26 Ocak 2002

Ortak Mücadele

Gerek YBH gerekse de YBH Gençlik olarak iki toplumlu etkinliklere çok fazla önem vermekteyiz.

Ortak vatanımızın tekrar birleştirilmesi sürecinde önemli bir araç olan iki toplumlu etkinlikler bu nedenle her zaman gündemimizde önemli bir yer tutar.

Ortak vatanımız için ortak mücadele teması ile sürdürdüğümüz bu etkinlikleri ne küçümsemeli ne de fazla abartmamalıyız. Ve en önemlisi bu mücadelenin yeni başlamadığını bilmemiz gerekir.

Her defasında, eski sendikacı, PEO üyesi kundura ustası Kamil Usta (Kamil Tuncer) ile sohbet ederken ‘ne kadar çok yaşanmış ortak mücadele vardı’ duygusuna kapılırım.

Onu ilk dinleme fırsatını YBH Gençlik olarak öldürülen sendikacı Derviş Ali Kavazoğlu’nu anmak için 7 Nisan 2001 tarihinde düzenlediğimiz anma etkinliğinde buldum.

Eski sendika liderlerindendi. 1 Mayıs 1958’de Kıbrıslı Türk ve Rum emekçilerin ortak düzenlediği 1 Mayıs sonrası teşkilatın (TMT) ölüm tehditine uğramıştı. Kavazoğlunun anma etkinliğinde bizlere uzun uzun 1950ler sonrası Kıbrıslı Türk ve Rum sendikacıların eylemlerinden ve başarılarından, kazanımlarından söz etti. Ve en önemlisi Kavazoğlunun yaşamı ile ilgili bilgiler verdi.

2002’nin Ocak ayı içinde tekrar sohbet etme fırsatında yine çok önemli bilgileri bizlerle paylaştı.

Benzer şekilde Kavazoğlu ile ilgili kısa bir sohbette İbrahim Aziz’den önemli bilgiler aldık.

Çok ilginçtir, yeni kuşağın birçok temsilcisi ortak verilen bu mücadeleden haberleri dahi yoktur.

Kazavoğlu, 1958deki saldırılardan sonra teşkilatın ölüm tehditleri üzerine Kıbrıslı Rumların bulunduğu bölglerde yaşamaya başladı. Bu olaylarda birçok sendikacı öldürülmüş, saldırıya uğramış yada ölümle tehdit edilmişti. TMT’in bu kanlı baskı süreçleri sankide bugün de devam ediyormuşcasına yeni sol kuşak bu insanları sahiplenemiyor. Onların sıkışan gettolarda gösterebildikleri gözü pekliğin çok azını gösterip onların eylemlerini sahiplenemeyenler ortak vatan, ortak mücadele üzerine nutuklar atıp, Ledra Palacedaki etkinlikler sankide yeni birşeymişçesine teoriler üretmektedirler.

Bu etkinlikler geçmişten gelen bir geleneğin ortak vatanımızın tekrardan birleştirilmesi için önemli bir araçtır. Geçmişteki ortak mücadeleleri görmezden gelerek bu mücadeleyi anlamlandıramayız.

Fazıl Önderin İnkilapçı Gazetesi yüzünden öldürüldüğünü birileri biraz daha uğraşırsa, hiç kimse hatırlamayacak. Yada Avukatlar Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan Cumhuriyet Gazetesindeki yazıları yüzünden öldürülmesi de yavaş yavaş tarihin tozlu sayfaları arasına karışmak üzere. Bu insanlar tüm baskı ve zora karşı ortak yaşamı savunmuş, ortak vatan için mücadele etmişlerdi.

Kavazoğlu yine kendi toplumu için mücadele verirken, Luricina yakınlarında yine kendi toplumundan bir öğretmen tarafından pusuda öldürülmesi aslında Kıbrıs’ın tarihinin anlatıldığı şekli üzerine yalnızca toplumların birbirlerini öldürdükleri bir süreç değildi.

Resmi tarih çok şeyi gizlemektedir. 1 Mayıs 1958 gecesi TEK (Türk Eğitim Kurumu) basıp yakan ve talan edenden bahsetmez resmi tarih. Yada 22 Mayıs 1958de PEO Türk İşçileri Bürosu sorumlusu Ahmet Sadi’nin düzenlenen suikaste ağır yaralanması,23 Mayıs da Abdurahman Cemal, 24 Mayıs da Fazıl Önder çarşının orta yarinde bıçaklanarak ve kurşunlanarak öldürülmeleri de yazılı değildir.

