14 Ekim 2005

Siyaset Çözülürken Almanya seçimleri, sonuçları ve bize dair

(Taylan Özgür imzası ile)

Almanya seçimleri tamamlanırken, herkes seçimleri ve koalisyon olasılıklarını konuşmaya başladı. (Bu yazı dizisi tamamlandığında belki de yeni koalisyon kurulmuş yada Almanya yeni seçim kararını almış da olabilir ama bu durum yazının içeriği değiştirmeyecek bir sonuç olacaktır.)
Şu aşamada Birlik Partileri yani konservatifler yada daha bilinen adıyla Hıristiyan Demokratlar(CDU/CSU) ve Sosyal Demokratlar (SDP) yarım puan farkla ağırlıklı iki parti, koalisyonun büyük ortağı olma adayı olarak seçimden çıktılar. Yeşiller, Liberaller (FDP) ve Sol Parti de koalisyonun küçük ortakları olarak gözükmektedir.
İki partili bir koalisyonda herkesin partneri belli idi. SDP zaten yıllardır Yeşiller ile koalisyon yapmaktaydı. Geçmişte de CDU/CSU ve FDP de birlikte çalışmışlardı. Bu nedenle iki partili bir koalisyonda pek de sorun yoktu. Ancak Eylül ayındaki erken seçim sonucu ile tablo bayağı karıştı. Tarafların çoğunluğu sağlayabilmeleri için kendilerine bir parti daha bulmaları gerekmektedir.
Bu noktada önemli bir gelişme yaşandı. Daha önceki adı Demokratik (yada egemenlerin değişi ile Doğu) Almanya Komünist Partisi olan, ancak 1990’larda partinin adını ve programını değiştirerek Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) olarak yoluna devam eden siyasi akım, sosyal demokrat ve yeşiller partileri içinden kopan bir grup, sendikacılar, aydınlar ve başka siyasi gruplardan gelenlerin katılımı sonrası, seçim yasaları ittifaklara izin vermediği için, PDS’in adını bir kez daha değiştirerek ‘Sol Parti’ olarak seçime girmişlerdi. Sol Parti süreci daha fazla konuşulmayı hak etmektedir. Ancak bu konuyu yeni bir yazıda yeniden ele almak gerekecek... Seçim sonuçlarına geri dönmek gerekirse, seçimin hemen ardından basına yansıyan açıklamalardan, iki bloğun da Sol Parti ile koalisyonu kesin olarak reddettikleri ilginç bir sonuç olarak önümüzde durmaktadır…
Tam bu noktada Kıbrıs’taki sonuçlara dönüp, küçük hatırlatmalar yaptıktan sonra, neden Sol Parti ile tüm partilerin köprüleri attığını anlatmaya çalışacağım…
Kıbrıs’taki 2002’deki seçimlere de benzer bir seçim ittifakı ile girilmişti. BDH bu noktada bir alternatif olarak sunulmuştu. BDH’yı oluşturan siyasi bileşenler ana olarak TKP, KSP ve BKP idi. Seçim sonrası ayni şekilde konservatifler yani UBP ile ortanın solu yada adı konmamış sosyal demokratlar yani CTP iki ana parti olarak seçimden çıkmışlardı. Ayni şekilde daha yumuşak konservatif ama liberal ol(a)mayan (bu iddiada kurulduğu iddia edilse de) DP ve siyasi kategorisi belirsiz (sol olarak kendini tanımlayan) BDH küçük ortak adayları olarak seçimden çıkmışlardı.
O dönemdeki hükümet kurma çalışmalarını hatırlayan var mı? Ana gündeme her zamanki gibi yine Kıbrıs sorunu konarak, diğer sorunlar perdelenmiş ve tartışılmasına izin verilmemişti. İşin ilginç yanı, tartışmalardan sonra UBP için doğal partner hem DP hem de BDH olabilirken, CTP için ‘sol’ yelpazedeki BDH asla bir alternatif olmamıştı.
Bu noktada BDH liderliğinin yaptığı ‘Türkiye bizi istemez’ çığırtkanlığına kapılıp siyasi algılamanızı kısıtlarsanız, UBP’li bir koalisyonun direk reddedilmediği göremeyebilirsiniz. UBP açısından BDH ciddi bir tehlike değildi. Kendisinin dayatacağı ekonomik ve siyasi politikalara karşı çıkılmadığını 1998 yılındaki koalisyon deneyiminde görmüştü. TKP liderliği, hükümette yer aldığı dönemde uygulanan ekonomik paketlerden ciddi oranda küçülmesi, erimesi sonrasında ve kendi dışlarında kalan CTP, YKP ve sendikaların başlattığı sürecin evrilerek, sonradan adı çok anılacak ‘Bu Memleket Bizim Platformu’na dönüşmesi, bu Platformun ciddi etkiler yapması (mitingler, grevler vb) üzerine, türüne geçmişte defalarca rastlanacak bir açıklamayı bahane ederek siyasi bir manevra yapmıştı. O dönemdeki TKP’nin lideri olan Mustafa Akıncı, bir komutanın açıklamalarını bahane ederek istifa etmiş ve hükümetin düşmesini sağlamıştı. Sonrasında yapılan ilk seçimlerde TKP’nin silineceği net olarak ortaya çıkınca Akıncı, 98 yılındaki UBP koalisyon dönemi ile ilgili hiçbir öz eleştiri yapmaksızın, siyasetten çekildiğini açıklamış ve partiyi kaderi ile başbaşa bırakmıştı.
