29 Kasım 2012

‘Türkiye işgalci değil, işgalin bekçisidir’ derken ne saklanmaya çalışılıyor?


Eski tartışmalar yeniden gündeme geldiğinde, terimler eğilip bükülüp başka şekiller verilmeye çalışıldığında, aklımıza hep gene ne saklanmaya çalışılıyor sorusu gelir.
SSCB tartışma süreçlerinde buna dair yüzlerce makale vardı. Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal ettiğinde bunun aslında ilerici ve devrimci bir tutum olduğunu anlatmak isteyen ‘sosyalist’ kesimler bu coğrafyada da türemişti.
Yıllar sonra konu yeniden bir işgal mevzusuna geliyor, TC’nin Kıbrıs’ı işgali… Gene teoriler havada uçuşmakta, TC’nin emperyalist olmadığı, emperyalizm taşeronu olduğu bu nedenle “Türkiye değil, ABD ve AB işgalci” olduğu söylenmekte…
Deniyor ki “Türkiye işgalci değil, işgalin bekçisidir.”
‘Kıbrıs’ın emperyalist işgali, TC hegemonyası’ tanımlamaları bizi nereye sürüklemekte?
Türkiye’nin sömürgecilik faaliyetlerini örten, nüfus taşımayı meşrulaştıran, olağanlaştıran bu düşünce üzerine konuşmak gerek.
2000 yılında basılan Ania Loomba’nın Ayrıntı’da çıkan Kolonyalizm, Postkolonyalizm eski bir kitap, bizim kuşak siyasete giren herkes en az bir kez okumuştur…
Loomba, daha kitabın başında, ilk cümlede (syf 18) diyor ki “kolonyalizm ve emperyalizm sıkılıkla birbiri yerine kullanılabilmektedir.”
Loomba, “kolonyalizm, başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve denetlenmesi olarak tanımlanabilir” diyor… (syf19)
Ayni sayfada Loomba diyor ki “yeni topraklarda bir “topluluk oluşturma” süreci zorunlu olarak orada daha önce zaten bulunan toplulukları bozma ya da yeniden oluşturma süreci anlamına gelir ve ticaret, pazarlık, savaş, soykırım, köleleştirme ve isyanlar dâhil olmak üzere kapsamlı bir pratikler silsilesini içerir.”
Loomba “modern kolonyalizm fethettiği ülkelerde haraç, mal ve zenginlik toplamaktan daha fazlasını yaptı – fethettiği ülkelerin ekonomilerini yeniden yapılandırdı, kendi ekonomileriyle karmaşık ilişkiler içerisine soktu, böylelikle kolonileştirilmiş ülkeler ile kolonileştirilenler arasında insan ve doğa kaynakları akışı başladı” da demekte…
Loomba, “postkolonyal çalışmalar büyük ölçüde, melezlik, kreolleşme, mestizaje, arada kalmışlık, diyasporalar ve bilinç eşiği gibi sorunlarla ve kolonyalizmin neden olduğu fikirler ve kimliklerin hareketlilikleri ile geçirdikleri genetik değişimlerle uğraştı” (syf 198) diyerek aslında bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığımız tartışmaların hiç de bize özgü olmadığını belirtiyor.
Macaulay’un ünlü sözünü aktaran Loomba “kan ve renk bakımından Kızılderili, ama beğeni, dünya görüşü, ahlak ve zeka bakımından İngiliz olan kişilerden oluşan bir sınıf yaratmayı amaçlayan kolonyal eğitim politikalarını “zihinsel ırk karışımı” olarak karakterize” edildiğini yazar (syf199)…
Bu alıntıları çoğaltmak mümkündür, bunların Kıbrıs’ın kuzeyi ile olan ilişkisini bulmak, bu tanımlamaların Kıbrıs’ın kuzeyini de anlattığını fark etmek zor değildir.
Buradan yola çıkarak başına post ve neo kelimelerini koyarak yani post-kolonyal ya da neo-kolonyal ilişkiler içinde veya hiç koymadan kolonyal veya sömürgeci ilişkiler içinde Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini sömürgeleştirdiğini söylemek mümkündür.
