26 Ocak 2007

Hrant ve "haince söylemler var"

Hrant’ı da vurdular… Ape Musa, Musa Anter’i de yaşamının kışında vurmuşlardı, Metin Göktepe’yi ise yaşamının baharında… Kutlu Adalı, avukatlar Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan, Fazıl Önder ve diğerleri bu coğrafyada vurulup, öldürülenlerdi… ve niceleri dünyanın onlarca yerinde karanlığa karşı gözlerini kırpmadan ölümün üstüne yürüdüler ve hiçbirisinin arkasından ‘yazık, boşuna öldü’ denmedi… Şairin dediği gibi her ölüm erkendi ama bir kez ölüm kapıyı çalmışsa, onu da ayakta karşılamak gerekirdi, yine öyle yapıldı, düşmana inat ‘hepsimiz kardeşiz’ denerek bir kez daha sokaklara dolundu, karanlığa bir kez daha meydan okundu…
Ölen değil aslında asıl cezalandırılan, kalanlardır. Hrant yaşadığı son dönemde zaten işkencenin en ağırına maruz kaldı. Sürekli hırpalandı, hatta fiziki saldırıya dahi uğradı.
Gazetelerde onun boy boy fotoğrafları çıktı ve altına “işte hain” yazıları yazıldı. Köşe yazarları, hatta şimdi arkasından timsah yaşı dökenler bile, onun ‘ne hain bir Ermeni’ olduğunu yazdılar. Sokaktaki bütün gözlerin onun üstüne çevrilmesini sağladılar, her köşe başında, gelecek saldırıyı bekler hale geldi, ‘ürkek bir güvercin’ gibi davranıyordu artık… Bu, bir insana yapılacak en ağır işkenceydi zaten…
Bu yazılanlar size yabancı mı geliyor?
Eski defterleri karıştırıp onlarca yazı bulmayacam, ya da onlarca örnekleri sıralamaycam yalnızca bir hafta geriye gidecem…
Tarih 19 Ocak 2007, yer Gülseren, komutanın biri yine tehditler savuruyor, “haince söylemler var” diyor, gazeteler bunu başlığa çıkarıyor. Ne demişlerdi Hrant’ın katili, direk veya dolaylı azmettiricileri, ‘gazetelerden, internetten okuduk, vatan haini idi, vurduk, vurdurduk’… demek ki vatana ihanetin cezası varmış ve Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Mehmet Eröz kürsüden kükrüyor, ‘barışçı’ olduğunu iddia eden gazeteler dahi bunu sayfalarına, başlıklarına taşıyorlar; “haince söylemler var”
Ne diyor Ersöz; "Türk askeri; vatanına, bayrağına ve namusuna göz dikilmedikçe kışlasından çıkmamıştır, çıkmamaktadır ve çıkmayacaktır. Ancak, sınırlarını kanıyla çizerek, vatan yaptığı topraklarına göz dikenlerin, bu topraklarda sahnelemeye çalıştıkları sinsi oyunlarına karşı mücadelesini, her ortam ve şartta sürdürmeye devam edecektir"…
Birilerinin ‘sinsi oyunları var’, haince söylemler var diyor, yoksa Ersöz birilerine çağrı mı yapıyor?!…
Ersöz devam ediyor, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, KKTC'de, sözde barış propagandası yapmakta ve yaptırmakta olduğunu" söylüyor…
Yani birileri yalnız sinsi oyunlar oynamıyor, Kıbrıs Rum Yönetimi adına Kıbrıs’ın kuzeyinde barış propagandası da yapıyor…
Ersöz hızını alamıyor, “Enosis hayalperestlerinin, sinsi propagandalarla nifak tohumları ekmeye, halkın ordusuna güvenini zedelemeye ve ordusuna karşı kışkırtmaya çalıştığını” da söylüyor…
