKP arasında gerilim oluşturabilmek için bu düşünceyi de canlı tutmaya devam ederler. Bu tip siyasi ‘ayak oyunları’nın sağdan gelmesi doğalken, kendini solda tanımlayanların da bu sürece katılması, Makyevelist bir tutumdan başka bir şey değildir, çünkü onlar için önemli olan başarıya giden yolda her şey mubahtır ve bu süreçte YKP onlar için bir sorundur...
YKP bu tip saldırılar karşısında popülist bir tavır geliştirmeden, hep düşüncesi açıkça savunmayı sürdürmüş ve bunun bir uluslararası hukuk sorunu olduğunun altını çizmiş, ayrıca bu kesim Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasi durumun belirlenmesinde TC yöneticileri tarafından etkin bir rol biçildiğini, bu nedenle getirilen bu nüfusun seçme ve seçilme hakkının bir anlaşmaya kadar olamayacağını vurgulamıştır. Ancak sol olduğu iddiasındaki siyasi oluşumlar, kendi güçsüzlüklerinden kaynaklanan sorunlarından dokunmaya çekindikleri siyasi gerçekleri yokmuş sayarak, bu sorunu ele almak yerine, YKP’nin siyasi mücadelesine yanıltıcı iddialar ileri sürerek saldırmayı tercih edebilmektedirler...
Ancak gerçek önümüzde net olarak durmaktadır; gerek askeri kurumlar gerekse resmi TC kurumları, hiç çekinmeden, ikinci bir otorite gibi sürekli sivil yaşama müdahale ederek bu kişilere TC’li kimliklerini hatırlatmaktadırlar ve bu yolla onları yönetmeye çalışmaktadırlar. Bu konuda birçok ‘basit’ yada karmaşık çalışmalar yürütülmektedir. Askeri makamlar okul veya park tamiri, eşya yardımları yapmaktadırlar. TC Yardım Heyeti ise kuzeydeki otoriteyi hiçe sayarak bu kesime çeşitli alt yapı çalışmaları yapabilmekte, çeşitli yardımlar verebilmektedir. TC Elçiliği ise zaten her türlü maddi ve manevi sorunlarına taraf olmasından dolayı sürekli olarak onlarla temas halindedir. Bu çalışmalar yanında yeri ve zamanı geldiğinde askeri veya sivil kurumların açıkça yada kapalı olarak siyasi baskı uygulamaları da bilinen bir gerçektir. Bu ve benzeri uygulamalarla TC’den getirilenlerin siyasi ve sosyal olarak blok hareket etmeye itilmektedir...
Yaşadıkları mekanlar da incelendiğinde bu kesim bir nevi gettolarda yaşadığı görülür. Oluşturulan gettolarda, TC Göçmeni ana kimlikleri altında Karadenizliler, Adanalılar, Konyalılar, Hataylılar gibi coğrafik alt kimliklere yada Alevilik gibi dini alt kimliğe yada Kürtler, Lazlar gibi etnik alt kimliklere de bölünerek hem genelin, hem de her küçük grubun kontrolü rahatlıkla sağlanmaktadır. Anadolu’dan taşınan dini-sosyal-kültürel kimliklerin geliştirip, güçlendirebilmesi de yine yukarda adı geçen kurumlar tarafından maddi/manevi yardımı sürekli olarak yapılmaktadır. Hatırlatılan ve yaşatılan bu ‘TC’li olma’ hali geçmiş dönemlerde açık müdahaleyi kolaylaştırmak için kullanılırken, gelişen medyanın da yardımı ile son referandumda yaşandığı gibi, direk olarak iç siyasetten değil, TC siyasetinden etkilenerek tavır belirlenmesi şeklinde de kendini ortaya koymaya başlamıştır. Referandumda evete yönelinmesinde Talat, Akıncı ve diğerlerinin siyasetinin mi, yoksa Erdoğan’ın mı açıklamaları bu kesim üzerinde etkili olduğu önemli bir sorudur. Eğer – ki bence öyledir- Erdoğan bu kadar etkiliyse bu kesimlerde, çözüm sonrası kuzey parça devletinde siyasi olarak direk TC’nin etkin olacağı gerçeği önümüzde durmuyor mu? O zaman ne yapmak gerek? Böylesi bir anormalliği ortadan kaldıracak siyasi bir mücadele mi, yoksa bu gerçeği yok sayarak bir seçim mücadelesi mi önemlidir?
