Eski tartışmalar yeniden gündeme geldiğinde, terimler eğilip
bükülüp başka şekiller verilmeye çalışıldığında, aklımıza hep gene ne
saklanmaya çalışılıyor sorusu gelir.
SSCB tartışma süreçlerinde buna dair yüzlerce makale vardı.
Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal ettiğinde bunun aslında ilerici ve
devrimci bir tutum olduğunu anlatmak isteyen ‘sosyalist’ kesimler bu coğrafyada
da türemişti.
Yıllar sonra konu yeniden bir işgal mevzusuna geliyor,
TC’nin Kıbrıs’ı işgali… Gene teoriler havada uçuşmakta, TC’nin emperyalist
olmadığı, emperyalizm taşeronu olduğu bu nedenle “Türkiye değil, ABD ve AB
işgalci” olduğu söylenmekte…
Deniyor ki “Türkiye işgalci değil, işgalin bekçisidir.”
‘Kıbrıs’ın emperyalist işgali, TC hegemonyası’ tanımlamaları
bizi nereye sürüklemekte?
Türkiye’nin sömürgecilik faaliyetlerini örten, nüfus
taşımayı meşrulaştıran, olağanlaştıran bu düşünce üzerine konuşmak gerek.
2000 yılında basılan Ania Loomba’nın Ayrıntı’da çıkan Kolonyalizm, Postkolonyalizm eski bir
kitap, bizim kuşak siyasete giren herkes en az bir kez okumuştur…
Loomba, daha kitabın başında, ilk cümlede (syf 18) diyor ki
“kolonyalizm ve emperyalizm sıkılıkla birbiri yerine kullanılabilmektedir.”
Loomba, “kolonyalizm, başka insanların toprakları ve
mallarının fethedilmesi ve denetlenmesi olarak tanımlanabilir” diyor… (syf19)
Ayni sayfada Loomba diyor ki “yeni topraklarda bir “topluluk
oluşturma” süreci zorunlu olarak orada daha önce zaten bulunan toplulukları
bozma ya da yeniden oluşturma süreci anlamına gelir ve ticaret, pazarlık,
savaş, soykırım, köleleştirme ve isyanlar dâhil olmak üzere kapsamlı bir
pratikler silsilesini içerir.”
Loomba “modern kolonyalizm fethettiği ülkelerde haraç, mal
ve zenginlik toplamaktan daha fazlasını yaptı – fethettiği ülkelerin
ekonomilerini yeniden yapılandırdı, kendi ekonomileriyle karmaşık ilişkiler
içerisine soktu, böylelikle kolonileştirilmiş ülkeler ile kolonileştirilenler
arasında insan ve doğa kaynakları akışı başladı” da demekte…
Loomba, “postkolonyal çalışmalar büyük ölçüde, melezlik,
kreolleşme, mestizaje, arada kalmışlık, diyasporalar ve bilinç eşiği gibi
sorunlarla ve kolonyalizmin neden olduğu fikirler ve kimliklerin
hareketlilikleri ile geçirdikleri genetik değişimlerle uğraştı” (syf 198)
diyerek aslında bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığımız tartışmaların hiç de bize
özgü olmadığını belirtiyor.
Macaulay’un ünlü sözünü aktaran Loomba “kan ve renk
bakımından Kızılderili, ama beğeni, dünya görüşü, ahlak ve zeka bakımından
İngiliz olan kişilerden oluşan bir sınıf yaratmayı amaçlayan kolonyal eğitim
politikalarını “zihinsel ırk karışımı” olarak karakterize” edildiğini yazar
(syf199)…
Bu alıntıları çoğaltmak mümkündür, bunların Kıbrıs’ın kuzeyi
ile olan ilişkisini bulmak, bu tanımlamaların Kıbrıs’ın kuzeyini de anlattığını
fark etmek zor değildir.
Buradan yola çıkarak başına post ve neo kelimelerini koyarak
yani post-kolonyal ya da neo-kolonyal ilişkiler içinde veya hiç koymadan
kolonyal veya sömürgeci ilişkiler içinde Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini
sömürgeleştirdiğini söylemek mümkündür.
Türkiye bu sömürgeleştirme işini elbette emperyalist
ülkelerle istişare halinde, onların çıkarlarına hizmet edecek şekilde veya
bizzat onların taşeronu olarak yapıyor olabilir. Ancak bu Türkiye’nin Kıbrıs’ın
kuzeyini fethederek kolonlar taşıyarak sömürgeleştirdiğini ikinci plana itmez.