Ama Ersöz rahatmış, “Bu kara propagandalar, bu kışkırtıcı ve haince söylemler, KKTC halkının sağduyusu karşısında etkisiz ve çaresiz kalmaktadır” diyor…
Türkiye Cumhuriyeti Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ da süreci devam ettiriyor. Kıbrıs’a geliyor ve çeşitli kurumları ziyaret ediyor. Ziyaretlerinden birinde, "Kıbrıs Türk halkının TSK ile omuz omuza vererek, kan dökerek ve şehitler vererek kazandığı bir zafer" olduğunu söylüyor, “kimse kalkıp da Kıbrıs Türk halkının Kıbrıs Rum halkına karşı bir güven duyduğunu söyleyemez” diyor. Başbuğ (Annan Planının) “reddedilmesi bile bizim bu konuda çok dikkatli olmamızı ve dolayısıyla KKTC'nin ve Kıbrıs Türk halkının güvenliğini daima elimizde tutmamız gerektiği düşüncesindeyim” da diyor.
Devam etmek, tüm konuşmayı buraya aktarmak mümkün ama neden, yeterli değil mi?
Başbuğ ve Ersöz bir süre önce başlatılan geçici 10. Maddenin kaldırılması ve bir yıldır devam eden “askersiz Lefkoşa” ile ilgili kampanyalara karşı cephe alıyorlar. Kampanyayı organize edenleri kuzeyde Kıbrıs Rum yönetimi propagandası yapmakla, huzur ve güveni tehdit etmekle, haince söylemlerde bulunmak suçluyor, ellerinde silahları ile…
Başbuğ ve Ersöz’un konuşmalarını koca koca sayfalarına taşıyor anlı şanlı gazeteler, köşe yazarları ellerine kalemi alıyor vatan hainlerine karşı yazılar yazıyor, koca koca harflerle hainler işaret ediliyor, birileri göreve çağrılıyor sanki de…
Acaba bir yerlerde, internetten ya da gazetelerden bunları okuyup görev çıkaracak birileri var mı? Acaba görev bölümleri mi yapılıyor şimdi, kim bilir?! Koca koca yıldızlı yetkililer demişse, her anlı şanlı Türk gencine vatanı korumak düşmez mi? Bu defaki bu şanlı görev kime verilecek, yine 17 yaşında bir tetikçi mi bulacaklar…
Ötesi yok, hiçbir tehdit bugüne kadar kolayına birilerini yolundan döndürememiş, yine yola devam edilecek ama bu olaylarla bir kez daha, ‘çağdaşlaşmanın yapı taşı olan “silahlar sivillerin önünde diz çöksün” hukuk ilkesini’ hatırladık. Bu ilke çalışıyor olsaydı ne Ersöz, ne Başbuğ bir dakika bile görevlerinde kalamazdı. Nasıl ki Şubat 2006’da Katalonya özerklik anayasası tartışılırken askeri zevat ‘açıklama yapmış’, İspanya hükümeti de kendilerini görevden almıştı, bunca sivillere tehditten sonra, Türkiye hükümeti ya da Kıbrıs Türk liderliği de kendileri görevden alabilirdi ama bunun için irade gerek…
***
Güvercinler bir kez daha ürkekçe havalanmaya devam edecekler Hrant’ın dediği gibi, bu kez biraz daha ürkek, çünkü bilecekler ki güvercinlere de dokunurlar ama…
Ancak, özgürlük onların yaşam şekilleri olduğu için yine sokaklarda olmaya devam edecekler, silahlara inat, sözümüz silahımızdır diyecekler, sözcüklerini özgürce sokaklarda haykıracaklar…
--------- --------------------- ------------------------
Alıntı yapılan konuşmaların internet siteleri
http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/2/news/36289/PageName/Ic_Haberler
http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/2/news/36375/PageName/Ic_Haberler