Bu gerçeklerle bakıldığında aslında geçmişte güçlü olan, TC’deki yönetici sınıf veya zümre ile iyi ilişkileri olan siyasi yapılardı, bugün de öyle... Pratikteki yansıması ise, TC’deki siyasi yapının karar ve siyasi pozisyonuna göre buradaki taşıma nüfusun hareketi ile seçimlerin sonucu önceden tespit edilmiş, atamalar yapılmış oluyor; geriye kalan ise seçim sürecindeki şov ve bir de dünyaya verilen demokrasi mesajıdır...
Ne yapmalı?
TC kuzeydeki karar süreçlerine, askeri ve mali olanakları ile etki eden en büyük güç durumundadır. Sonrasında, son olarak devreye AB kurumları girmeye çalışmaktadır ama etkili olmaları şu aşamada çok zordur. Bunun önemli bir nedeni, özellikle TC’den gelen nüfusun burasını Anadolu’nun uzantısı, kendilerini de o coğrafyaya ait hissetmeye devam ettikleri yada hissettirildikleri gerçeğidir. Bu nedenle yapılması gerekenlerin başında, TC’nin bu coğrafyadaki etkinliğini kırıcı siyasi çalışmalara ağırlık verilmesi gelmektedir. TC Yardım Heyeti ve TC Elçiliği bu noktada ilk hedef noktası olmalıdır. TC Yardım Heyeti diye bir kurumun varlığı geçmişte yapılan yolsuzluklara dayandırılmaktadır ama bugün gelinen noktada hem Türkiye’den gelen parayı denetlemektedirler, hem de kendi gündemlerine göre yardımlar yapabilmektedirler. İlk kısımdaki denetleme eylemi de sınırlarını aşmış, bir anlamı ile belirleyici unsur, onay unsuru noktasına gelmiştir. TC Yardım Heyetinin iç işleyişinde oluşturulan sektör ve bu sektörlerin sorumluları ‘seçilmiş’ yöneticilerin üstünde pozisyonda yer almakta, bir anlamda TC Yardım Heyeti bakanlar kurulunun üstünde, siyasi olarak ondan daha güçlü konumda yer almaktadır. Akla gelen ilk müdahale şekli bu kurumun her şeye taraf olmasıdır ki zaman zaman bunu da yapmaktadırlar. Ama bundan daha tehlikeli olan, bu coğrafyanın sözde seçilmiş üyeleri birinci derecede yurttaşlarına karşı değil bu kuruma karşı sorumlu olduğunu hissetmesidir. Hissetmekle de yükümlüdür, diğer türlü ekonomik olarak sorunlarını çözemezler, bu noktada demokrasinin temel değerlerinden olan yurttaş sorumluluğu, katılımcılık gibi kavramlar ortadan kalkar. Yurttaşın bir anlamı ile yaptığı oy vererek denetleme görevi bu haliyle ciddi bir sekteye uğramaktadır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, bu kurumun hemen kapatılması, yerine de benzerinin kurulmasını engelleyici unsurlar geliştirilmesi siyasi mücadelenin ana unsuru olmalıdır. Bununla birlikte büyükçe bir bakanlık kurumunu andıran TC Elçiliği, buradaki Türkiye’den gelen nüfusun tüm mali yardım, sosyal, kültürel vb faaliyetlerine taraf olmaktan vazgeçirilmeli, kadroları daraltılmalı, diplomasideki yeri olan yalnızca elçilik faaliyetlere olanak tanınmalıdır. Bu hali ile elçilik direk olarak Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımını körükleyen ve yarattığı gerilimi yöneterek siyasi çekim merkezi olan kurumdur. Bu nedenle yakın hedef olarak TC Elçiliğinin yetkilerinin ‘diplomasideki’ tanımına uygun hale dönüştürülmesi bu ülkedeki demokrasinin gelişebilmesi için olmazsa olmaz koşuldur.