Türkiye bu sömürgeleştirme işini elbette emperyalist ülkelerle istişare halinde, onların çıkarlarına hizmet edecek şekilde veya bizzat onların taşeronu olarak yapıyor olabilir. Ancak bu Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini fethederek kolonlar taşıyarak sömürgeleştirdiğini ikinci plana itmez. Eğer birileri çıkıp Türkiye’ye Kıbrıs’ın kuzeyi ile ilgili emperyalizmin bekçiliği görevi verirse, işgalini yalnızca emperyalist çıkarlara bağlarsa, bu, Türkiye’nin sömürgeci, kolonyalist faaliyetlerini örtmeye yarayan bir teorik çaba olur…
Türkiye’nin kolonyalist tavrını örtünce nüfus taşıma işi iyice içinden çıkılmaz bir soruna bürünür. Kolonlara, yerleşiklere göçmen tanımı yapmak da bunun bir uzantısıdır. Bu teorik çaba ile Türkiye’nin kolonyalist faaliyetleri bir kez daha örtülmeye çalışılır. Hızını alamayıp Türkiye’nin buradaki ekonomik yaptırımlarını neo-liberal uygulamalara indirgemek de bu çabanın uzantısıdır.
Kıbrıs’ta yazı yazmak zordur, çünkü geçmiş yazılanlar hep unutulur bu nedenle iki not yazmak için parantezler açmakta yarar vardır.
İlk parantez, Latin Amerika’ya, dünyanın başka yerlerine giden beyaz, Avrupalı yerleşikler, yüzlerce yıldır orda olmalarına rağmen göçmen değildirler. Latin Amerika’daki yerli halkların temsilcilerinin iktidara gelişi, Güney Afrika’da beyaz apartheid rejimine karşı mücadele oraya taşınan kolonların oluşturduğu, koruduğu, sürdürdüğü rejime karşı verilen sömürge karşıtı mücadelelerdi. Oraya taşınanlara kimse göçmen deyip bu sömürge artığı rejimlerin siyasal olarak devam etmesini savunmadı. Çünkü sömürgeciler taşıdıkları kolonlara imtiyazlar sağlayarak, onların rejimin bekçisi olmasını sağlamışlardı. Göçmenlerin ise siyasi bir aktör olmadığını, ekonomik, sosyo-ekonomik gerekçelerle göç ettiği, göç ederek onları taşıyan başka bir gücün, militarist, ekonomik gücün olmadığını görmek önemlidir.
İkinci parantez, Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyinde nüfus akışı daha önce de yazdık, 3 kısma ayrılabilir. İlk evresi 1975-1980 arasında fethedilen topraklara yerleştirilen yani sömürgeciliklere direk bağlantısı olan nüfus hareketidir. İkinci evre ise 1980-2000 arasında siyasal ve ekonomik yapının kontrolü ve dönüştürülmesi için adaya gelişe teşvik edilenler yani sömürgecilik süreci ile dolaylı bağlantısı olan nüfus hareketidir… 2000’den günümüze olan evre ise ekonomik göçtür… Bu nedenle Türkiye’den Kıbrıs’a nüfus hareketini konuşurken, bu aşamaları göz önüne alarak konuştuğumuzun hatırlanılmasında yarar vardır.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var, akılda tutmamız gereken şey kolonyalizm, başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve denetlenmesidir. Bu açından bakınca, TC’nin ekonomik paketleri basit bir ekonomik yaptırım, neo-liberalizmin yaygınlaştırılması değildir. Elbette, Türkiye’deki neo-liberal politikaların doğallığında burada da uygulanması olacaktır. Sömürücü ülke, sömürgesine anakaradaki ekonomik uygulamaları taşır.
TC’nin kendi ülkesinde de uyguladığı bu neo-liberal politikalara karşı bu coğrafyada da direnmek elbette çok önemlidir ama mücadele yalnız bu olursa bizi basit bir ekonomik mücadele hattına sürükleyecek, kolonyal ilişkileri bir kez daha örten bir perde görevi yapacaktır.
