31 Mart 2006

Nolacak şimdi!

Bütün hayallerimiz yıkıldı..
Ne güzel sol nerde başlar, sağ nerde biter bilirmiş gibi yapardık, ‘bütün suçlu Denktaş’ deyip işin içinde sıyrıldığımız günleri özler olduk, diyeceğim ama biz yıllardı Kıbrıs’ın kuzeyindeki durumu anlatıp durduk, kimse bizi dinlemedi, şimdi anlatsak anlaşılır mı bilmem…
YBH sürecinin ilk nurtopu gibi krizi 2000 cumhurbaşkanlığı ikinci turu seçimi öncesi yaşanmıştı, Denktaş ve Eroğlu arasından seçim yapmamız için baskı altındaydık. Kaderin cilvesine bakın ki, Eroğlu esrarengiz bir şekilde çekilmiş ve parti içi kriz birkaç yıllığına buzluğa konmuştu.
O gün “Eroğlu yönünde” tavır belirleyenlere anlatmaya çalıştığımız, tam da kendini bugün ispatlandı. Bugün, görüntü olarak Eroğlu’ndan bile daha iyi olan bir acenta başına sahibiz ama yaşadıklarımıza bakın!
Kıbrıs’ın kuzeyinde yıllardır eleştirisini yaptığımız hiçbir şey değişmedi, her şey yerli yerinde, tek değişen avukatlar ve savunma şekli…
Dava “ayrı devlet”i korumak ve sürekli kılmaktı. Zamana oynayarak, gerginliği sürekli kılarak, milliyetçi, şoven politikaları sürekli canlı tutarak hem diğerini sürekli taciz altında tutma, hem de kendi toplumunu milliyetçi bir histeri ile diğerine karşı kışkırtarak yönetme, ne değişti?
Kıbrıs’ta ateşkes koşulları 77-79 Doruk antlaşmaları ile sonlanmış olması gerekmekteydi çünkü biz bu sorunu zor kullanmadan görüşmeler yolu ile çözmeye karar vermiştik, o zaman en azından bugünkü yönetici olduğunu iddia edenler bunu hayata geçiremezler mi? En azından sınırlardaki gerginliği ortadan kaldırıp, ordunun kırmızı alarm pozisyonu normalleştiremezler mi? Peki bunu dahi yapmamalarına rağmen hala nasıl barışçı olabilirler?
YKP askersiz Lefkoşa kampanyası başlattı, paramiliterlerden önce niçin Soyer açıklama yaptı hala anlamadım, anlayan varsa anlatsın, o zaman askerden çok askerin destekçisine nasıl ‘barışçı’ diyebiliriz ki?…
Tam bu kadar şey ben anca kaldırırım diyecektim ki Abdüllatif Şener teşrif buyurdu bir açılış için ve bu açılışların birinde TC Başbakanının bizzat UBP başkanını arayarak Mülkiyet Yasası ile ilgili yüksek mahkemeye gitmemelerini istediğini söylediğini söyledi, yani ‘UBP, TC’ye rağmen yüksek mahkemeye gitti’ gibi bir durum çıkıyor ortaya. Burada iki durum var, bir böylesi bir açıklama normal bir ülkede olsa günlerce bunun ‘içişlerine bariz bir darbedir’ tartışması yapılırdı, kimsenin umurunda olmadı. Ama AİHM karar alıp burası Türkiye’nin bir alt yerel yönetimidir deyince kıyametler kopuyor. Bu nasıl bir davranış biçimidir ki TC Başbakanını arayıp emir vermesini normal, buna bakarak ‘Türkiye’nin bir alt yerel yönetimi’ olunduğunun kayıt altına alınması ayıp olabilir?