Bununla birlikte buraya gelen her bireyin geçmiş kimliklerini yok saymadan ama bunun geçmişte kaldığı gerçeğini kabullenerek, bu coğrafyanın kimliğini ana unsur kabul ederek hareket etmesi bu ülkenin geleceği için önemlidir. Buraya gelip yaşamını bu coğrafyada sürdürmekte kararlı olanların Adanalı, Konyalı yada Karadenizli olmaları geçmişlerine ait bir gerçektir ve bunu bir alt kültür olarak yaşamalarına saygılı olmamız gerekir ama ayni zamanda onların da bununla birlikte Kıbrıs’ta yaşamaya karar verdikleri gerçeği ile ana kimlik olarak kendi ideolojik yapılanmaları çerçevesinde bu coğrafyadaki ana kimlikleri kabullenmeleri bir zorunluluktur. Diğer türlü ömürlülerini bu coğrafyada geçirirken, birer yabancı olarak yaşamaya devam edecekleri, gelecek kuşakların ise ne oralı ne de buralı olamaması ile çok daha ciddi sorunların meydana geleceği açıktır. Bu gibi sorunlar halen daha Avrupa’da yaşanmaktadır... Avrupa’da kültürel yaşamları ile arada kalmış, ailelerin baskıları ile geçmiş kimliklerini sürdürmeye çalışan ama ayni anda yaşadıkları çevreye de ayak uydurmaya çalışan, bu yüzden iki kimlikten de dışlanmış gençler kayıp kuşak olarak tanımlanıyor ve yaşadıkları sosyal ve kültürel sorunların aşılması için ciddi projeler geliştirilmektedir. Olağanüstü koşullardan geçtiğimiz için hala daha çok fazla yüzeye çıkmasa da, Kıbrıs’ın kuzeyinde de benzer süreçler yaşanmaya başlanmıştır. Her dönem olduğu gibi kendini sol olarak tanımlayanların, farklılıkları tolere ederek, değişik kültür, din, dil vb unsurdan gelenlerin farklarını kültür mozağinin zenginlikleri olarak kabul edip, yurttaş kimliğinin yaratılması ve tüm yurttaşların eşitliğinin, özgürlüğünün ve geleceğinin siyasi mücadelesi yaratılmalıdır. Bunun için de uluslararası hukuk asla göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle Kıbrıs’ta böylesi bir sürece ancak bir andlaşma ile geçilebileceğinin kabullenilmesi gerekmektedir. De fakto koşullarında TC, BM üyesi Kıbrıs Cumhuriyetine Güvenlik Konseyi kararı olmadan silahlı müdahalede bulunmuş ve üçte birini kontrolü altında tutmaktadır. Irak sürecinde olduğu gibi, Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın yapılan bu müdahale nasıl işgal olarak tanımlanıyorsa, ayni şekilde Türkiye’nin bu müdahalesi de işgaldir. Savaş ve onun ortaya çıkardığı durumlarla ilgili TC’nin de imzasının olduğu Cenevre Konvansiyonu geçerli hukuki bir gerçektir. Bu nedenle ada nüfusunun değiştirilmesi, adaya nüfus aktarılması bir savaş suçudur. Bu de fakto süreç ancak bu duruma taraf olanların ‘anlaşması’ ile ortadan kalkabilir. Böylesi bir anlaşmada bu durumun çözümlenmesi, uluslararası hukukla çelişse bile yeni anlaşma da hukuğun parçası olacağı için sorun yaratmaz ama sorun çözümleninceye kadar bir önceki yasal tanımlamalar içerisinde suç kabul edilen olguyu savunmak da hukuğun üstünlüğünün savunulması ile çelişeceği için kabul edilemez. YKP, tüm bu olgu ve olayları göz önüne alarak, sol değerlere sahip çıkarak her bireyin yaşam hakkına, insan haklarına sahip çıkarak bu bireylerin yaşadığı sorunlarla ilgilenirken ayni anda uluslararası hukuk açısından çözümlenmemiş bir sorun olduğu hatırlatarak taraflar arasında çözümlenmesini talep etmektedir. Bir anlaşma oluncaya kadar da bu kişilerin seçme-seçilme süreçlerine katılmalarının yasadışı olduğunu da vurgulayarak bu mücadelesini sürdürmektedir. Yani TC bu coğrafyada siyasi bir güç olmak için denetleyici kurumlarını da oluşturarak uluslararası hukuğa aykırı olarak nüfus taşımaya devam etmektedir. Buna karşı çıkılmadan, bu anormallik ortadan kalkmadan seçimlerden demokratik sonuç beklenmek en basit tanımlaması ile saflıktır.