12 Ocak 2007

Köprü kalkmış


9 Ocak günü sabah saatlerinde Ledra Caddesinin kuzey sınır bölgesine kurulan köprü kalkmış…
Çalışmaları öğleden sonra bir süre güneyden, daha sonra da kuzeyden takip edebilme şansım oldu, herkeste kaybolan eşeğini bulma sevinci vardı ama eşeğin zaten bizim olduğunu çok kişi maalesef unutmuş durumdaydı.

Ancak Ledra ya da bizimkilerin dediği hali ile Lokmacı bence asıl sorun değil…

Asıl sorun bazılarının aniden keşfettikleri askeri rejim de değil…

Askeri rejimi şimdi keşfedenler, sanırım, arka arkaya Temmuzdan başlayarak birer ay süre ile tankların sokaklarda yürüdüğü bir ülkede daha önce yaşamıyorlardı. Askerin ikide bir görev ve sorumluluklarını aşarak işler yaptıklarını da fark edemiyorlardı ki bunun anlamı ya bu ülkede yaşamıyorlardı ya da derin bir uykudaydılar.

YKP bu yıllar önce fark edip mücadele bayrağı açtığından beri ve son bir senedir askersiz Lefkoşa kampanyası yaparken bir kısım kerhen destek kesim vermiş, bazı kesimler yürüyün de arkanızdayız diyorlardı ama ortalıkta pek görünen yoktu. Şimdi Lefkoşa’nın askersizleştirilmesinin önemi ve ihtiyacı bir kez daha ortaya çıktı. Bir şeyin daha önemi anlaşıldı ki askerin mutlaka kampında kalması ve Annan Planında ön görülen kurallar çerçevesinde kampından çıkabilmesi gerekmektedir. Askerle bu kadar içli dışlı olarak barış yapmayı hayal edenlerin başı bir kez daha tokuştu ama bunu ne kadar anladıklarını göreceğiz. Askerin sivil otorite önünde diz çökmesini sağlayamadıktan sonra tüm söylenenler boştur. Asker sivil önünde diz çökse polis sivil otoriteye de bağlanması, geçici onuncu madde de ve diğer sorunların çözümü günlük değil saatlik iştir ama bu olmadıktan sonra silahlı bir güç karşısında sivillerin yapabilecekleri kısıtlıdır.

Bunun hayal olduğunu düşünenler Şubat 2006’da Katalonya’nın özerkliğinin tartışıldığı zaman haddini aşan generalleri görevden alan İspanya hükümetinin icraatını araştırabilir. Çağdaş yönetimlerde siviller, karar alırken her kurum gibi askerin de görüşünü alır, karar alındıktan sonraki süreçte ise sivil otoriteye bağlı olması gereken bir kurum olan ordunun alınan bu karara saygı duymaktan başka çaresi kalmaz. Bunu anlayabildiğimiz zaman ve Jön Türkçü siyasi geleneklerle siyasetten yapmaktan vazgeçebildiğimiz zaman çağdaşlaşacağız…

Ancak bunlar daha önce de ortaya koyduğumuz görüşlerdi.

Ancak bu köprü ve duvar, gerçekten yıkılması gerek tek duvar ve köprü mü?

Lefkoşa gibi tarihi bir şehre çektirdiğimiz azabı acaba kaç kişi görebiliyor. Sınır boyu hem kuzeyde hem de güneyde yürüyerek köprünün yıkıldığı gün gözlem yapma olanağım oldu.

Kuzeydeki sınır boyunda birçok tarihi bina yıkıma terk edildi ama özellikle yol üzerine kurulan veya yıkıldığı için açılan alanlara mükemmel yapılan duvarlar dikkat çekiyor. Herşeye inat Lefkoşa’nın artık bölündüğünü anlatan duvarlar…

Güneyde ise 1974’de her nasıl yaptılarsa öyle kalmış bir hava var. Sınır boyu 1974 yılından bugünlere gelememiş. Derme çatma şeylerle kapatılmış yollara, yıkılmaya yüz tutmuş binalara, çirkin moloz yığınları ile yapılan askeri cephelere dokunurlarsa bölünmüşlüğü de kabul edecekler o yüzden nasılsa öyle bırakarak propaganda yapıyorlar.