İkincisi ki herkes bunu unutmak istiyor ama UBP Mülkiyet Yasasını hep hükümet ortaklığı ile birlikte değerlendirdi, hükümete girmesi halinde yasaya mecliste evet bile diyebileceği söylentileri ayuka çıktı ama anası hükümete girmesini uygun bulmayınca anasına bile karşı çıkıp hem mecliste hayır dedi, hem de iptal için mahkemeye gitti. UBP şimdiye kadar hep iki zemin üzerinde de oynamayı kendine ‘ilke(sizlik)’ olarak belirledi. Bir yandan hükümet olanakları ve onun paylaşımı, diğer yandan radikal sağ bir parti. Hükümette olduğu sürece önüne ne konduysa, hiç ölçüp biçmeden evet derken, dışarıdayken milliyetçilik adına yapmadığını bırakmıyor…
Hade UBP böyle de BDH tamam mı? Hatırlayanlar var mı bilmem, Akıncı’nın hükümete girip, dışişleri bakanı olması yatınca nasıl demokrat kesilip solculuğunu hatırlayıp muhalefet yaptığını unutanlara bir kez daha hatırlatalım…
Peki TKP’yi nasıl tanımlayacağız? Çok uzun bir zamandır Denktaş’ın özel avukatlığını yapıp, çözüm isteyenlere belden aşağı da hakaretler savuran biri ile yüksek mahkemeye mülkiyet yasası için iptal davası dosyalanmasını kim, nasıl açıklayacak?
BKP’de içi tartışmalar sürerken İzzet İzcan’ın ‘KKTC’yi savunmak suç mı?’ cümlesi?
Ankara’nın en iyi partisi CTP, Ankara ile kavgalı UBP, AP milletvekillerine yumurtalı gösteri düzenleyecek kadar radikalleşip, saç kesimini ile Ortadoğu’daki Baaz Partisi üyelerine benzeyen başkanları ile DP, TKP, BKP ve diğerleri…
Kıbrıs’taki siyasi arena bilim kurgu filmlerinde görmeye alıştığımız nükleer savaş sonrası hali andırmaktadır. Her yer yıkılmış ve ortalıkta mutasyona uğramış canlılar dolaşmakta, yani tam da bizim siyasi ortamı anlatan sahne…
Peki n’lacak şimdi?

24 Mart 2006

Yeni bir Kıbrıs’ın inşası

Totaliter rejimlerin en önemli özelliğidir ‘emre itaat’… Yöneten, birçok neden sıralayarak emirlerine itaati zorunlu kılar, bunu zaman zaman zor yoluyla da hayata geçirir.
Yöneten için her şey aslında bir nevi gerekçedir ama yönetene karşı yönetilenin davranışları öncelikli önemlidir. Yönetenin yarattığı davranış biçimlerine uyma zorunluluğunu, diğerlerine dayatan ‘yönetilen’ tipi en sık rastladığımızdır aslında…
Kıbrıs sorunu öyle bir havaya büründürüldü ki gerçek nerden başlar, kimin neyi savunması etik artık anlaşılmıyor.
YKP, askersiz Lefkoşa’yı önerdi ve ilk karşı çıkanların başında CTP geldi, DİSİ askerliğin RMMO’da 14 aya düşürülmesini önerdi, ilk karşı çıkan AKEL oldu. Sola mı düşerdi militarizmi savunmak?
Yalnızca bununla da kalsalar iyiydi. Kıbrıs sorununda, ana iki tarafın sözcüsü durumuna düştüler yani statükonun birincil avukatı oldular, sola mı düşerdi statükoyu savunmak?
Sol yanında hep ilericilik kelimeleri ile tanımlanır oldu, statik durumları savunmak solun değil sağın görevi oldu, statik durumun, statükonun savunulmasının militarizme havalesi de sağın uzmanlığı ola geldi, solun değil, o zaman AKEL ve CTP hala sol mu?
Bazıları “ama parti içinde hala ilerici kadrolar var” itirazına da itirazım var. Eğer parti sağa kayıyorsa ve sen de bunun içindeysen, bir şey yapmalısın. Ama ilk cümleye geri dönmek gerek, parti içi disiplin diye başlayan teorilerden sıyrılıp emre itaat etmeden her türlü totaliter yapıya karşı susmama hakkının savunulması gerekir. Bunun için de zemin vardır. CTP ve AKEL’in örgütsel dokümantasyonu partiyi gerekli yere çekmek için yeterlidir ama önce emre itaatsizliğin yaşama geçmesi gerek.