11 Nisan 1965 de Kavazoğlunu pusuya düşürenler toplumun beleğinde bilinir ama resmi tarih bunları da yazmaz.

Lefke Maden Grevindeki ortak dayanışmayı da boşuna aramayın resmi tarihin hiçbir yerinde bulamazsınız.

Kamil Ustadan dinledik, 8 saat çalışma ve sigorta hakkını Türk ve Rum emekçilerinin verdiği uzun ve dirençli bir ortak sendikal mücadele sonunda elde edildiği de resmi kayıtlarda yoktur.

Onlara göre biz yüzlerce yıldır birbirleri ile kavgalı iki toplumuz ve asla bir arada yaşayamayız. Ama onların karartmalarına inat, ortak bir vatan ve ortak bir mücadele için Kavazoğlularını, Ahmet Sadileri yada Fazıl Önderleri ve diğerlerini unutturmaycağız. Çünkü onlar bizlerin ortak vatan bilincinin yapı taşlarıydılar.

Ve genç kuşaklar yaşananları ve fedekarlıkları öğrendikçe yeniden Kıbrıs’ın çokkültürlülük temelinde birleştirilebileceğini anlayacaklar.

Nasıl ki hala daha ‘Che’yi unutturmayacağız’ şarkıları ile Küba sokakları şenleniyor ve birileri bundan ürküyorsa biz de sokaklarımızda ortak vatan için mücadele edenleri unutturmayacağız birileri korksa da!!


Yazı Yeniçağ ve Haravgi gazetelerinin yazı değişimi çerçevesinde güney Kıbrıs'ta yayınlanan Haravgi Gazetesinde yayınlandı

21 Ocak 2002

Sol üzerine düşünceler

Kıbrıs’ın kuzeyindeki sol oluşumların konumu bir süredir ilgimi çekmektedir.

Sezai Sarıoğlu’nun Birikim Dergisindeki iki yazısındaki sol üzerine düşünceleri bizim yaşadıklarımıza da uygun düşmektedir.

Sezai Sarıoğlu’nun Birikim Dergisinin 146. sayısındaki “Yitik ÖDP Masalları” ve 152-153. sayısındaki “değişmek de değişmemekte yordu beni” başlıklı yazılarında sol üzerinme özellikle 80 sonrası sol akımlar üzerine değerlendirmeler yer almaktadır.

Sarıoğlu’ndan bazı alıntılar aktaralım ve tartışmaları bu temelde düşünelim:

“teoriye ve ve kitaba bu denli vurgu yapmama ve sıkça “bunca kitap okumamaya nasıl vakit bulamıyorsunuz”un altını çizmeme karşın, Türkiye muhalifleri arasında devasa bir söz fazlalığının (teori ve kitap fazlalığı değil) olduğunu ve bu sözlerin hayatta hemen hiç karşılığının olmadığını düşünenlerdenim” (Birikim 152-153)

“En büyük sorunlarımızdan biri ağzımızdan çıkan sözlerle (teori değil söz!) hayatımızdaki karşılı arasında çok büyük bir mesafenin olması değil midir... sürekli olarak o boşlukta deviniyoruz ve boşluğu yeniden üretiyoruz... Gerekçelerimiz çoksa da gerekçelerimiz de boşluk içinde tınlayıp duruyor.

...

Denebilir ki, uzun zamandır okumak, Türkiye gündeminden düştü. Bunun anlamı, dünyayı yorumlama işi artık devrimciler arasında değerli bir şey olmadığıdır.

...

Okuma veya kitap korkusu ile sokak korkusu birleştiğinde, sorunlarımızın bir kısmını anlamayı başlıyoruz demektir...” (Birikim 146)

“12 Eylül öncesinde teorik referansları, bunun her sektörde aldığı biçimler bir yana, verili devrimci tipi hayatla/sokakla somut bağı olan insanlardı. Bu bir tür doğal militanlık, doğal önderlik olarak adlandırılabilir... bu nedenle her militan için sokağın/hayatın dilini bilmek temel ama çok doğal bir halidir.. Bu öykü aslında, devletin ve kapitalizmin tersi olmaya çalışan asi ve aksi sokak çocuklarının koştura koştura devrime ve sosyalizme varma çabalarının öyküsüdür.. Belki de bu nedenle, sosyalist insan profilinin 20 yıllık evrimi, sokağın/hayatın ya da pratiğin referans olmaktan çıkmasıyla birlikte eski militanın hızla aşınması ve başka birşeye dönüşmesidir. Ve sonuçta giderek sisteme ipsiz bağlanmanın ya da sisteme dönmenin kural hale gelmesi ama bunun itiraf edilememesinin yarattığı tekil çoğul travmalar...