Siyasi partilerin durumu
Yukarda belirttiğimiz gibi bu koşullar altında, anlaşma olmadan, TC’nin denetleme kurumları ortadan kaldırılmadan gerçek anlamı ile seçim yapmanın koşulları yoktur. Seçim adına yapılan şovlar yalnızca yapılan atamaların onaylatılması ve ‘demokrasi’nin var olduğunun propagandasından başka birşey olmayacaktır. Bu nedenle bu şovun kurallarını belirleyenlerin ezberini bozacak şekilde siyasi çalışma yürütmek YKP’nin ana gündemidir.
Seçime katılarak bazı görüşleri söylemin etkili olduğunda seçime katılan ama ilerleyen süreçlerde bu olanağın çeşitli şekillerde engellenmeye başlandığında seçimin dışında kalarak propaganda yapmasına en çok bozulanlardan birinin KSP olması ilginçtir. Rejim geçmişte yaşadığı süreçleri de göz önüne alarak düzenlemeler yapmış ve propaganda süreçlerinde kimlerin ön plana çıkarılacağını ismi konmamış kurallara bağlamıştır. Kimi yerde meclis içi, meclis dışı tanımlamaları kullanılırken, haberlerin ana ağırlığının belli partilere ayrılması, diğerlerinin görünmez kılınmasının en etkili yolu reklamlarla kırılması iken, meclise girmesine olanak sağlanan partilere de maddi yardımlar da yapılarak bu çıta daha da yükseltilmektedir. Şovda parası olan, icazet alanlar tüm alanları kapsarken, seçime girerek bu şovun ortasında etkisiz kalanlar ise küçük seçim detaycıkları olarak kalmaya devam ediyorlar. Hatta daha ileri gidilerek bizdeki demokrasinin sosyalistlerin bile seçimlere girmesine olanak sağladığı propagandası yapılıyor. Bu koşullarda etkili olabilecek siyaset ise bu şovun parçası olmadan, onun dışına çıkarak çalışma yapabilmektir. KSP, YKP’nin 10 yıl boyunca etkili olarak kullandığı süreci, bugün kullanmadığı için eleştirmektedir. YKP bu süreci kullanarak birçok tabu olan konuyu toplum gündemine taşınmış, hatta bu nedenle parti binası kurşunlanmış, birçok kez saldırıya uğramıştı. İlginç olan YKP bu süreçlerden geçerken KSP’li (KSG’li) arkadaşlar yine eleştirmiş ve katılmamışlardı.
Aslında KSP’nin kafa karışıklığı çok da yeni değil, hem Annan Planına evet derken ayni anda broşürler çıkararak ‘emperyalist planlara hayır’ diyebilmektedirler. Son Şubat 2005 seçimlerine de bütün partilerle ilgili karşı yayınlar yaparak girmişler, kendilerinin katılma koşulları olmadığı için katılamamışlardı. Ancak günün sonunda aldıkları karar ise tam evlere şenliktir; dergilerinde sayfalarca eleştirip emperyalistlerin uşağı olmakla suçladıkları siyasi oluşumlara oy verilme çağrısı yapılması...