Bu noktada siyasi geleceğini 1998 yılından başlayarak Akıncı kimliği üzerinden yeniden tanımlayan CTP için, Akıncı’nın başında bulunduğu bir siyasi yapı partner olamazdı. Bu noktada bir alternatif hareket yaratma sürecinde, onlarca yapının bir araya gelmesi sonucu oluşturulan BDH’nın başına, siyasi başarısızlığı çok net ispatlanmış Mustafa Akıncı’nın niçin getirildiği hala belirsizdir. Eğer bu siyasi bir ihtirasın ürünü değilse, siyasi hatanın daniskasıdır. (Bu noktada siyasi ihtirasın yalnızca Akıncı tarafından dayatıldığının düşünülmesi, yine soruna tam cevap vermeyebilir. Kolay bir başarı için ‘Akıncı’ adını kullanmak isteyenlerin de siyasi ihtirası bunun içinde düşünülmesi gerekir…) Seçim sonrası sonuç tarafları çalışma yapmaya itmişti. Ancak yapılan tartışmaları hatırlayanlar bilecekler, tıkanma noktası, bakanlıkların dağıtımıydı, özellikle dış işleri bakanın kim olacağıydı. Bu noktada BDH liderliğinin yine çığırtanlığına kapılmadan değerlendirilirse, Kıbrıs sorunun ana gündem olduğu koşullarda dış işlerinin önemi ortaya çıkar. Bu noktada paylaşım mücadelesinde elbette kilit noktada olanlar kozlarını iyi kullandılar. BDH liderliği ne kadar da kendini ağırdan satmaya çalışırsa çalışsın, bir kez daha başarısız olmuştu…
Günün sonunda azınlık hükümeti kurulmuştu. Akıncı bir hamle daha yaparak, siyasi olarak çökerttiği TKP’nin küllerinden BDH’yi yaratmak istemişti. İçerisindeki farklı siyasi duruşları reddeterek yeni bir sosyal demokrat partinin kuruluş sürecinde olduğunu açıklamıştı. Ancak her ne kadar yaralı ve çökmüş olsa da TKP kadroları partilerine sahip çıkmıştı. UBP koalisyonu sonrası yaşanan çöküntü sonrası kendilerini terk eden liderinin ihanetini de belki hatırlayarak, TKP ile devam kararı almış ve BDH’dan çekildiklerini açıklamışlardı. Arkasından BKP ve KSP de BDH içerisinden çekilmişti. Bu süreçten meclis içinde BKP ve TKP de birer milletvekili ile temsil edilmeye başlamıştı.
Bir kez daha anomaliler yaşandı. CTP ve DP azınlık hükümetini UBP ve BDH çeşitli kereler düşürmeye çalışmasına rağmen, BKP, TKP ve DP’den kopan milletvekilleri blok olarak destek vererek hükümeti kurtarmayı başardılar ama bütçe geç(e)medi. Bu noktada BKP lideri ve o dönem milletvekili olan İzzet İzcan’ın ‘barışçı bir başbakanı düşürmeye gönlüm razı değil’ şeklindeki açıklamaları bir miktar dönemi açıklar gibi dursa da hükümetin düşmemesinde ana etki kapıda olan yeni seçimlerin olduğunu kimse inkar edemez. İzcan, hükümete olan sadakatini, Türkiye’ye giderek, Türkiyeli ‘uzmanlarla’ (!) birlikte çözüm sonrası uygulanması için Kıbrıs Türk Devleti anayasasını bile hazırlamıştı. Defalarca kritik oylamalarda hükümet lehine tavır alarak sadakat tazelemiş ama tüm bunlar onun ve partisinin meclise yeniden girmesini sağlayamamıştı.
TKP ise ne yaptığı veya ne yapmaya çalıştığı belirsiz bir halde sürüklenmeye devam etmiş ve beklendiği gibi erken seçimlerde de barajı geçemeyerek, kurulduğundan beri ilk kez meclis dışında kalarak siyasi iflasını ilan etmişti.
BDH, yapılan erken seçimde yalnızca Akıncı’yı meclise sokarak tam anlamı ile siyasi iflasını ilan etmesine rağmen, siyasi çığırtkanlık yaparak bunu örtmeye çalışmış ve halen çalışmaktadır. Unutulsa da hatırlatmada yarar var, Şubat 2004 tarihinde gündem liderlere bildirilmemiş, toplantı saati bile doğru dürüst ayarlanmamış, gösteriş amaçlı Çankaya’daki toplantıya M.A.Talat, S.Denktaş, D. Eroğlu ve M.Akıncı katılmışlardı yani siyasi çığırtkanlığa rağmen Türkiye, Akıncı’ya ‘siyasi vebalı’ muamelesi yapmamıştı.
(Bu tip bir ‘siyasi vebalı’ uygulaması YKP’ye uzun yıllar yapılmış, ne Kıbrıs’ta, ne de Türkiye’de yapılan toplantılara YKP davet edilmemiş, bilgilendirilmemişti. Daha sonra geliştirilen ‘meclisi içi partiler’ terimi bu durumu tanımlamak için uygulanmıştı. Birçok eylemde YKP’yi sokakta partner kabul eden ne CTP, ne de BDH, ‘meclis içi’, ‘meclis dışı’ ayrımı yapmazken, kendileri ‘hükümet’ oldukları dönemlerde bu terimin ya uygulayıcısı ya da destekçisi olmuşlardır…)
Erken seçimin sonucu, UBP ve BDH’nın farklı siyasi çığırtkanlıklarına rağmen onların siyasi iflasları olmuştu…
Ancak seçim sonrası yaşananlar da ilginçti.