Bundan önce kaç kez planların, raporların özellikle bizim liderlik tarafından red edildiğini bilenler olarak en azından, ilk kez bir şeye evet dedik diye yaratılan bu abuk subuk havadan kurutulmaya bakmamız gerek. Bu hava iki tarafta yalnızca şovenizmi yükseltiyor, bunu anlamamız gerek ve hayırın önemli gerekçelerinden birinin hala daha masada durduğunu unutmamız gerekiyor; kim Annan Planının 18 yıl uygulanacağını garantisini veriyor? Anlamamız gerek Annan Planı bir antlaşmadır ki Kıbrıs sorununu 18 yılda çözeceğiz, ama kimse bize günün sonunda barışacağız garantisi vermiyor. Barışı ancak bizler sokakta inşa edeceğiz, Kıbrıs’ta yaşan her birey olarak, Kıbrıs’ı anayurt olarak kabul edenlerle… Ama bu sürece giderken geçmemiz gerek safhaların da varlığını bilmemiz gerek. Federasyon yada adına ne derseniz bu aşamalardan biridir ve tam olarak kurulabilmesi için öngörülen 18 yıldır, kim garanti veriyor bunun kazasız belasız atlatılacağına? Kim silahsızlandırma takviminin hiçbir engele takılmadan tamamlanabileceği garantisi veriyor? Kim toprak ayarlanmasının sorunsuz olarak tamamlanabileceğine inanıyor?
Özellikle referandum sonrası yaşadıklarımızdan benim güvenim yalnızca Türkiye’ye değil, Kıbrıslı Türk liderliğine de kalmadı.
Özellikle Askersiz Lefkoşa kampanyası ile yaşananlara bakarak, paramiliter yapılar fink atıp bizi tehdit ettiği, askeri kurumların aba altında sopa gösterdiği koşullarda, sol diye kendini tanımlayanların sürecin tartıştırılmasına bile karşı çıkmaları ile neyin güvenini verebilirler ki?
Tüm Kıbrıslı Rumlara ait mülklerin referandum sonrası acımasızca yağmalanmasına bakarak biz, Kıbrıslı Türkler gerçekten çözüm istiyor muyuz? Bu yağmadan daha fazla para elde etmek için çevre katliamları, meslek ilkelerinin çiğnenmesi karşısında tüm kurumları ile susan KTMMOB, Müteahhitler Birliği, Çevre Mühendisleri, İnşaat Mühendisler falan diye giden, dahasının da sayılması muhtemel sivil toplum örgütlerine mi güvenerek yeni bir Kıbrıs’ı yaratacağız.
Girne’de artık beton olmayan metre kare bulmak imkansız. Hatta bazı müteahhitler işi o kadar abarttılar ki kamuya ait yolların iki tarafına binalar yapıp site ilan edilip Girnelilere yasaklandı. Girnelilerin giremediği sokaklar var artık Girne’de…
Böylesi orman kanunlarına ses çıkarmayanlar mı Annan Planındaki 18 yılın sorunsuz geçilmesini sağlayacak?
Her küçük bahaneyi bile şoven açıklamalar için gerekçe sayan CTP ve AKEL yöneticileri mi çözümün anahtarı olabilecek?
İki tarafta yalnızca şovenizm değil, paramiliter grupların çalışmalarında da ciddi artış vardır. Bir kez daha çağdışı yaratıkların mağaralarından çıkışları gibi, ölüm kokan nefesleri ile aramızda serbestçe dolaşmaya başladılar tüm gerici düşünceleri ile... Irkçılık hiçbir zaman, özellikle bizim gibi küçük bir adada huzuru getirmedi, getiremez. Ama sorun bu değil, çözümü savunanların bunlara karşı duyarsızlığı en tehlikeli olandır…
Yani çok olumlu düşünmek için fazla gerekçemizin olmadığı dönemlerden geçiyoruz.
Zor zamanlarda, zor görevleri kaldıracak örgütlere ihtiyaç var.