Ama en az bunun kadar önemli olan, 98 Aralık seçimlerinde sandığa gitmemeyi de seçenek olarak kabul edilebileceğini yazanların bunu unutarak, emre itaat etmeyerek, sandığa gidilmemesi çağrısı yapan YKP’yi hedef seçen KSP’nin tavrı dikkat çekicidir. Yukarda da tanımladığımız gibi bir çeşit atanmışların onay süreci olan seçimlerin boykot edilmesi niçin siyasi bir mücadele şekli değil de, emperyalistlerin uşağı olmakla suçlanan siyasi partilere oy vermek ‘sosyalist’ bir mücadele şeklidir? YKP’yi boykotu seçerek pasif kalmakla suçlayan KSP’nin son seçim çalışmaları ile ilgili kendi gazetelerinde de yansıyan eylemleri afiş asmak, bildiri yayınlamak ve sendikaları ziyaret ve bunun yanında belli aralıklara radyo tv programlarına katılmaktır. Düzenli olarak radyo-tv programlarına katılmak dışında diğerlerini YKP’de bu süreçte fazlası ile yapmaktadır; kendi pankartları ile kavşaklarda durmakta, kitle toplantıları düzenlemekte afişlemeler yapılmaktadır. Yayınladığı bildiriler de en az KSP’liler kadar gazetelerde yayınlanmaktadır. Bu durumda YKP’nin pasifliği radyo-tv programlarına katılmamakta mı? YKP, Şubat seçimlerinde rejimin engelleyici hukuki hamlesini de bertaraf ederek, hem rejimi, yaptığı kampanyalar ile rahatsız ettiğinin meyvesi toplamış, hem de bu ülkedeki anti demokratik yasal düzenlemelerin de değiştirilebileceği ortaya koymuştu. Bu noktada KSP’nin kampanyasının vasatlığı ile karşılaştırıldığında, seçime katılan KSP’ye rağmen, katılmayan YKP’nin daha etkili bir kampanya yürüttüğü gerçektir. Yani KSP’nin pasivizm suçlamasının da altı boş bir tanımlamadır. Ayrıca KSP’nin ciddi bir özeleştiri borcu da vardır. Mustafa Akıncı gibi siyasi bir figürün, UBP-TKP Koalisyon sürecinde yarattığı tahribatını es geçerek, onun TC’in dayattığı yaptırımların savunulmasındaki rolünü unutarak, bu rolünden dolayı sendikaların, partilerin bir araya gelerek Bu Memleket Bizim Platformunu oluşturarak mücadele edilmesini yok sayarak, onun başkanlığında oluşturulan BDH sürecinde KSP ana unsur olmuştu. Akıncı değişmediğini ortaya koyarak, onları BDH dışına çıkarınca onun tüm kimliklerini hatırlamak ve hatırlatmak ayrıca rejimin özelliklerine yapılan atıflar fazla bir anlam taşımaz. BDH’yı oluşturan unsurlar TKP, BKP ve KSP seçimlerde ‘başarılı’ (!) olmuş olsalar, Akıncı bu değişmediği kimliği ile başbakan olacaktı, hatta icazet alsaydı, cumhurbaşkanı bile olabilirdi. Onu, bugün saydıkları kimlikleri ile bu makamlara oturtmuş sayılacak olan KSP’nin bu noktada özeleştiri borcu yok mu? Böylesi bir hareketin sağlıklı olmadığı, seçime seçim demenin koşularının olmadığını hatırlatan YKP’ye karşı girişilen eleştirilerden dolayı KSP’nin bir özür borcu yok mu? Siyasetin kirlenmesinde en önemli unsurlardan biri de bu ‘hep haklı olma’ halleridir. KSP, Akıncı tamamdır derse tamamdır, bu yarın KSP’nın Akıncı tamam değildir demesini engellemez, onların söylediğinin tersini söylemek ise suçtur. Haksızlıkları karşısında özeleştiri, özür ise siyasi terminolojilerinde yoktur. Büyük büyük teorik tanımlamaların ardına sığınılır, tanımlamalar, kavramlar bulandırılır ve her durum kendi lehlerine yontulmaya çalışılır. Bu KSP’nin küçük burjuva oportünist kimliğinin en açık özelliğidir…
Bu süreçte en ilginç siyasi oluşum ise BKP’dir. Her şekilde ve bir şekilde ittifak politikaları izlediğini iddia eden BKP kadroları, önceleri CTP içerisinde yer alıyorlardı ve çeşitli tarihlerde ayrılmışlardı. Bu kadrolar, 1998 yılında YKP’lilerle Yurtsever Birlik Hareketi oluşturmuş, YBH’nın 2002’de son bulması sonrası BKP ismi ile bir siyasi parti kurmuşlardı. Bu parti 2003 seçimlerine BDH içerisinde katılmış ve bir milletvekili ile mecliste temsil edilmeye başlamıştı. Bu dönemde milletvekili de olan partinin Genel Sekreteri, mecliste oluşan siyasi krize çözüm adına DP’den kopanlarla “çözümcü hükümet oluşturma” iddiası ile kurulan TKP-BÖİ ittifakı içerisinde yer almış, ama bu kopanların gidip UBP katılmaları(!!) ile de bu ittifak sona ermişti. BKP, 2005 Şubat seçimlerine de TKP’lilerle ama bu defa TKP tüzel kişiliğinde seçimlere katılmış, Nisan 2005’deki seçimlerinde ise üstü kapaklı ama ‘en güçlü adayın desteklenmesi’ çağrısı ile şekillenen pratikleri ile CTP’yi desteklemektedir. İşin ilginç yani bu kadroların da en fazla rahatsız oldukları olgu seçimlere katılmamaktır. Bu atamaların onaylanma sürecine anlamlar yüklenmesi, yapılan bu atamalarla oluşturulan meclisin sanki de fonksiyonu varmış gibi yazılar yazılması, çalışmalar yapılması bir anlamı ile TC’nin buradaki siyasi gücünün legalize edilmesine yardımcı olunmaktadır.