Alman seçimi üstünden kuzeydeki erken seçimler
Kuzeydeki erken seçimler sonrası tablo herkes için rahatlatıcı idi.
Siyasi olarak yenik ve uyguladığı siyaseti sürdürebilme koşulları kalmayan UBP, kelimenin tam anlamı ile inzivaya çekilmiş durumdadır. Harekete geçmesi için de hiçbir objektif yada sübjektif durum yoktur. Kendileri için ana konu olan Kıbrıs sorununda sapma yaşanmamıştır. Kuzeydeki ekonomik koşullar da UBP’nin harekete geçmesi için herhangi bir durum oluşturmamaktadır. Alınan ekonomik uygulama kararları net olarak uluslararası kurumlar (DTÖ, IMF, Dünya Bankası vb) tavsiye ettiği neo-liberal ekonomik tedbirlerdir ve UBP’nin bunlara itirazı yoktur. Emekten yana, sosyal devletten yana bir ekonomik siyaset gündemde olmadığı için UBP’yi kuracağı baskı ile harekete geçirecek Kıbrıs’ın kuzeyindeki işadamlarının/kadınlarının da süreçten şikayetleri yoktur. Zaten UBP, son dönemdeki uygulamaları ile onların güvenini kaybetmiş, ekonomik çıkarlarını koruyamamış, bu çevreler de farklı kanallardan siyasete girmişlerdi. İlk ittifak Lefkoşa Belediye seçimlerinde yaşanmış ve Kutlay Erk’in kazanması ile sonuçlanmıştı. Bir kısmı Ticaret Odasında kümelenmiş, siyasi bir parti kurarak süreç başlatmışlardı. Etkin olan bir kısmı ise sessiz kalarak bir anlamı ile UBP’yi kaderi ile baş başa bırakmıştı. Özellikle erken seçim sonrası ise işadamlarının/kadınlarının bir kısmı (ciddi bir kısmı) somut olarak CTP’ye desteklerini açıklamışlardı.
CTP açısından yaşanan aslında basitti. CTP, Tony Blair’in liderliğini yaptığı üçüncü yolun biraz daha bulamaç haline getirilmiş siyasetini takip etmektedir. Avrupa’da 80’lerde Thatcher deneyimi sonrası, neo liberal politikaların emek söylemli sosla servis edilmesi, konservatiflerin hükümette olmasına tercih edilir olmuştu. Ancak bu siyasetin takipçisi İngiliz İşçi Partisi dışında, başarısını sürekli kılabilen bir yapı yoktur. (ki İşçi Partisi de son seçimlerde ciddi o kaybı ile çıktığı unutulmamalıdır.) Almanya’da SPD, Yunanistan’da PASOK, Fransa’da Sosyalist Parti bu siyasetler sonrası zor durumda kalmıştır. İspanya bir miktar da ABD taşeronluğu yüzünden sosyal demokratlara (PSOE) şans tanısa da, Avrupa’da bu siyasi akımın geleceği belirsizdir. Özellikle yükselen aşırı sağın durdurulmasında, savaş politikalarının engellenmesi konularında da hiçbir etkinliği olmayan bu siyasi yapıların alternatifi de maalesef konservatif partilerdir. İşte bu noktada Almanya’da PDS veya yeni adı ile Sol Parti ile İtalya’daki Rifondazione Comunista (Komünist Partisi Yeniden İnşa Örgütü), tüm Avrupa’da Avrupa Sol Partisi (EL)’e ve bu kümede yer alan diğer yapılara düşen sorumluluk daha da artmaktadır.
CTP’nin ortanın solundaki alanı ciddi olarak doldurması ile ortanın solunda yer aldığını iddia eden diğer partilerin yer açması çok zor gözükmektedir. Bunun farkında olan TKP ve BDH, arada sırada cılız ekonomik eleştiriler yayınlasalar da, kendilerini daha çok Kıbrıs sorunu ile tanımlamaya devam ediyorlar. BKP, programında yazılanlarla, pratiği arasında hiçbir uyum olmayan siyasi oluşum görünümü ortaya koymaktadır. Gazetesinin yayınları ve köşe yazarlarına göre karar vermek gerekirse, YKP ile benzer bir siyasi alanı paylaşma niyetinde olduğu izlenimi vermektedir. (Ki şu aşamada Avrupa’da kullanıldığı hali ile bu tip oluşumlar için ‘radikal sol’ terimi kullanılmaktadır’) KSP ise tipik tutucu (Ortodoks) yada daha bilinen terminolojisi ise Stalinist bir partidir.
Bu noktada solda yer alıp da, ne istediğini Kıbrıs sorunu dışına net ortaya koyan KSP’dir. Onun pozisyonu da aslında orijinal değildir. Türkiye’deki Türkiye Komünist Partisi ve Yunanistan’daki Yunanistan Komünist Partisi ve onlara benzeyen diğerleri ile benzer ekonomik yaklaşımlar sergilemektedirler. Bu yapılar gelişen yeni neo liberal ekonomik saldırganlık karşısında, içe kapanık, ulusçuluğu zaman zaman öne çıkaran siyasi mücadele hattı izlemektedirler. Yaptıkları dolaylı veya direk ulus devlet ve ulusal ekonominin korunmasına yönelik taleplerdir. Bu noktada küreselleşmeye karşı mücadelede açıkça sağ siyasi oluşumlarla yan yana gelebilmektedirler.