Yeni Kıbrıs Partisi, her üyesi ile bu sürece hazır olmayı bilmeli ve artık eleştirme, deşifre eylemleri için zaman tükendi. Yeni bir Kıbrıs’ı kuracak olan bu kadrolar olacak. Askersizleşmeyi, uluslararası hukuğa uygun bir rejimin yeniden tesisini kuracak olan da bu kadrolar olacak. Gerekirse illegal yapıların feshini sağlama işi de YKP’nin kadrolarınındır.
Artık söz, eleştirme zamanı tükendi çünkü görev artık net şekilde YKP’nindir.
Şimdi, yeni bir Kıbrıs’ın inşasına başlamak gerek…

17 Mart 2006

Yasaksız düşler

Şubat ayının başında askersiz Lefkoşa kampanyasını başlattık. Süreç, istediğimiz hızda olmasa da giderek büyümektedir.
İki kitle toplantısı gerçekletirdik, üçüncü için çalışmalarımız önemli bir noktaya geldi.
Çeşitli destek mesajları da gelmeye devam ediyor, yani kampanya destekleri ile birlikte büyümektedir…
Bu süreç içinde en çok üstünde durup açıklama yapmak zorunda kaldığımız “mümkün mü?” sorusu oldu…
Evet, mümkün…
Arkasından gelen sorular “yani gerçekten mümkün olduğuna inanıyor musun?”…
Evet diye başlayan cevaplarımıza hem Türkçe hem de Yunanca konuşan Kıbrıslılar, tebessümle karşılık veriyor. Kimi hayalci olduğumuzu söylüyor…
Toplantılarda örgüt temsilcileri bunun “mümkün” (!) kılınması için öneriler sunuyorlar, yapılmaması gerekenleri, olanaklı olanları sıralıyorlar…
Ama istemenin, hayalini kurmanın büyüsünü kimse hatırlamıyor…
Evet, askersiz bir Lefkoşa istiyoruz, nasıl mı?
Tüm askeri birliklerin Lefkoşa’yı terk etmesi ile, mümkün mü? Evet on binler isterse mümkün ama önce beyinlerimizdeki ‘sus emirlerine’ itaat etmemeyi öğrenebilirsek…
Biz iktidar değiliz, nasıl yapacaklarına, bu askeri nereye koyacaklarına kendileri karar versin, biz istiyoruz…
Bu ülkenin yurttaşları, askeri gerginliklerden yeterince çekmiş bireyler ve namlunun ucunda yaşamaktan usananlar olarak bu gerginliğin sona erdirilmesini talep etmemiz hiç de zor değil… talep edebilmek için önce böylesi bir Lefkoşa’nın düşünü kurabilmek, her metre karesine onlarca silahın düştüğü bu coğrafyada bunlarsız da yaşanabileceğini hayalini göz önüne getirebilmek gerek…
Her mücadeleye umutla girilir, yenilmek kesin bile olsa, kazanacak gibi mücadele edilmeli, her yenilgi bir sonraki mücadelenin nüvelerini içinde taşımalı ve zafer elbet tüm yenilgilerin sonunda zor da olsa gelecektir, çünkü hayali kurulmuş bir dünya için çıkılan bu yolculukta kimse umudu olanları yenemez.
Ama önce beyinlerimize geçirilen prangalardan kurtulmamız gerek, önce askersiz bir Lefkoşa’nın hazını hayallerimizde yaşamalıyız, önce silahların gölgesinde susturulan özgürlük taleplerimizi ayağa kaldırmalıyız, önce iktidara karşı emre itaatsizlik yapmalıyız…
Bizler böylesi bir yaşama mecbur değiliz, hiçbir zor sonsuz değildir. Bizleri güçleri ile sindirmiş olsalar bile hiçbir karanlık sonsuz değildir ama önce karanlığa karşı bir mumun bile neleri gerçekleştirebileceğini anlamalıyız.