Bu oyun bozulması, deşifre edilmesinde önemli bir olgu olan bilinçli katılmama olayı, yani emre itaat etmeyerek bu atama sürecine katılınmaması yönündeki bir siyasi mücadele niçin kötü olsun?
Rejimin, YKP’nin boykot çalışmalarından rahatsızlığı ve katılamayanların veya sandığa giderek oyunu yakanların oranın ‘rejime karşı hareket’ olarak YKP tarafından tanımlamasından tedirginliği anlaşılır bir durumdur. Sistem karşıtı olduğu iddiasındaki iki siyasi oluşumun böylesi bir hareketten böylesi rahatsız olmasını ise anlamak güçtür.
Kafa karışıklığına gerek yoktur, yol belli ve nettir, Ankara’dan değil sokaktan iktidar için rejime karşı mücadele yükseltilmelidir ve bunun yolu emre itaat etmeden, kendi kurallarımızı rejime dayatarak gerçekleştirebiliriz, onunun kurallarını kabul ederek, onun çizdiği sınırları kabul ederek değil…

13 Şubat 2005

Seçim, demokrasi ve 'goşistlik' üzerine

Dünyanın her yerinde siyasi mücadeleler tartışa gelmiştir. Kimi siyasi oluşumların ana gündemi seçimler ve dolayısıyla parlamento olurken kimi siyasi oluşumlar bu tip mücadele yerini daha katılımcı bir yönetim şekli için farklı mücadele biçimlerini önermişlerdir.
Elbette seçim süreçleri de parlamentonun en azından kısmi görevlerini yapabildiği yada en azından asgari taleplerin dile getirilip bunların ortaya konabildiği koşullarda anlamlı olmuştur. Kuzey İrlanda’da Sinn Fein’in IRA’nın siyasi kanadı olduğu bilinmesine rağmen seçimlere katılmasına engel olunmamış, yıllardır da Sinn Fein seçimlere katılıp en azından birkaç milletvekili çıkarabilmiştir. Minimum talebi olan İngiliz işgalinin ortadan kaldırılması talebine uygun olarak Kraliyet adına yemin etmeyi kabul etmedikleri için hiçbir zaman parlamentodaki yerlerini alamamışlardır. Türkiye’de DEP benzer şekilde minimum taleplerinden biri olan kültürel haklarına uygun olarak kendi dillerinde yaşam hakkı çerçevesinde TC Meclisinde Kürtçe yemin etmeye çalışınca yaşanan linç girişimi hala akıllardadır. Kuzey İrlanda’da Sinn Fein’in artık Avrupa Parlamentosunda temsilcisi varken, DEP süreci çeşitli yasaklamalar ve engellemeler sonrası HADEP’e dönüşmüş ve AB’nin zorlaması ile Türkiye kısmi olarak Kürtlerin bazı kültürel haklarını yavaş yavaş kabul etmeye başlamış durumdadır.