Onların bıraktığı bu izlenim içinde Avrupa Sol Partisi, EL ve onun üyeleri, başta PDS ve Rifondazione Comunista’nın söylemlerinin algılanması güçleşmektedir. (Bu durum son Avrupa Anayasasına hayır kampanyalarında ortaya çıkmıştı…)
İşte bu noktada Almanya’daki seçimlere geri dönmek gerekirse, Sol Parti seçimlere yönelik ne istediğini çok net ortaya koymuştu. Sol Parti, SPD’nin izlediği yolu deşifre ederek reform paketlerinin iptal edileceğinin ilanı ile net olarak üçüncü yolcu neo liberal siyaset katkılı, emek düşmanı, özelleştirmeci, adaletsizliği daha da büyüten, işsizliği, yoksulluğu çoğaltan ekonomi politikalarına cephe almıştı. Bu nedenle SPD ve Birlik Partilerinin partneri olamayacağı net olarak ortaya çıkmıştı. Yeşiller için de Sol Parti tehlikeliydi. Bir zamanlar militan şekilde Militarizme karşı olan Yeşillerin önüne Afganistan’daki Alman Birliklerinin geri çekileceği mesajı ile çıkılmıştı. Yeşiller ise buna karşı gelemezlerdi çünkü bu kararın altında imzaları vardı ki bu kararla birlikte Yeşiller Partisinde ciddi bir siyasi deprem bile yaşanmıştı. Sol Parti, küreselleşmenin mağdur ettiği herkes gibi çevreye de duyarlılık noktasında Yeşillere ciddi bir alternatif oluyordu. Yani Almanya’da Yeşillerinin sağa yanaşarak boşalttığı alana Sol Partisi adaydı. Bu noktada Yeşiller herkes ile koalisyon seçeneğini açık bırakırken, net olarak Sol Partili bir seçeneğe hayır demekteydi. Almanya’da, Yeşillerin, Birlik Partileri veya Liberallerin de içinde yer alacağı koalisyon seçenekleri ihtimaline kimse şaşırmıyor çünkü Yeşiller, son süreçte SPD ile birlikte izlediği politikalarla neleri yapabileceğini, nelerin altına imza atabileceğini ortaya koymuştu. Nitekim tabanı da bunu görmüş ve partiyi meclise giren en küçük parti olması ile cezalandırmıştı. (Bu yazı yazılırken Sol Parti içindeki sosyal demokrat gelenekten gelenlerin ‘sorumluluk’ çağrıları vardı. Birlik Partilerinin başta olacağı bir hükümete karşı SPD ile dayanışma yönünde yapılan çağrıların, şimdiden parti içi çalışmaları ısındıracağı belli olmakla birlikte, bu sonucu değiştirmez. Seçim sürecinde Sol Parti performansı ve sonuçların açıklandıktan sonra 4 partinin de Sol Partili koalisyonu reddetmesi, bu yazıya konu olan durumu anlatmak için yeterlidir. Dediğim gibi Sol Parti ve benzerlerinin parti içi koşulları ve çalışma biçimlerini başka bir yazıda değerlendireceğim)
Tüm bu tartışmalar ışığında yeniden Kıbrıs’a dönersek CTP-DP hükümetinin son yıllara damgasını vuran siyasetine alternatif kim ve ne? Kıbrıs sorununda alınan pozisyonlar artık siyasi farkları ortaya çıkaramıyor. (zaten ortaya çıkanların da yanıltıcı olduğunu yaşadığımız deneyimlerle görmüştük)
Tam bu noktada alternatif olarak ortada durduğunu ilan YKP’nin kendini ifade edebileceği üç olgu önümüzde durmaktadır; Kıbrıs’ın kuzeyinin 2006 bütçesi, Kıbrıs’ın kuzeyinin yerel seçimleri ve Kıbrıs Cumhuriyeti seçimleri…
Nasıl?

YKP ve kuzey üzerine çözümleme
Bazı şeyleri netleştirerek başlamakta yarar vardır. Kıbrıs’ın kuzeyi (aslında tamamı) ile Almanya’nın mukayese edilmesi imkansızdır. Almanya’daki seçim koşullarının hiç biri kuzeyde yoktur. Kıbrıs’ta ateşkes koşulları sürdüğü sürece de Kıbrıs’ın kuzeyinde demokratik seçimler yapılamaz. (dolaylı etkilerinden dolayı buna güneyi de katmak mümkündür)
Silahlı güçlerin varlığı ve sürekli politik pozisyon deklere etmeleri ile demokrasi silahların önünde diz çökmektedir.
Silahlı güçler tamamen siyasetin dışına çıkarılmadıktan sonra, sivil yerleşim birimleri içindeki askeri birliklerin varlığını devam ettikçe ve silahlı askeri törenler sürdükçe demokrasinin abcsinden bile kuzeyde bahsetmenin olanağı yoktur.