Evet, askersiz Lefkoşa mümkün, umudu ve barışı Lefkoşa’da yeşerterek başlayacağız yeni yaşama, ve onu önce tüm Kıbrıs’a, sonra tüm dünyaya taşıyacağız…
Silahlarını nere isterlerse oraya götürebilir ama Lefkoşa’da olmayacaklar çünkü askersiz bir Lefkoşa’da barışın, toplumlararası güvenin tohumlarını ekeceğiz, yurttaşların kendi şehirlerini kendilerinin planlayabilmesi koşullarını yaratacağız ve bunun için sonuna kadar mücadele edeceğiz…
Evet, askersiz Lefkoşa mümkün, yeter ki ‘olanaklı olan’ diye dayatılan bugünün iktidarların büyülü teorilerine kapılmayalım…
Net olarak anlamamız gereken, ortasında insansız bölgeleri ile, bölünmüş olarak yaşamaya hiçbir kent gibi Lefkoşa da mecbur değildir.
Bu olabilir mi diye hala daha kuşkusu olanlara,
evet, biz kazanacağız çünkü askersiz bir Lefkoşa’nın hayalini kuruyoruz…

10 Mart 2006

Sahte yaşamlar

Bir kez daha gündemi belirledik…
‘Askersiz Lefkoşa’, üzerinde konuşulması, açıklama yapılması gereken konulardan biri oldu. Taraflar pozisyonlarını almaya başladılar…
Solculuğu kendi kendilerine layık görenler taraf bile oldular, askersizleşmeyi çözümden sonraya attılar, gerekçeler ürettiler. Birkaç hafta önceki yazımızda bu kampanyanın turnusol kağıdı olacağını söylemiştik, ki bizi bile şaşırtacak hızda yazı kendini doğruladı.
Burada sorun olan aslında, hükümetçilik oyunu değil, kraldan çok kralcı olunmasıdır. Askerler daha soruna taraf olmadan, bir solcu parti onlardan önce davranıp pozisyon belirlemesi dikkat çekici bir unsurdur ama bunu ne güneydeki ne de kuzeydeki bazı dostlara anlatabilmek çok kolay olmuyor her zaman…
Bir dönem gelir, o dönemdeki söylemlere bakarak herkes koca koca ünvanları layık görür kimilerine…
Hala daha İnönü’nü Meydanındaki eylemleri devrim olarak niteleyenler var, çünkü bakmayı bilmiyoruz…
Nasıl bir devrimdir ki, hala statükonun bütün kurumları yerinde durabiliyor? Hala daha TC Elçiliği bütün yetkileri ile geçen dönemi aratmayacak şekilde çalışmalarına devam edebiliyor, TC Yardım Heyeti bütün ağırlığı ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki tüm ekonomik ve siyasi yaşama hakim oluyorsa, neyin değişimi?
YKP’nin 90’lardaki söylemini hatırlayanlar bilecekler, hep sahnenin arkasına atıfta bulunurduk, sahneniz önündeki oyunu değil, arkasındaki oyunu anlatırdık insanlara… bir dönem sahnenin önündekiler yeterince sürece hakim olamadılar ve arkadakiler tüm çıplaklığı ile çıkmışlardı sahneye, tekrar kendileri için uygun ‘huzur ve güven’ ortamını oluşturup çekildiler yerlerine, sahne gerisinden yönetmeye devam ediyorlar her şeyi gene. Ama görünmedikleri için kimse onları hatırlamıyor…
Eskiden ‘KKTC tanınsın’ denmekteydi, şimdilerde direk ticaret deniyor, peki direk ticaretin anlamı nedir? Farklı kelimelerle de olsa KKTC mühürü ile, KKTC makamlarının kontrolünde ticaret anlatılmaktadır. Peki böylesi bir ilişkinin anlamı tanınma değil mi? Perdenin gerisindekiler söylem ve avukat değiştirdiler, siyaset değil, ama biz hala yalnızca Rum’a sövmeye devam etmekteyiz anlaşma istemez diye…