İki çirkin propaganda ile Lefkoşa’nın bir döneme damgasını vuran Baf ve Ermu Caddesi ölüme terk edildi ve debelenirik Ledra Caddesine bir geçit açalım ama Lefkoşa’nın diğer yaralarına tedavi edici önlemi konuşabilen yok çünkü “çünkü” diye başlayan yüksek siyaset ve propaganda herkesin gözünü kör etmiş durumda ama Ledra açılması gereken tek duvar değil daha yıkmamız gerekecek çok duvarımız var…

Yıkılması gereken öyle duvarlar var ki balyoz bile işlemez. Beyinlerimize hükmedenler, beyinlerimizdeki duvarları katmer katmer yükseltmektedirler ama bunu da tartışan yok…

Kıbrıs Türk liderliğinin tacizci bir siyaset ile Kıbrıslı Rumlar her gün rahatsız edilmektedirler. Dağdaki bayrak, Stovrolo ve Kaymaklı bölgesindeki sınır ihlalleri, kayıplar konusu ve benzerleri ile Kıbrıslı Rum şovenleri ayaklandırılmakta, Kıbrıslı Rum toplumu sürekli olarak taciz edilmekte, milliyetçi refleks vermesi koşulları yaratılmaktadır. Dönüp Kıbrıslı Rum toplumu bu şekilde ayaklandırdıktan sonra sanki de iyi niyetli bir şey yapıyormuşçasına da hareketler yapılarak bu defa da Kıbrıs Türk toplumun milliyetçi refleks vermesinin koşulları yaratılıyor.

Bu siyaset sürdüğü sürece de çözüm Kıbrıs’ta zordur. Herkes herkesin duyarlılıklarını anlayarak, sorumlu ve duyarlı hareketlerle Kıbrıslılar arasında güven ve barışı sağlamız gerek…

Kıbrıs ve Kıbrıslıların birleşmesi mümkündür. Bunun için umut vardır, sorun olan niyet var mıdır?