Kıbrıs’ın kuzeyi de benzer bir linç kültürünün izlerini taşır. 1990’ların başından beri Kıbrıs’ın kuzeyinin işgal altında olduğunu söyleyen Yeni Kıbrıs Partisi gerek bombalı, gerekse silahlı saldırılara uğramış, yayın organlarının hedefi haline gelmiştir. Buna rağmen Yeni Kıbrıs Partisi seçim süreçlerini bu düşünceleri anlatmak için kullanmış ve alternatiflerini sürekli olarak halkla paylaşmıştı. YKP Kıbrıs’ın kuzeyindeki meclisi hiçbir zaman hedef olarak görmemiş ve bunu açıkça ortaya koymuştur. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyindeki meclis minimum fonksiyonlarını bile yerine getirebilecek yapılanmada değildir. Geçmişte Bayraktarlık Elçilik Yönetimi yada daha bilinen adını ile BEY yönetimi denirken, bununla ilgili koşullarda hiçbir değişiklik olmamasına rağmen bunun savunuculuğunu yapan siyasi partiler bu BEY yönetiminde meclisi ele geçirip her şeyi değiştirebilecekleri iddia edebilir hale gelmişlerdir. En basiti, iktidar olabilmek ile yönetici olmayı dahi tartışmayan yada tartışmayı gizleyenler en kritik süreçlerde tüm yetkinin kendilerinde olmadığını demeçleri arasına sıkıştırmakta yada Türkiye ile uyumlu siyaset üretmenin teorisini yapmaktadırlar. TC Elçiliğinin bir siyaset üretme organı gibi çalışabildiği, her şeye her an müdahale ettiği, TC yardım heyetindeki sektör sorumlularının Türkiye’den atanan bürokratlar olduğu ve bunların onay vermemesi halinde hiçbir bakanlığın hiçbir faaliyeti yapamayacağı yani sektör sorumlularının bakanlardan daha yetkili olduğu, Merkez Bankasının hem sorumlusunun hem de para politikalarının Türkiye’den tayin edildiği, Polisin, itfaiyenin, sivil savunmanın Ankara’daki askeri makamlar tarafından yönetildiği, atandığı gerçeklerine gözlerimizi kapayarak siyaset üretemeyiz. Bu kadar şeyin dışa direk bağlı olduğu koşullarda meclise düşen yalnızca basit yasal düzenlemeler yapmak ve mali denetimdir. Bu konuda yapılan onlarca üst düzey açıklama vardır ki bizdeki meclis yasa yapmayı bilmiyor. Bir ülkenin meclisini düşünün, komitelerinden oy birliği ile geçen nice yasaya birkaç yıl içinde değişiklik yapsın/yapmak zorunda kalsın ve bu siyasi bir kriz olmasın, bütçesi olmasın yada bütçe olduğunda ise bunun denetimi ciddi şekilde yapılamamış olsun, araştırma komiteleri kurulsun hükümet icraatlarını denetlesin diye ve hükümet partilerinin daha fazla üyesi olsun ve birçok komite bu yüzden çalışamasın yani en basit fonksiyonların bile yerine getirilemediği bir meclis…
Tüm bu koşulları alt alta koyup bir de adadaki 40 bin askeri gücü eklediniz mi, ortaya çıkan tablonun mecliste çoğunluğu ele geçirip istediğiniz siyaseti üretemeyeceğiniz rahatlıkla anlaşılır.
YKP, bunların tespitini yaparak yıllardır bunları teşhis ve bunlara kendi alternatifini ortaya koymak için seçim süreçlerini kullanmış ve en son 2000’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmıştı. Kurulduğu günden itibaren Avrupa Birliği üyeliğine her zaman önem veren ve bunun için siyaset üreten YKP, Kıbrıs’ın AB’ye katılım belgesi imzalaması, sonrasında AB üyesi olması süreçlerini değerlendirerek yeni politikalar üretme sürecine girmiştir. Bununla birlikte YKP, Avrupa organlarını kullanarak siyaset üretme sürecini de başlattı. Bu çerçevede Aralık 2003 seçimleri öncesi konuyu AİHM gündemine taşıyarak oradan aldığı olumlu cevabı dayanışma halinde olduğu siyasi oluşumlarla paylaşarak ileriye taşımaya çalışmıştı. YKP için araçlar ve amaçlar çok net belirlendiği için AİHM’in kararı değil, mahkeme süreci önemliydi ve bu süreçte buna uygun hareket etti.