Bir grup insan Mayıstaki Kıbrıs Cumhuriyeti için başvuru yaptı ama onlar da Türkçe konuşmuyorlar. İçişleri Bakanından resmen Kıbrıs’ın kuzeyinde de yetkisini kullanarak seçim yapmasını istediler, nasıl mı? Herkes bulunduğu yerde oy kullanması gerektiğine göre, bize seçme seçilme hakkı tanınırsa, oyumuzu nerde kullanacağız? Herkes bulunduğu yerde kurulacak sandıklarda kullanacaksa, bu sandıkları kim kuracak? Başvuruya bakarsanız talepte, Hristu’nun gidip, Kıbrıs Cumhuriyeti yurttaşı Girneliler için Girne’de sandık kurması isteniyor, yani Hristu’nun yetkilerinin Girne’de bittiğini kabul ediliyor. Ne güzel. Keşke kuş gribi de ortaya çıktığında Kıbrıs Cumhuriyetinin Sağlık Bakanın yetkilerinin İncirli Köyünde geçerli olacağını hatırlasalardı… Evet, bugünkü uluslararası hukuğa göre Hristu’nun yetkileri Yeşilırmak’tan Karpaz’a tüm kuzeyi de kapsar ama de-fakto durumdan dolayı bunun işlemediği de gene uluslararası hukuğunun bir yorumudur. Bu konuda bizim sorunumuz yoktur da acaba Akıncı ve Erel’in de mi yoktur? Akıncı mutlaka Özkan Murat ve Hristu arasında tercih yapması gerekir, eğer her ikisi de İçişleri Bakanı ise bu ne garip ülkedir? Bilim kurgu filmlerde çok gördüydük, iki üç adet güneşi olurdu gezegenlerin, bizimkinin de 2 adet İçişleri Bakanı var ne güzel? Akıncı, akıllı bir siyasetçi, hangisinde kendine koltuk verirlerse ona oturacak, ne fark eder ha KKTC İçişleri, ha KC, onun için hiç farkı yok…
Her şeyimizde tuhaflılar kendini gösteriyor. Yapılan araştırmalarda kadının özellikle ailenin içinde şiddete maruz kaldığı, zorla cinsel ilişkiye zorlandığını net şekilde ortadayken, gece kulüpleri mantar gibi çoğalıp parasını verip isteyip istemediğine bakmaksızın ‘paralı tecavüzler’ yaygınlaşırken bir tecavüz için sokaklara dökülebiliyoruz. Sokağa dökülüp tepki vermek sorun değil ama hergün yaşanan ‘doğal tecavüzler’ (!) içinde, yani evindekini, komşusundakini, gece kulübündekini yok sayıp sokakta eylem yapanlar gerçekten tepki mi veriyor?
Çözümden bahsedip ne kadar Rum malı varsa yağma ediyoruz, barıştan bahsediyor ama askere toz kondurmuyoruz, neyimiz gerçek, neyimiz samimi bilen var mı?
Bunca maske ile, bunca mış gibiler arasında gerçek nerde başlar bu ülkede bilen var mı?

3 Mart 2006

Unutma Üzerine

BKP süreci üzerine bir şey yazma niyetinde değildim ama tartışmaların sanki de yeniymiş gibi kamuoyuna sunulması ve bunun bu şekilde yer etmesi nedeniyle ele alınması zorunlu konu oldu.
Her şeyi çok hızlı unutuyoruz, her şeyi çok hızlı yok sayıyoruz. Sanırım balıkların bile bizden daha uzun süreli hafızları var...
BKP, daha doğru ifadesi ile İzzet İzcan’ın son dönemdeki politik seyrini izleyenler ve ‘unutmayanlar’ yaşananların hiç de yeni olmadığı görürler.
Tabi son dönemde yapılan tartışmalarda, 1998-2002 yılları arasındaki Yurtsever Birlik Hareketi deneyimi yok sayılmakta, sanki hiç yaşanmamış olarak kabul edilmektedir.
1998 yılındaki seçimler hariç, 2002 yılına kadarki tüm seçimlerde YBH içinde sorunlar baş göstermiş, seçimlerin ardından gene tüm ilişkiler normalleşmişti. Her seçim dönemi öncesinde İzzet İzcan ve ekibi bir ittifak önerisi ile gelmiş yada mesela 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda Denktaş’a karşı Eroğlu’nun desteklenmesi gibi öneriler geliştirmişlerdi. YKP geleneğinden gelenlerin ise seçim yaklaşımı net olduğu için hep iç kanamalar yaşanmış, parti çizgisinin değişimine karşı sürekli dirençler gösterilmişti.