TC’nin dayattığı sosyo-ekonomik paketleri, nüfus taşımayı kolonyalist, sömürgeci politikalarının parçası olarak gördüğümüzde doğru zeminde mücadele olanağı bulacağız.
Ancak bugünün çağında doğru zemin, ulusalcı bir sömürge karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan, enternasyonalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı mücadele hattını örmektir.

15 Kasım 2012

Türkleştirme politikası!


Yukardaki başlığı okuyanlar, belki de onlarca kez okudukları türden bir yazı olduğuna inanıp, bu yazıyı okumayacaklar ama uyarayım bu yazı direk Kıbrıs’la ilgili olmayacak. Kıbrıs ile bağlantı kuracağız ama yazının omurgası ada olmasına rağmen Kıbrıs olmayacak…
Yazı, Türkiye’nin kuruluş sürecine dair de olmayacak, çünkü İttihat ve Terakki döneminde de Türkleştirme politikaları vardı ama bu yazının ilgisi ada üzerine…
‘Adalılar, İmroz’dan Gökçeada’ya’ (Güliz Beşe Erginsoy-İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006) kitabında “Türkleştirme politikası sırasında adaya getirilenler”den (syf 160) bahsedilmekte…
“1945 tarihinde Karadeniz Bölgesinden 45 aile İmroz’a gelmişti” (syf 160) diye başlıyor adaya getirilenlerin öyküsü… “1973 tarihinde ikinci toplu göç gerçekleşti. Trabzon’un Çaykara İlçe, Şahinkaya köyünden altmış bir aile (312 kişi) Dereköy yakınlarına yerleştirildi” (syf 165)
“14 Nisan 1964’te gençlik tarafından başlatılan ‘Türk’ten Türk’e’ alışveriş’ ve ‘vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyalarının hedeflerinden biri Rum okullarıydı” (syf 162) denmekte… 1957-58 yılın Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu kampanyalarını anlatır gibi anlatıyor. Bu kampanyalar daha önce de İttihat ve Terakki döneminde Anadolu’da uygulanmıştı.
Bu işler 1963 hızlandı; “Kıbrıs olayları, Türkiye İmroz ve Bozcaada’daki Rum azınlıkla ilgili ‘Türkleştirme olarak nitelendirilebilecek ve bugüne kadar devam eden bir süreci de beraberinde getirdi. İmroz’un nüfusunun yüzde doksana yakını Rum idi. Türk nüfusunun tamamına yakını devlet memurlarıydı. 1964’te adada yaşayan toplam Rum nüfusun 7000 civarında olduğu tahmin ediliyor” (syf 165-166) ve bugün ise Rum nüfus yüzlü rakamlara indi!
“İmroz Rumları; Gökçeada Üzerine” (Derleyen Feryal Tansuğ-heyamola yayınları, Ekim 2012) kitabında farklı kesimlerin yazıları ile ada ele alınıyor.