Bunun yanında Türkiye’nin buradaki açık ve kapalı müdahaleleri de demokrasinin olmayışının ispatlarıdır. Yıllardır uygulandığı şekli ile TC Yardım Heyeti, gerek ihaleye çıkarken gazetelere verdiği ilanlarla, gerekse de kendisinin bizzat bazı bölgelere direk yardımları ile belli bir nüfusu etki altında tutmayı sürdürmesi ve sürekli kendini hatırlatması bir müdahaledir. Bunun dışında buradaki Türkiye orijinli insanların sürekli olarak TC Elçiliği ile temasta olacak şekilde düzenlenen bürokratik işlemler de bu müdahalenin bir başka şeklidir. Bu iki kurum tüm Kıbrıslılara ama özellikle Türkiye orijinlilere kendisini fiziki ve duygusal olarak hatırlatarak karar süreçlerini etkilemektedir. Bu yüzden bu iki kurum varlıklarını sürdürdüğü sürece demokrasinin en basit halinden söz etmenin koşulu yoktur.
Buna bağlı olarak veya özel olarak da ele alınabilecek şekli ile Türkiye orijinli kişilerin vatandaşlığıdır. Bu noktada iki durum söz konusudur. İlki, savaş sonrası oluşan durumda Cenevre Sözleşmesine aykırı olarak Türkiye’nin buraya nüfus taşımasıdır. İllegal nüfus ile yapılan seçimlerin yasal olması düşünülemez…
İkinci konu ise bireylerin ‘anavatanları’ üzerinden kendilerini tanımlamalarıdır. Birçok kişinin tartışırken takıldığı ve algılamada yaşanan farktan ‘sağırlar diyaloguna’ dönen bir konuyu da bu başlıkla bağlantılı olduğu için kısaca açmak gerekir. Türkiye’nin buradaki müdahalesi tartışılmaya başlandığında hep dönüp dönüp 1974’ün ne kadar haklı olduğu anlatılmaktadır. Karşı söylem de işgalin olduğunu söyleyip durmaktadır. Ancak konunun işgal olup olmadığı ile ilgili bir sıkıntı yoktur. Son Irak olayında da yaşandığı gibi, uluslararası anlaşmalar her zaman ikili veya çok taraflı anlaşmaların üstünde olduğu için BM üyesi bir ülkeye başka bir BM üyesinin Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın müdahale etmesi yasaklanmış ve suç sayılmıştır. Ama BM’nin yapısından kaynaklanan sıkıntılar nedeni ile yaptırım olanağı zayıftır. Bu nedenle BM’nin güçsüzlüğüne bakarak Irak’ın veya Kıbrıs’ın işgale uğramadığı iddia edilemez. İşgal edenin her zaman kendine göre ciddi gerekçeleri vardır. Bu nedenle 2. Dünya Savaşı sonrası bu ‘kendince ciddi gerekçeleri’ sorgulama yeri BM olmuş, uluslararası kamuoyu önünde konular tartışılmıştır. Kıbrıs konusu da değerlendirilmiş ve onlarca kez işgal hükmü verilmiştir. Burada tartışacak fazla bir şey yoktur. Zaten BM içindekilerin de buna ciddi bir yaptırımları yoktur. Yaptırım noktası, 2. Dünya Savaşı sonrası mahkum edilen ve sonraki süreçlerde AB için de önemli bir değer olan irredentist (ülkenin kaybettiği toprakları geri isteme) düşüncelerin yasaklanmış olmasıdır. 1974, Türkiye için kaybedilen toprağın bir kısmının fetih ile geri alınması olarak algılanmış, hatta ‘keşke hepsini alsaydık’ bile diyenler olmuş, Türkiye kamuoyuna konu böyle lanse edilmiştir. ‘Binlerce şehit verdik’ dendiğinde atıfta bulunulan hep 1571 olmuştur. Bu anlayış yıllardır da sürmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun fethetti yerlerde kendi nüfusu taşıyarak yönetme geleneği de bu süreçte devam etmiştir. Bu yüzden, fetih fikri ve bu fikirden yola çıkılarak yapılan uygulamalara karşı gelmeden kimsenin kimseyi anlamasında olanak yoktur. İşte bu noktada taşınan nüfus önem kazanmaktadır. Taşınan nüfusun özel politikalarla birlikte ayrı bir grup olarak kalması sağlanmış, kendilerini Türkiye üzerinde de tanımlamayı sürdürmüşlerdir. Almanya seçimlerinde orda yaşayan bir Türk’ün söyledikleri önemliydi, ‘bunca yıldan sonra hala Türkiye bakarak burada tavır belirlenmesi utanç vericidir’…
Bu konuda yıllarca yapılan eylemliliklerin yeterli olması ana nedeninden de, eskisi gibi direk baskı metotlarına ihtiyaç duymadan, Kıbrıs’ın kuzeyindeki Türkiye orijinalli kişilerin büyük kısmının mobilize edilmesinin mümkün olduğunu yaşayarak gördük. Bu konunun en açık hali, Annan Planının referandumda yaşanmıştır. Çıkan sonuç yanıltıcıdır ve bunu algılamadan Kıbrıs’taki sorunu çözmenin koşulu yoktur. Yani Nüfusun yarısının dıştan gelecek algılamalara açık olması ve bunlardan doğrudan etkilenerek karar vermesi de nüfus konusunun ikinci yönüdür.