2 Ocak 2007

Mafya hesaplaşıyor, bizimkiler seyrediyor

Herkes, iki kumarhane arasında 19 Aralık 2006 tarihinde Lapta'da yaşanan silahlı çatışma olayı üzerine çok şey yazdı, yöneticiler de önemli önlemler almışlar ve 27 kişiyi sınırdışı, 2 kumarhanenin de kapatılması kararı alarak bunu ortaya koymuşlar, gerçekten mi?
Haberi şöyle okumak da mümkün; Susurluk davasından mahkum olmuş ülkücü mafya bağlantılı Yaşar Öz ile Kürt mafyası bağlantılı Kürt Ahmet’in oğlu İdris Melih Turgut ekibinin hesaplaşması…
Hemen bir hatırlatma yapalım Susurluk Davası’nda yargılanarak 7 yıl hapis yatan Yaşar Öz, 19 Ekim 2004’de tahliye olmuş. Sabah Gazetesinin haberine göre; “yakınları tarafından cezaevi kapısında karşılanan Öz, yaklaşık 25 araçtan oluşan konvoyla getirildiği, Kredi Yurtlar Kurumu'nun yanındaki boş arazide bekletilen helikoptere binerek Yalova'ya gitti”…
Sonrası? Vatan Gazetesine göre adı İstanbul Etiler’de kaçak kumar oynanan bir villaya yapılan baskınla gündeme gelmiş…
Ve sonrasında Yaşar Öz’ün Kıbrıs macerası başladı.
Milliyet’in haberine göre Vega Casino, ‘genç patroniçe Arzu Tok’un sahibi olduğu’ bir kumarhane idi, Arzu Tok ise öldürülmeden önce Ömer Lütfi Topal'ın 17 kumarhanesinin müdiresi, ünlü kabadayı Hasan Heybetli'nin eski eşi idi… Yaşar Öz Vega Casino’yu alarak adını değiştirdi, nasıl mı aldı? Bunu ‘Sanpa Turizm LTD’ yetkilisi Kıbrıs vatandaşlarına sormak gerek.. Neysa, Kıbrıs Gazetesi başta olmak üzere birçok gazetenin magazin sayfalarını Ağustos 2006’deki kumarhane açılışı süsledi. Eylül’ün ortasında ise “1. Avrupa Birliği Güzeli Yarışması” kumarhanede düzenlendi… Hatta 18 Eylül’de Kıbrıs Gazetesinde yer alan haberde “Mert Karabetça'ya bu ve bundan sonra yapacağı bütün rekor denemelerine Grand Ruby Casino sahibi Yaşar Öz sponsor olacak” denmekteydi… sosyal, kültürel vs etkinlikleri(!) ile adaya gelen Yaşar Öz’ün yalnız geldiğini düşünmek aslında saflık olurdu. Yaşar Öz yanında önemli isimleri de getirmişti…
Bu noktada isimler üzerine biraz konuşmakta yarar var. Öldürülen Yaşar Öz’ün adamları arasındaki (ki bazı kaynaklar misafiri diyor) Musa Çakmak’ın kimliği aslında ilginçtir. Sabah Gazetesinin 23 Mayıs 2006 tarihli haberinde Musa Çakmakla ilgili olarak “Danıştay 2. Ceza Dairesi'ni kana bulayan saldırının ardından olayın azmettiricisi olarak aranırken Beykoz Çavuşbaşı'nda bir villada intihar girişiminde bulunduğu gerekçesiyle kaldırıldığı Acıbadem Hastanesi'nde gözaltına alınan 'Albay Muzaffer' lakaplı Muzaffer … Tekin'i kalbinde bıçak yarasıyla hastaneye götüren(in) … İbrahim Şahin'in eski korumalarından” olduğu yazıyordu. İbrahim Şahin, son olarak Özel Harekat Daire (daha çok bilinen ismi ile kontrgerilla) Başkan Vekiliydi, Ömer Lütfü Topal ve Tarık Ümit'in öldürülmeleri olaylarına isimleri karışan özel harekatçı polisleri koruduğu için soruşturma geçirdi, Susurluk Davasında yargılandı, yargılama sırasında Kutlu Adalı’nın da katili olarak adı geçen Çatlı ile karşılıklı göbek atarken fotoğrafları yayınlandı. Musa Çakmak da İbrahim Şahin’in yargılanma sürecindeki korumalarındandı…
Musa Çakmak ayni zamanda ‘Sürgündeki Doğu Türkistan Parlementosu'nun milletvekili olduğunu iddia ediyordu. Zaman Gazetesi cenaze haberini “Türk ve Doğu Türkistan bayrağına sarılı Çakmak'ın tabutu başında kısa bir konuşma yapan bir yakını, Çakmak'ın zararsız biri olduğunu ve yıllarca Doğu Türkistan davasına hizmet ettiğini söyledi” diye verdi…