YKP, 1998 ile 2002 yılları arasındaki Yurtsever Birlik Hareketi deneyimi sonrası, 2004 yılındaki kurultayı ile yeniden ilk ismini alırken, ayni zamanda yukarıdaki gelişmelere uygun olarak programında da değişikliğe gitmiş ve üyeliğini tüm Kıbrıs’a açarken, nasıl bir Avrupa Birliği talep ettiğini de programında netleştirmişti. Tüm bunlar için aylar süren çalışmalar yapılmış emek sarf edilmiştir. Kıbrıs sorunun geldiği aşama da göz önüne alınarak, program buna göre düzenlendi.
Tüm bu siyasi çalışmaların sonunda YKP son iki seçimde de boykot tavrını aldı. İlkinde BDH rüzgarına kapılanlara YKP’nın uyarısı ayni 1990’daki DMP’ye katılmayarak yaptığı uyarıydı, özellikle referandum öncesi ne böylesi ittifakların ne de sağa yanaşıp, liberal unsurlara partiyi açmanın çözüm olamayacağını ortaya koymuş, ilkesiz siyasetleri eleştirmişti. Bu seçimlerde ise yarış kimin Ankara’nın siyasetini daha iyi yürüteceği üzerine kurulunca YKP “acenta seçimine hayır” diyerek bir kez daha boykot çağrısı yaptı.
Bizler ürettiğimiz siyasetlere her zaman sadık olduk ama kimi entelektüel arkadaşlarımız bizlere hep maceraperest yada eskilerden kalma, 70lerin tartışmalarındaki “goşist-revizyonist” polemiklerindeki “goşist” kelimesi ile saldırmayı yeğlediler. Bir dönem BDH siyasetini övüp desteklememizi, aksi halde statükoyu desteklemiş olacağımızı söylerken bu seçimlerde BDH ile kavgaya giren siyasi parti saflarında yer alabilmektedirler. Çok okumanın ağırlığı altında ezilerek oradan oraya salınırken bir anda Kıbrıs’ta sosyalizmi uygulamayacağımızı da keşfedebildi, bu aristokrat entelektüel dostumuz… Demagogluk yaptığımızdan bahsedip, kendi siyasetini övmeyi yeğledi ve alternatifler ürettiklerinden bahsetti yazılarında… YKP/YBH süreçlerinde yüzlerce sayfa doküman üretildi, Kıbrıs’ın, Kıbrıslıların yaşamlarına yönelik her şeyin yazıldığı bu dokümanlar gerek internet ortamında gerekse gazetelerinde tekrar tekrar yayınlanarak herkesin bilgisine onlarca kez getirildi. Her yeni yazılan doküman için bir önceki dokümanlar referans kabul edildi, onlar üzerinden yeni alternatifler üretildi. Bunların özetleri eski programında da vardı, yenisinde de var. Buna rağmen entelektüel dostumuzun önerdiği siyasi yapıların kum üzerine yazılan siyasetleri daha bir yılını doldurmadan tarih oldu, yenisini satmaya çalışıyor ki bu da bir yılını doldurmadan tarih olacak ama ne gam, entelektüel dostumuz, bir öncekinin özeleştirisini yapmadan yeni sularda yelken açacak, biz gene maceraperst olacağız, goşist olacağız, o ise hep haklı olacak…
Sahi BDH süreci bir yıl önce bu kadar güzelken niçin şimdi başka yerlerde siyaset üretiyorsunuz, hani onurlu seslerin arkasından gitmek gerekirdi diye bir sormayacak mı?
Hade sormasın, varsın entelektüel dostumuz kendince, bulunduğu Kaf Dağının tepesinden kum üzerine siyasetler yazsın, biz işgal rejimine karşı minimum taleplerimiz için mücadele etmeyi sürdüreceğiz yani TC Elçiliğinin yetkileri kısıtlanmadıkça, TC Yardım heyeti kapatılmadıkça, asker kampından dışarı sivil otoritenin izni olmaksızın çıkamadıkça, Merkez Bankasını Kıbrıslılar yönetemedikten sonra bu ülkede demokrasinin d’sinden kimse bahsedemez, seçim yaparak bunların aklanmasına izin vermeyeceğiz, bazı dostlarımız bunu goşistlik olarak saysalar da biz bunları savunmayı sürdüreceğiz…