Eğer birileri çıkıp Türkiye’ye Kıbrıs’ın kuzeyi ile ilgili emperyalizmin
bekçiliği görevi verirse, işgalini yalnızca emperyalist çıkarlara bağlarsa, bu,
Türkiye’nin sömürgeci, kolonyalist faaliyetlerini örtmeye yarayan bir teorik
çaba olur…
Türkiye’nin kolonyalist tavrını örtünce nüfus taşıma işi
iyice içinden çıkılmaz bir soruna bürünür. Kolonlara, yerleşiklere göçmen
tanımı yapmak da bunun bir uzantısıdır. Bu teorik çaba ile Türkiye’nin kolonyalist
faaliyetleri bir kez daha örtülmeye çalışılır. Hızını alamayıp Türkiye’nin
buradaki ekonomik yaptırımlarını neo-liberal uygulamalara indirgemek de bu
çabanın uzantısıdır.
Kıbrıs’ta yazı yazmak zordur, çünkü geçmiş yazılanlar hep
unutulur bu nedenle iki not yazmak için parantezler açmakta yarar vardır.
İlk parantez, Latin Amerika’ya, dünyanın başka yerlerine
giden beyaz, Avrupalı yerleşikler, yüzlerce yıldır orda olmalarına rağmen
göçmen değildirler. Latin Amerika’daki yerli halkların temsilcilerinin iktidara
gelişi, Güney Afrika’da beyaz apartheid rejimine karşı mücadele oraya taşınan
kolonların oluşturduğu, koruduğu, sürdürdüğü rejime karşı verilen sömürge
karşıtı mücadelelerdi. Oraya taşınanlara kimse göçmen deyip bu sömürge artığı
rejimlerin siyasal olarak devam etmesini savunmadı. Çünkü sömürgeciler
taşıdıkları kolonlara imtiyazlar sağlayarak, onların rejimin bekçisi olmasını
sağlamışlardı. Göçmenlerin ise siyasi bir aktör olmadığını, ekonomik,
sosyo-ekonomik gerekçelerle göç ettiği, göç ederek onları taşıyan başka bir
gücün, militarist, ekonomik gücün olmadığını görmek önemlidir.
İkinci parantez, Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyinde nüfus akışı
daha önce de yazdık, 3 kısma ayrılabilir. İlk evresi 1975-1980 arasında
fethedilen topraklara yerleştirilen yani sömürgeciliklere direk bağlantısı olan
nüfus hareketidir. İkinci evre ise 1980-2000 arasında siyasal ve ekonomik
yapının kontrolü ve dönüştürülmesi için adaya gelişe teşvik edilenler yani sömürgecilik
süreci ile dolaylı bağlantısı olan nüfus hareketidir… 2000’den günümüze olan
evre ise ekonomik göçtür… Bu nedenle Türkiye’den Kıbrıs’a nüfus hareketini
konuşurken, bu aşamaları göz önüne alarak konuştuğumuzun hatırlanılmasında
yarar vardır.
Bir kez daha vurgulamakta yarar var, akılda tutmamız gereken
şey kolonyalizm, başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve
denetlenmesidir. Bu açından bakınca, TC’nin ekonomik paketleri basit bir
ekonomik yaptırım, neo-liberalizmin yaygınlaştırılması değildir. Elbette,
Türkiye’deki neo-liberal politikaların doğallığında burada da uygulanması
olacaktır. Sömürücü ülke, sömürgesine anakaradaki ekonomik uygulamaları taşır.
TC’nin kendi ülkesinde de uyguladığı bu neo-liberal
politikalara karşı bu coğrafyada da direnmek elbette çok önemlidir ama mücadele
yalnız bu olursa bizi basit bir ekonomik mücadele hattına sürükleyecek,
kolonyal ilişkileri bir kez daha örten bir perde görevi yapacaktır.
TC’nin dayattığı sosyo-ekonomik paketleri, nüfus taşımayı
kolonyalist, sömürgeci politikalarının parçası olarak gördüğümüzde doğru
zeminde mücadele olanağı bulacağız.
Ancak bugünün çağında doğru zemin, ulusalcı bir sömürge
karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan, enternasyonalist,
anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı mücadele hattını
örmektir.