Son sorun da Kıbrıslı Türklerin kendileridir. Savaş sonrası son 30 yıldır adada kalanların birçoğu ortaya çıkan ganimet üzerinde yaşamış ve paylaşım mücadelesi yıllarca sürmüştür. Bu yüzden UBP hükümetlerinin devamlılığını yalnızca Türkiye orijinli nüfusa yada anti demokratik uygulamalara bağlamak da tam olarak doğru değildir. Bu yüzden savaş sonrası yağmalanan ganimetin (maalesef) bir kısmının geri verilmesi çözümün anahtarı olarak durmaktadır. (Maalesef kelimesi, tümünün geri verilmesi gereken hukuksal koşullarda, uluslararası kamuoyunun da kabullenmesinden bir kısmına dönüştürülmesindendir) Yağmanın ve haksız çıkarın bölüştürülmesi üzerine kurulan yapının dağıtılmaması, tersine bunu ‘daha iyi yapılacağı’ üzerinden siyasetin sürdürülebilmesinin koşulları kalmamıştır. Eğer gerçekten çağdaş, adil bir toplumsal düzen istiyorsak, Kıbrıslı Türklerin bu noktada yağmaya ve haksız çıkarın bölüştürülmesine son verecek ve suç olarak tanımlayacak ciddi dönüşüm projelerine ihtiyaçları vardır.
Tüm bu koşullar varlığını sürdürdüğü sürece Kıbrıs’ın kuzeyinde seçim ile değişimin olanağı yoktur. Benzer şekilde güneydeki seçimlerde de, farklı nedenlerle de olsa, değişimi getirecek koşullar yoktur.
Her ne kadar yasadışı olsa da kuzeydeki yapı insanların günlük yaşamlarına etki etmeyi sürdürmektedir. Zaten son dönemde yaşanan gerçek de, Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapının bir miktar makyaj yapılarak çözümden sonra da devam edeceğidir…
Gerek seçimlerde, gerekse günlük yaşamda insanlar siyasi tercihlerini ve saflarını belirlerken yukarıdaki gerçeklerin birçoğunu bilmelerine rağmen, bunları dile getirenlere yalnızca sempati ile bakmakta, desteklediklerini belirtmekte, ancak parti saflarına katılma konusunda kimi günlük yaşamdan gelen ekonomik nedenlerle, kimi de yağmanın ve haksız çıkarın paylaşımına bakarak karar vermektedir.
Annan Planı referandumunun sonrası süreçte, Kıbrıs sorunu için yapılabilecekler konusunda sözün bittiği süreç yaşanmaktadır. Kıbrıs sorununa ilişkin hiçbir açıklama siyasi oluşumları tanımlamak için yeterli olamamaktadır.
Yeni Kıbrıs Partisi için bu noktada, aydınlatıcı ve ileriyi tanımlayıcı açıklamalar dışında da yapılması gerekenler ortaya çıkmaktadır.
Kıbrıs’ın kuzeyinin ekonomisi, neo liberal uygulamalarla restorasyon sürecinden geçirilmektedir. Yılların getirdiği kapalı ekonomik koşullar ve sınırın kısmi açılması sonrası yaşanlar ‘refahın artması’ yönü ile birçok Kıbrıslı Türk için bir balayı sürecini andırmaktadır.
Ama sessiz sedasız ilerleyen, kamu yararı olan kurumların parçalı yada tümden özelleştirilmesi, bütçenin neo liberal uygulamalara daha çok yer verecek şekilde düzenlenmesi, yatırımların bu düzenlemelere göre yeniden planlanmasıdır.
Her yerde olduğu gibi bunların meyvelerini tıpkı Yunanistan’da, Almanya’da, Fransa’da olduğu gibi üç beş yıl sonra işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımda daha fazla adaletsizlik, daha çok parası olmayanın okuyamaması, sağlık hizmeti alamaması, daha kısıtlı ulaşım olanağından, daha kalitesiz iletişim olanaklarından yararlanması olarak toplayacağız...
Bunun için ilk yapılması gereken, ‘sol’ patentli bu hükümetin uygulamalarının deşifre edilmesidir. Bunun için de bütçe görüşmeleri önümüzde güçlü bir olanak olarak durmaktadır.
2006’da iki de seçim vardır. Kuzeydeki yerel yönetimler seçimi hem, tabandan gelen demokrasinin, yerelden yönetimin anlatılması, hem de neo liberal politikaların deşifre edilmesi için kullanılabilecek niteliktedir. Güneydeki seçimler de, benzer şekilde, itirazsız neo liberal politikaların uygulayıcısı ve Irak işgalini ve savaşı destekleyen AKEL’in deşifre edilmesi ve tüm Kıbrıslıların partisi sloganına sahip çıkma anlamında önemli bir olanaktır.
Bu noktada YKP’den beklenen sürece hazırlıklı olmasıdır. O yüzden parti bunun için tezlerini ve teorik birikimini zenginleştirmeli, kadrolarını bu sürece hazırlamalıdır. Diğer koşullarda YKP, Kıbrıs sorununda doğruları söyleyen ama etkisi çok kısıtlı bir oluşuma dönüşecektir.

Not: Bu yazi 30 Eylül, 7 Ekim ve 14 Ekim 2005 tarihlerinde 3 bölüm olarak Yeniçağ Gazetesinde yayınlanmıştı...

Almanya Sol Partisi üzerine ek
Sol parti üzerine
SPD’den, Yeşiller’den kopan sol üyeler, PDS’in muhalefetinden memnun olmayıp da partiden ayrılanlar, sendikacılar, ağırlıkla sosyal hareketlerde faaliyet yürüten aktivistler, değişik sol/sosyalist grupların katılımıyla yeni bir partileşme süreci başlattı ve 2005’in başlarında İş ve Sosyal Adalet-Seçim Alternatifi (Wahlalternative Arbeit und Soziale Gerechtigkeit-WASG) adıyla sol bir parti kuruldu. WASG, sosyal hakların kısıtlanmasına ve neo-liberal politikalara karşı sosyal politikaların uygulanması için mücadele edeceğini ilan etti.