Elif Babül’ün daha önce “New Perspective on Turkey” adlı dergide İngilizce yayınlanan (2006) makalesindeki detay bize hiç yabancı değil;
“İmroz Cumhuriyet dönemi tarihi, genel olarak bir Türkleştirme projesine işaret eder. Bu projenin en temel araçlarından biri Osmanlı’daki uygulamaları takiben hayata geçirilen yeniden yerleştirme politikaları oldu. 1946’da Karadeniz’den getirilen 10 hanenin devlet eliyle adaya yerleştirilmesinden başlayarak ada sistemli bir göç ettirme, yerleştirme, istimlak ve yeniden isimlendirme projesine maruz kaldı. 1973, 1984 ve 2000 yıllarında sırasıyla Trabzon, Isparta, Burdur ve Çanakkale’den köylerini heylan veya baraj yapımı sebebiyle kaybeden göçmenler getirildi adaya. (…) Bugün adadaki dokuz köyden dördü ve bir büyük mahalle, devletin Anadolu’dan gelenleri yerleştirmek için kurduğu iskân köyleri karşımıza çıkıyor.” (syf 235)
Yazar “adanın Türkleştirilmesi yolundaki devlet müdahalesi yalnızca iskân politikaları ile sınırlı değil” diyor. (syf 235)… “Çanakkale’deki (…) taburun yerleştirilmesi”, “Türkçe-Yunanca karma dilde eğitim yapan okullarda Yunancanın yasaklanması”, “tarım açık cezaevi yapılması”, “Devlet Üretme Çiftliği kurulması”, “1970 yılındaki bir kararnameyle İmroz’un adının Gökçeada olarak değiştirilmesi ve adadaki köylere Türkçe ad verilmesi” diye nelerin yapıldığı ile bazı bilgiler veriyor…
Sonucundaki bilgi ise çarpıcı “1923’te 8500 Rum nüfusun yaşadığı adada 2000 yılına gelindiğinde Rumların Türklere oranı 200’e 8000 olarak değişmişti” (syf 236)
İsim değiştirilen yer, köy isimleri ile bağlantısı aklımıza geliyor yazarın şu tespitini okuyunca; “adanın adı her söylendiğinde tartışmalı tarihi tekrar canlanır ve söylenen ad, söyleyenin bu tarih içerisinde kendini nasıl konumlandırdığını belirginleştirir.” (syf 237)
İmrozlu Rumlar anakaraya göç ettiklerinde “yeterince saf” ve “yeterince Yunan” olmadıkları için yaftalanmışlardır. (syf 240)
“İmroz Rumları, kökleri ve adalı kimliklerine vurgu yapmak suretiyle Yunan Diasporası’na ait diğer gruplardan farklı olduklarının altını sürekli olarak çizmektedirler” (syf 241)
Adı geçen yazı içinde olan 1990’lı yıllarda İmroz meselesini AGİT’te dile getirmiş olan Roula’dan bir alıntı yapalım;
“İmroz’da yaşananlar işgaldir. O insanları oraya siz getirdiniz; bize ait topraklar üzerinde iskân köyleri kurdunuz! Topraklarımızı ulusal sebeplerden ötürü devletleştirdiğinizi söylediniz. Bu ulusal sebep nelerdir? Anadolu’dan insan getirmek için köyler kurmak mı? Bunun adı işgaldir.” (syf251)
Anadolu’dan bir adaya insan taşınması, oraya onlara rağmen yatırımlar yapılması, suçluların taşınması, askeri birlikler bulunması, bize tanıdık bir öyküyü hatırlatıyor.
Son alıntıyı ise şu çarpıcı paragraf ile yapalım;
“İmroz’da egemenlik haklarını elinde bulunduran Türk devleti, Rumların adaya sahip olmalarına değil, onu ancak yad etmelerine izin vermektedir. Ulus-devlet tahayyülü içerisinde İmroz, geri dönülecek bir yer olarak değil, yad edilecek bir yer olarak tanımlanmaktadır. Bu otoriter yeniden tanımlama, adanın Rum geçmişini geri döndürülemez bir tarih olarak kilitleyip vitrine kaldırmakta ve bundan sonra sadece yası tutulacak “nostalji” meselesi haline getirmektedir (…) Rum İmroz, siyasi değil kültürel bir mesele olarak müzeleşmiş, tavernaları ve Panayia eğlenceleriyle sadece yad edilebilen ve asla geri getirilemeyecek bir geçmişe hapsedilmiş tarihi kalıntı, nostaljik bir peri masalı haline getirilmiş olmaktadır” (syf 254-255)
Bu yazıyı okurken, bugün başka bir ada geliyorsa aklınıza, demek ki TC devleti en iyi bildiği işi yapıyor diye düşünüp, ‘hainlik’ yapmayın! TC devleti ne de olsa Osmanlı’ya dayanıyor. Fetihler, fethedilen coğrafyaların ‘yurt’ edinilmesi, nüfus taşınmasının kökleri ta Osmanlılara dayanıyor, bugün 21. yüzyılda devam ediyor…