Öldürülen diğer isim ise yine Yaşar Öz’ün adamı Hüseyin Dönmez’di… Zaman Gazetesi onun da cenaze haberini ayrı olarak verirken “cenaze namazına Dönmezin yakınları katılırken cenazede adı Susurluk soruşturmasında geçen Ayhan Çarkın da hazır bulundu” diye verdi.
Kumarhane olayı sonrası hükümet 26 kişinin de sınırdışı edilmesine karar verdi. Sınırdışı edilenlerin de listesi Kıbrıs Gazetesinde yayınlandı. Listede Saim Karamahmutoğlu ismi de yer alıyordu. Saim Karamahmutoğlu, Azmi Karamahmutoğlu’nun kardeşi… Azmi’yi unutanlar Kıbrıs Gazetesinin 16 Ocak 2003 tarihindeki haberden onu hatırlayabilirler; “Mağusa'da yapılan "Barışa evet, Rum yerleşiklere hayır" mitinginde konuşan eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Karamahmutoğlu, “Harami baskını ile Kıbrıs Türkiye'nin elinden alınacak olursa; bilinsin ki, burayı kan gölü yapar, öyle bırakırız” dedi”… Azmi “KKTC” vatandaşıydı da… Meclis tutanaklarına göre Ferdi Sabit Soyer’in iddiasına göre “Azmi Karamahmutoğlu’nu KKTC vatandaşı yapan Başbakan Eroğlu ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’dır.” Azmi’nin kardeşi Saim, 27 Temmuz 2004 tarihindeki Kıbrıs Gazetesi haberine göre adı “sahte sağlık belgesin” karıştı ama “buna karşın Karamahmutoğlu'nun çeteyle bir bağlantısı olmadığı, sadece kendi evraklarında benzer bir sahtelemeye gittiği öğrenildi” diye haberi verdi. Saim’in adı internet üzerinden bet oynatmak ve bununla ilgili idari soruşturmalarda da bulunabilir. Hatta yapılan şikayet üzerine ‘superbahis’ internet sitesinde “İş Bankası Girne Şubesi'ndeki Saim Karamahmutoğlu adına hesaplarımız kapatılmıştır. Lütfen bu hesaplara para göndermeyiniz” ibresi bir süre görülmüştü. Yani Saim’in bet, kumar konularında derin bir bilgi birikimi vardı!!! (Avukatının Yenidüzen Gazetesine gönderdiği tekzipte evrak sahtelemesi ile ilgili mahkeme bir karar vermemiş, sabıkasızmış Saim ve ayni zamanda 1996’dan beri adadaymış, ancak ilginçtir 2001’den beri “ikamet ve/veya oturma izni ile adada bulunduğu” şeklinde iddia önemli, öğrenci de olsa bir şekilde izin alması gerekmez miydi? 5 yıl bu adada nasıl yaşamış? Vardır Avukat’ın ona da ilginç bir cevabı ama acaba böylesi bir tekzibi 2004’de ilk Kıbrıs gazetesinde bu haber çıktığında niçin yayınlamamışlar sorusu da yanıtlanması gereken bir soru)
Yaşar Öz ekibini incelemeye devam edersek benzer Susurluk ve ülkücü mafya isimlerine ulaşmamız mümkün, peki diğer taraf…
Kürt Ahmet’in oğlu İdris Melih Turgut ise Nazire Dedeman’ın oğlu Umut Önal’ın ölümüne karışmıştı. Çıkan çeşitli gazete haberlerinde olay ‘Umut Dedeman, İdris Melih Turgut’un silahından çıkan kurşunla 1993’te yaşamını yitirdi. Olayla ilgili olarak gözaltına alınan Melih Turgut, tabancasını temizlerken kaza sonucu Umut Önal’ı vurduğunu söylemiş ve “Umut benim arkadaşımdı. Onun canına bilerek kastettiğim nasıl düşünülebilir” diyerek kendisini savunmuştu’ şekilde verildi. Melih Turgut, 1997’de sonuçlanan davada 18 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Bunun üzerinde Umut’un annesi Umut Vakfı’nı kurarak özellikle bireysel silahlanmaya karşı kampanyalar yapmaya başladı. Vatan Gazetenin iddiasına göre “Melih Turgut, Umut Önal’ın eski sevgilisi Yeliz Yıldız ile 1999’da evlenince “Melih Turgut, Yeliz Yıldız’la evlenmek için Umut Önal’ı bilerek öldürdü” iddiaları gündeme gelmişti” diye yazdı…