NRW Eyalet seçimlerine iki sol partide katıldı. Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) yüzde 0.9 oy alırken, girdiği ilk seçimde WASG yüzde 2.2 oy oranına ulaştı. Lafotaine, PDS ile WASG’nin oluşturacakları ittifak için aday olacağını açıklayarak: “Schröder hükümetinin daha fazla sosyal çöküntüye yol açmasını engellemek için mücadele edilmesi gerektiğini, İşçilerin ve emeklilerin çıkarları için böyle bir mücadelenin kaçınılmaz“ olduğunu söyledi. Gregor Gysi de aday olacağını açıklayınca, Gysi ve Lafontaine bir araya gelerek, görüşmeler yaptılar ve ittifak istediklerini açıkladılar. Komisyonlar kuruldu ve her iki partinin yöneticileri biraraya gelerek, birlik tartışmalarına başladılar. Almanya’daki seçim sistemi iki partinin ittifakına olanak vermiyor. Tek Parti adı altında seçimlere gidilmesi için her iki Parti Kongrelerinde kararlar alındı ve SOL PARTİ'ye 3 Temmuz’da WASG’nin, 17 Temmuz’da PDS Kongresinde delegelerin büyük bir çoğunluğu " birlikteliğe evet" dedi....
PDS adını değiştirdi, Linkspartei. (Sol Parti.) adını aldı, dileyen örgütler PDS -WASG adını da kullanabilecekler. Milletvekili adayları belirlenmeye başladı, birinci sıra adayları ise, Oscar Lafontaine ve Gregor Gysi oldular. Ayrıca PDS ve WASG yöneticileri seçimler sonrasında da birlikteliklerini sürdürmekte kararlı olduklarını ve iki yıl içerisinde Almanya solu için yeni bir politik projeyi hayata geçireceklerini de açıkladılar ve 18 Eylül 2005 seçimlerine katıldılar. Ancak tüm Eyaletler de Sol Parti olarak değil, Örneğin, Brandenburg, Mecklenburg, Berlin, Schleswig-Holstein, Niedersachsen, Sachsen, Hessen, Türingen gibi 8 Eyalet de Sol parti olarak değil, PDS olarak seçimlere katıldılar.

Almanya’da Sol Parti ne istiyor?
Sol Parti 18 Eylül’den sonraki ilk 100 gün için acil programını açıkladı. Programın Evrensel Gazetesinde 12 Eylül 2005 tarihinde yayınlanan özeti:
Hartz IV geri alınmalı: Sol Parti, işsizlerin parasının kesilmesine neden olan, her türlü işi yapmaya zorlayan, evlerinden taşınmaya neden olan Hartz IV Yasası’nın geri alınmasını istiyor. 18 Eylül genel seçimlerinden sonra parlamentodaki olası güç dengelerini de göz önünde bulunduran Sol Parti, Hartz IV Yasası’nı işlevsiz hale getirecek değişiklikleri içeren bir yasa taslağını parlamentoya sunacak ve karar altına alınması için mücadele edecek.
Ordu derhal Afganistan’dan geri çekilmeli: Sol Parti, ordunun zaman geçirmeden, derhal Afganistan’dan çekilmesini talep ediyor. Federal Parlamento’ya özel bir önerge sunacak olan Sol Parti, ordunun birliklerinin tekrar Almanya’ya dönmesiyle birlikte doğacak maddi kaynakların Afganistan’ın demokratikleşmesine ve kalkınması için sunulmasını istiyor.
Asgari ücret yürürlüğe girmeli: Sol Parti’nin en önemli bir hedefi yasal olarak asgari ücretin yürürlüğe konulması. Asgari ücretle, özellikle kalifiyesiz ve alt ücret gruplarında çalışan ve kaçak çalışmaya zorlanan kesimler korunmalı. Sol Parti, asgari ücretle çalışanların sosyal sigortalara aidat ödememesini de savunurken 1400 Avro brüt asgari ücret talep ediyor.
Daha fazla doğrudan demokrasi: Sol Parti, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı çıktığı gibi “daha fazla doğrudan demokrasi” için yasa taslağı hazırlıyor ve sunacağı yasa taslağında önemli görülen bütün kararlarda halk oylamasına gidilmesi yer alacak.
Yoksulluğa karşı mücadele: Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya’da 1.7 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşıyor! Bu nedenle Sol Parti, ilk etapta “Çocuk parasının işsizlik ve sosyal yardım parasından bağımsız ödenmesini” talep ediyor.
Doğu-Batı Almanya eşit olmalı: Sol Parti’nin Doğu ve Batı Almanya arasındaki adaletsizliğin son bulması için özel girişimleri olacak.
Vergi adaleti: Parlamentodaki partiler geniş işçi ve emekçi yığınlarının alım gücünü düşürecek KDV artışını planlarlarken Sol Parti, KDV’nin belli mamuller ve hizmetler için yüzde 7’ye düşürülmesini talep ediyor.