O tarihlerde,16 Ağustos 2002’de, Yeniçağ Gazetesi’nde yayınlanan “Yeniden partileşme süreci” (1) başlıklı yazımda, İzzet İzcan ve ekibinin partiden ayrılma sürecini anlatırken “YBH içinde bir süredir süren farklı yaklaşımlar, girilen son yerel seçim süreci ile daha da keskinleşti ve 25 Temmuz tarihinde yapılan Parti Meclisi toplantısı ile yeni bir Yürütme Kurulu oluşturulması sonrasında süreç yeni bir aşamaya geldi. Son yerel seçimler ve buna bağlı ortaya çıkan ittifak politikaları konusunda farklı gelenekten gelen eski Yürütme Kurulu üyelerin dayatmalarına karşı, diğer Yürütme Kurulu üyelerinin partinin daha önceki tavrının devam etmesi konusundaki ısrarı üzerine alınan uzlaşma kararını çeşitli düzeylerde yine zorlayarak deforme etmeleri ile yaşanan süreç” diye yazmıştım. Yazıda “(2002 yılındaki) son yerel seçimler öncesinde de benzer süreç, (2000 yılındaki) cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanmış, ikinci tura kalan Denktaş-Eroğlu ikilisinden, Eroğlu'nun desteklenmesi şeklinde ciddi zorlama yapılarak partinin politikalarında sap(tır)ma yapılmaya çalışılmış” diye de hatırlatmalar yapmıştım. Bu arada BKP içindeki bazı grupların İzcan’a yönelik bazı iddiaları aynen o dönemde de vardı, bu ayni yazıda okumak mümkün; “Parti Meclisi kararlarının çiğnenmesi ya da deforme edilmesi, parti tüzüğüne aykırı davranış biçimleri, parti tüzüğünü yok sayan politik anlayış tarzları”… ve bu yazının sonu aslında çok şey anlatmaktaydı “Ortaklaşmalarımız kadar, ayrılıklarımızın da gerçek yanıtlarına tarih karar verecek” yani aslında tarih maalesef bizi doğrulamıştır ancak unutkanlıklarımız nedeni ile hatırlayan olmamıştır.
Bir hafta sonra yani 23 Ağustos 2002 tarihli “Parti içi sorunlar üzerine” (2) başlıklı yazımda da konuyu ele almaya devam etmiştim. O dönemde İzcan’ın yanında yer alan, bugün karşısındaki grubun da saldırılarını yazmıştım, “ “Her dönemde, her yerde böyledir. Darbeciler haksız ve kritik durumda olduklarını bildiklerinden telaşa kapılıp saldırganlaşıyorlar. Kirpileşip olmayan düşmana karşı dikenlerini kabartıyorlar; diyalog yolunu kapatmayı seçiyorlar” diyerek ‘Darbeci Kanat’ diyerek bizi suçlamışlardı. Tarihin cilvesine bakın ki, İzcan’a karşı giriştikleri hareket de İzcan tarafından ‘darbeci kanat’ tanımlamasına layık görüldü. Hatta son BKP olaylarında yaşanan ‘olağanüstü kurultay’ denemesi YBH’da da yapılmaya çalışılmış ama Yürütme Kurulu ve Parti Meclisi kararları ile bunun ‘sahte bir çağrı’ olduğu kamuoyuna açıklanmıştı. Yazıda bu olay da hatırlatılmakta ve “‘Darbelendiği iddia edilen Kanat’ ilerleyen günlerde adı geçen gazeteye sahte ilan da vererek kamuoyunu yanıltmaya devam etti” denmişti. Bu süreçte bize karşı yöneltilen ağır suçlamalardan biri de ‘bölme’ olayıydı ve yazıda alıntısı yapılan kamuoyu açıklamasında “ “Statükonun bölünerek değil birleşerek geriletilebileceği” iddia edilmekteydi”…
Son süreçte, yani BKP, BDH, TKP ile ittifak olaylarında bu birleşme ile kimin ne anladığını çok iyi anladık ancak hala unutmaya devam ettiğimiz sürece bir işe de yaramayacak…