Tanınmış Mafya babalarından Kürt Ahmet, Ankara’nın tanınan(!) isimlerindendir. Sabah Gazetesinin Temmuz 2004 tarihli haberine göre “Kürt Ahmet" lakaplı Ahmet Turgut'un da aralarında bulunduğu 50 kişi hakkında, "çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve bu örgüte üye olmak, adam yaralamak, gasp ve tehdit" suçu işledikleri iddiasıyla, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı dava açtı. Evinde, içinde gizli kamera tertibatı olan bir çanta bulunan Turgut hakkında 7 yıldan 14 yıla kadar hapis, oğlu Kadir Turgut hakkında 46 yıldan 91 yıl 6 aya kadar ağır hapis istendi.”… Hürriyet’in 4 Nisan 1999 haberine göre ise “Kürt Ahmet'in oğlu Özdemir Turgut, Ankara'da ANAP'ın ikinci bölge adayı” olduğu haberi yer aldı.
Son olarak da 20 Aralık’ta “Suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak suçundan çeşitli defalar gözaltına alınan ve yer altı dünyasının ünlü isimlerinden "Kürt Ahmet" adıyla bilinen Ahmet Turgut'un yeğeni Şahin Turgut ve 4 arkadaşı, Danıştay'da görev yapan 2 hakimi darp ettikleri iddiasıyla gözaltına alındı” şeklinde haber çeşitli gazetelerde yer aldı. Yani Ankaralı Kürt Ahmet bir anlamı ile aile boyu mafya…
Bunu Hürriyet’in 23 Temmuz 2004 tarihli haberinde okuyabilirsiniz; “Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne açılan davanın iddianamesinde, Ahmet Turgut'un yöneticisi olduğu iddia edilen çıkar amaçlı suç örgütünün gerçekleştirdiği eylemlere yer verildi. Sanıkların ev ve işyerlerindeki aramalarda elde edilen karşılıksız çek ve ruhsatsız silahlara değinilen iddianamede, Ahmet Turgut'un evinde bir çanta içinde gizli kamera tertibatının da elde edildiği bildirildi. İddianamede, çıkar amaçlı örgütünün ortaya çıkışı ve gelişimi de ele alındı. “Kürt Ahmet” lakabıyla tanınan ve “Büyük Baba” diye hitap edilen Ahmet Turgut'un, oğlu Kadir Turgut, yeğeni Şahin Turgut, müebbet hapis cezasına mahkum olan ve Sincan F Tipi Cezaevi'nde kalan diğer yeğeni Kadir Turgut'un, ilk başta korkutma, baskı ve cebir yoluyla sakatat piyasasına hakim olduğu anlatılan iddianamede, zaman içinde pazarcılık, düğün salonu, eğlence yerleri, ganyan bayiliği, kahvehane ve kumarhane işletmeciliği gibi alanlarda faaliyet göstererek maddi açıdan güçlendikleri kaydedildi.”
Tüm bu detaylar aslında alta konan gazete haberleri yani herkesin açıkça bildikleri, peki huzur operasyonu yapanların ya da yaptığını iddia edenlerin bunlardan haberi yok muydu?
Yani Susurluk tayfası kapağı yaz aylarında Girne kıyılarına atarken, yanlarına ülkücü mafya elemanlarını toparlarken, böylesi bir yığınağı polis, hükümetçilik oynayanlar vs görmedi de şimdi mi operasyon yapıyorlar. Yani Yaşar Öz’ün buraya pirilli oynamaya gelmediğini anlamak için illa birilerinin mi ölmesi gerekiyordu?
Eğer Yaşar Öz’ün adı böylesi bir olaya karışmasaydı, ‘beyefendi’ olarak anılmaya devam edecekti, bunun en güzel örneğini 24 Aralık 2006 tarihili Yenidüzen Gazetesinin dağıttığı Zoom isimli magazin ekinde görmek mümkün. Pazar günü dağıtılan ekin başlığı, bütün sayfayı kaplayacak şekilde Yaşar Öz’ün düğün fotoğrafının üstünde büyük harflerle “yılın düğünü”… Zoom, Yaşar Öz’ün düğününü yılın düğünü ilan etmiş anlayın durumu…
26 Aralık tarihli Star Gazetesi bu düğün ile ilgili detayları şöyle haber verdi; “Yaşar Öz, 26 yaşında Nergis (Kamburoğlu) isimli Kıbrıslı Türk bir kızla 17 Aralık Pazar günü St. Tropez adlı restoranda dünya evine girmişti. Kıbrıs vatandaşı olmak için 300 bin dolar karşılığında bir evlilik yaptığı iddia edilen Öz’ün düğün yaptığı St. Tropez ise eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın torunu Canpolat Denktaş’ın damadı olduğu aileye ait.” Böylesi iddiaların olduğu bir düğünü Yenidüzen Gazetesinin yılın düğünü ilan etmesi gerçekten düşündürücü…