Gençlere meslek eğitim yeri: Almanya’da her yıl olduğu gibi bu yılda 300 bin genç, meslek eğitim yeri bulamadığı için sokakta kaldı. Özelikle işsiz olan 600 bine yakın gencin çoğunluğu vasıfsız. Sol Parti, meslek eğitim yeri sunmayan bütün işletmelerin “meslek eğitim harcı” ödemelerini talep ediyor. Elde edilen bu parayla gençlere meslek eğitim olanağı açılacak.
Eğitimde fırsat eşitliği: Almanya’da eğitimde fırsat eşitliği tarihe karışıyor. Son yıllarda giderek, parası çok olanların çocukları daha iyi okuma koşullarına sahip hale geliyorlar. Sol Parti, üniversite harçlarının kaldırılmasını, eğitim standartlarının her yerde aynı olmasını talep ediyor.

9 Ekim 2005

Tehlikeli kanıksamalar

Kıbrıs’ın kuzeyinin nisyanları çok önemlidir…
Her koşula çok çabuk adapte oluyoruz, hep bir önceki süreci unutuyor, ağzımızdan çıkanları hatırlatanlara tuhaf tuhaf bakıyoruz.
Sarı sendikacılık neydi?
Uzun dönem Türk-Sen sarı bir sendika damgası yemişti, neçin?
Kamu-Sen de bir sarı sendika idi, neçin?
Hatırlayan nisyan hastalığına tutulanlara hatırlatsın deycem ama hatırlayan bulmak zor…
Yani Kamu-Sen, Kamu-İş UBP’ye yakın isimlerin hakimiyetinde, UBP de hükümet olduğunda bu ‘sarı’ yakıştırılmasını hak ediyordu da, UBP çıkıp yerine CTP girince, KTAMS’ın başkanı bizzat CTP milletvekili olunca neçin hak edemiyor?
Dev-İş, Türk-Sen ile yıllarca sarı sendikacılık üzerinden polemik yaptıydı, şimdi tüm söylediklerini yeniden okusalar acaba kendilerine ayni tanımı yapabilecek cesarette miler?
Sivil toplum hareketinin hükmedenlerden ayrışmasını bizzat onun doğasından gelen bir şeydir ama Kıbrıs’ın kuzeyinde bizzat hükmedenler paraları ve olanakları ile İnsan Hakları Vakfı ve Demokrasi Vakıfları oluşturabilmektedirler. Onların oluşturduğu vakıflar kendilerini sorgulayabilecek yetenekte miler? Sivil toplum hareketinin genel prensibi güçsüzü güçlüye, mağduru suçluya karşı korumaktır. Eğer hükmeden kendi sivil toplumunu kurmaya başladıysa güçlü olan birey mi? Peki bizi hükmedenden kim koruyacak?
Yaşamın her alanı işgal altında, her bir hücresi hükmedenler tarafından kontrol edilmeye çalışılıyor. Ülke, gördüğü ve görebileceği en büyük çevre felaketi ile karşı karşıya. İnşaat sektörü ve yeni yol yapımları adeta çevre katliam törenlerine dönüşürken, KTMMOB nerde? Yeşil Barış Hareketi Başkanının siyasi kimliği ile sessizliklerinin ilişkisi var mı? Yani Girne yeni çevre yolunun ‘çevre etki raporunu’ sormak çok mu zor? Yapılacak her yeni inşaat için çevre raporu talep etmek çok mu komplike süreç? Yoksa rant ve komisyonlar iyi bölüşüldüğü için ortada sorun mu yok?…
Eğer suçu işleyen ‘bizimkilerse’ suç değil, eğer suçu işleyenler ‘diğerleri’ ise ile kavga mı?
Bizler sivil toplum desek de Avrupa’dakiler NGO demişler yani hükümet dışı organizasyonlar, yani dolaylı veya direk hükümetle bağlantının olmaması, yani aslında Kıbrıs’ın kuzeyinde bugünlerde nadiren az bulunan bir şey…
Dediğim gibi bu tip şeyler geçmişte olduğunda ortalık kalkıp kalkıp otururdu ya şimdi?
CTP’li kadroların hükmetmedikleri yada pasifize etmedikleri kim kaldı? Gazeteler dolaylı veya direk baskı altında, sendikalar, sivil toplum örgütleri, aydınlar, yazarlar çoğunlukla susmuş durumda. Yani her şey o kadar düzgün ki söyleyecek hiç mi bir şey yok?
CTP liderliği sivil toplum yaşamını yok ederken yada hükmedenlere bağımlı hale getirerek yarattığı tahribatın suçunun farkında olmayabilir ama bu hareketten gelenler de mi görmüyor?
Sivil toplum işgal sürecinde son kale de yakında düşüyor. CTP’den farklı siyasi partilerden ayrı, ciddi alternatif yaratan Ticaret Odası yakında CTP’nin kontrolüne geçecek ve susturulacak. Yani adı başka, sesi başka yeni bir Salih Boyacı oturtulacak KTTO’nun başına…
Hayırlı mı olsun demek düşer bize, yoksa bir yerden direniş başlamalı deyip Ticaret Odası Genel Kurulunu direniş mevzisi mi kabul etmeli bilinmez…
Son kale de düşerken, ilerici aydınlara sivil topluma sahip çıkma görevi düştüğü kesin ama hükmedenlere karşı, bildiri diplomasisi yapmaktan başka gündemi olmayanların bunu yapması da zor gözüküyor…
Acaba bir yerden hareketi başlatmak mı en iyisi? Bu bir yer yoksa KTTO Genel Kurulu olmasın!?