İzzet İzcan’ın milletvekili olmak için yaptığı ve kutsadığı ‘ittifakların’ sonucundaki ürünlerin bir kısmını hatırlamak bile yeter. Şimdilerde ‘talimatla yönetiliyor’ dediği CTP hükümetlerini ‘barışçı başbakanı devirmek olmaz’ diye koruduğunu tabi unuttuk. Talimat almak konusunda, Annan Planı içindeki Kıbrıs Türk Devleti (KTD) anayasasının hazırlanması için bizzat Ankara’ya gidip ‘talimat’ aldığı ve daha sonra bununla, KTD anayasasını hazırlayan ekipte olduğuyla övündüğünü de hatırlayan yok… UBP’lilerle, DP’lilerle bir olup meclisten ortak karar çıkarmasını ‘darbeci kanat’ hatırlattı ama Toplumcu Kurtuluş Partisi- Birleşik Özgürlük İttifakı (TKP-BÖİ) gibi abuk subuk ittifak denemesinin neçin olduğunu hatırlayan olmadı. BÖİ’nin içindekilerin bir kısmının UBP’ye girdiğini falan hatırlatmaya bilmem gerek var mı?
Neysa, tarihe bir kez daha not düşmüş olalım, BKP içindeki sıkıntı yaza kadardır, seçimin hemen ardından ülkenin en radikal partisi, ‘rejime karşı en büyük eylemci parti’ konuma geri dönülür, parti içindekilere önerimiz, sabır, bu seçim dönemi sonrası en az birkaç yıl rahatsınız ta ki yeni bir seçim dönemine kadar…
Hep altını çizmeye çalıştık ama sanırım unutkanlıklardan hatırlanması zor oluyor, her siyasi yapı, siyasetçi kritik anlardaki tavrı ile hatırlanmalı yoksa günlük yaşamda herkes bize rejimi yıkma dersleri verebilir...
Mesela 93 DP-CTP, 98 UBP-TKP koalisyon dönemlerindeki kritik süreçlerde Talat’ın, Akıncı’nın tavırlarını göremeyenler, hatırlayamayanlar hep kendilerini tekrar etmeye devam edeceklerdir. Eğer ‘bu memleket bizim platformunun’ nasıl oluştuğunu hatırlamıyorsak hala Akıncı’yı önemli alternatif sayabiliriz. Mal mülk sorununun ana kaynağı olan ITEM yasasının kabulü sürecini hatırlamayanlar Talat’ın, Soyer’in bugünkü tavırlarına şaşkınlıkla bakabilirler. Bu yüzden İzcan’nın mecliste yaptıklarını unutarak değerlendirilmesinin olanağı da yoktur.
Hade son bir hatırlatma ile, daha doğrusu son bir alıntı ile konuyu bağlayalım, 20 Ocak 2004 tarihli Yenidüzen Gazetesi haberi “Meclis başkan yardımcılığı seçiminde ilk turda da Mehmet Bayram’a çıkan kabul oyları 24 olunca BDH’nın UBP ile nasıl ortak bir politika yürüttüğü ortaya çıkmıştı. Çünkü UBP’nin 18, BDH’nın 6 milletvekili sayısı toplam 24 ediyordu. İkinci tura kalan seçimin oylanmasında ise BDH milletvekili İzzet İzcan, kullandığı oy pusulasını UBP milletvekili Alanlı’ya göstermiş ve desteğini ispatlamıştı” (3)
Yani bir kez daha söylemekte yarar vardır, iç kanama geçiren BKP’de yaşananlar seçimliktir yakında geçer, seçim sonrası havaya göre parti yeni tavrına karar verir…
(1) http://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/haber/postnews/messages/mkl/mkl7_15_Thu%20Aug%2015%2011:29:50%202002.html
(2) http://www.stwing.upenn.edu/~durduran/hamambocu/haber/postnews/messages/mkl/mkl7_22_Thu%20Aug%2022%2011:52:25%202002.html
(3) http://www.yeniduzen.net/?action=journalist&aid=546