Yani bir anlamı ülkücü mafya ile Kürt mafyası bir tür hesaplaşma yaptılar, ya sonrası…
Bu çatışma son mu?
Vatan Gazetesinin de haberinde hatırlatıldığı gibi Kıbrıs’taki en büyük kumarhane, Kumarhaneler Kralı olarak tanınan Ömer Lütfi Topal’ın oğlu Murat Topal’ın işlettiği ‘Devlet Emlak ve Malzeme Dairesinden’ Asil Nadir tarafından 49 yıllığına kiralanan ama 1 Şubat 1996’da el değiştiren Jasmine Court Otelin Casinosu… Aslında Oteli de Murat Topal yönetiyor…
Burada ilginç bir parantez açmak istiyorum… Kumarhanesi de olan otellerin bir kısmı devletten kiralık; Crystal Cove, Salamis, Saray, Dome, Jasmin Court vb…
Susurluk raporlarına da yanıysan ifade “soruşturma sırasında, milletvekili Sedat Edip Bucak'ın resmi korumalığını yapan özel timci polis memurları Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy ve Oğuz Yorulmaz'ın, kumarhaneci Ömer Lütfü Topal'ın 28 Temmuz 1996'da Sarıyer'de öldürülmesinden sonra gelen bir telefon ihbarı üzerine Topal'ın iş ortakları Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir'le birlikte İstanbul Emniyeti'nce gözlem altına alındığı, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın talimatıyla Ankara'ya gönderilerek serbest bırakıldığı ve daha sonra Bucak'a koruma olarak verildiği ortaya çıktı” şeklindeydi…Burada adı geçen Ayhan Çarkın, son kumarhane olayında ölen Hüseyin Dönmez’in cenazesine katılmıştı.
Ömer Lütfi Topal’ın adı dönemin gazetelerindeki bir iddiaya göre Tansu Çiller’in bahsettiği PKK'ya yardım eden Kürt işadamları listesinde Kürt kökenli olmadığı halde yer alıyordu. Yani Topal ailesi ile Susurlukçuların arası iyi değil…
Şu anda Topal’ın kızı ve oğlunun yönettiği kumarhane yanında İbrahim Tatlıses’in bile Girne bölgesinde kumarhanesi var. Kumarhane sayısı bazı kaynaklara göre 20 bazılarına göre ise farklı rakamlar…
Böylesi bir ortamda Paramaribo Turizm LTD, Acapulco Otel’deki kumarhaneyi boşaltarak Lefkoşa’ya taşınmaya çalışıyor. Severis Un fabrikasının eskiden olduğu yerde yükselen otel Hollanda ortaklı Paramaribo’ya ait.. Net Holding yada sahibi ile anmak gerekirse Besim Tibuk da Lefkoşa’ya otel yapmaya başladı. Tibuk eğer Girne’deki 80’lerin başında "İslam Bankacılık ve Ekonomi Enstitüsü"ne kiralanan, sonra 90’larda Asil Nadir’e kiralık verilen, ipotekliyken Asil Nadir’den devraldığı Merit Cove Otel’deki Casino’yu taşımıyorsa, genişliyor.
Yani Girne kumar rantı ciddi bir sıkışma gösteriyor, o yüzden birileri Lefkoşa’ya doğru kaçmaya başladı da, Bafra bölgesinde olan nedir? Bafra’ya ve Boğaz’a yapılan devasa oteller kitle turizmi mi, yoksa yeni kumarhane baronları için mi? Kitle turizmi konusunda kimse umutlu olmadığına göre cevabı acaba nedir?
Lapta sokaklarındaki hesaplaşma Kıbrıs’ın her yanına yayılıyor, rantından yararlananlar da… Paramaribo'nun Oteli için bir gecede alına bakanlar kurulu kararının anlamı başka ne olabilir ki? Bir anaokulu ve devlete ait bir yolun özel bir şirkete verilmesi, sizce normal mi? Yada İpotekliyken Asil Nadir’den Besim Tibuk’a otel devri nasıl olduydu gibi sorulara cevap verebildik mi?
Bu nedenle “huzur operasyonu” haberlerine aldırmayın, milyon dolarların döndüğü kumarhane, bet ofisi ve gece kulüpleri piyasasını yönetenler, çıkarları çatıştıkça ve pasta küçüldükçe daha çok çatışacaklar, o yüzden kendinizi mafya kurşunundan sakınmaya bakın yeter…