Şu söylenebilir: Sosyalist insanın ’80 sonraki evrimi herşeyden önce, sokağın/hayatın/pratiğin referans olmaktan çıktığı insan tipine evrimidir” (Birikim 152-153)

“Sokak korkusunun hayatlarımızı belirlediği bir dönemden geçmekteyiz. Legal ve illegal bütün devrimci sektörler gibi ÖDP’de bu sorunsalın içinde devinmektedir. Demeç ve basın açıklaması kültürünün partide asal mekanizmalardan biri olması ile sokak korkusu arasında, böyle nesnel ve tarihsel bir ilişki söz konusu olamaz mı?”

Bu alıntılar aslında kuzeye bakıp okunduğunda da yerini bulmaktadır. Sol kültürü özellikle 80 öncesi Türkiye’den karbon kağıdığı gibi kopya edip getirenler ayni anda ordaki evrimi de yaşamaktadır.

Sol kültür(süz)lüğümüz aslında bunlarla okunduğunda anlam kazanmaktadır.

Dünyada yeni bir süreç yaşanmaktadır ve küreselleşme ciddi bir tartışma konusu olarak gündemimizi oluşturması gerekirken bu bizim için de çok önemli bir gündem maddesi oluşturmamaktadır. Meksika’da Zapatistaların öncülüğünü 97 yılından beri başını çektiği, son dünyadaki çeşitli kentlerdeki binlerce kişinin katılımı ile gerçekleştirilen eylemlerle adını duyuran küreselleşme karşıtlarının konumları da bizler için ciddi bir gündem değildir. Ocak 2001de Davos kentinde toplanan Dünya Ekonomik Formuna alternatif Brezilya’nın küçük kasabası Porto Alegre Dünya Sosyal Formu binlerce sendikacı, örgüt üyesi ve parlamenterle toplanmış ve kararlar alınmış ama bizim solcularımızın bundan da pek haberi yok çünkü gündemimizde değil. Hatta bu yazıyı okuduğunuz sırada bu Formun ikincisinin hazırlıkları sürmektedir ama biz bunu haber yapma ihtiyacı bile duymamaktayız.

(http://www.forumsocialmundial.org.br/eng/index.asp)

Yada çok fazla medyadik olmayan ama nüfusunun yarısı yıllardır Cezayir çöllerinde yaşayan, dünyanın pek çok ülkesinde bağımsızlığı desteklenen ama Fas Krallığı tarafından bağımsızlığı tanınmayan Sahara da bizler için çok uzak.

Ezber bozması yap(a)madam Stalin-Trokçi tartışması yapıyor yarım yamalak okuduğumuz kitaplardan alıntılarla. 72 yıllık sosyalizm deneyimini bir çırpıda kötüleyip yolumuza devam edebilmekteyiz. 72 yıllık deneyim ki herkese iş, barınma sağlık ve eğitim gibi temel insan ihtiyaçlarını dünyanın en büyük ülkesinde 72 yıl yaşatabilmiş olmanın, tekonolijide uzaya ilk insanı gönderebilme onurunu ve gurunu yaşamayadan kirletilen tartışmalar içinde boğuluyoruz. Komün deneyimi de üzerinde çok tartışıldı. 1800 yıllara damgasını vuran 90 günün deneyimi ile 72 yıllık gelenek yaratılmış ve sosyalizm kendini tüm olumsuzluklara rağmen gene gündem olarak dayattığı bugünün koşullarında sol hala daha ezberini bozamamaktadır. Takılmış plak gibi “AB emperyalist bir kurumdur” deyip durmaktayız başka bir şey üretebildiğimiz yok...

1990larda yaşanan Sovyetler Birliğindeki süreci birkaç istisna dışında çar çapuk yazılmış birkaç yasak savma şeklindeki köşe yazısı ve açıklama ile geçiştiren bir sol kendini ne kadar yenileyebilir.

ÖDP, eşcinselleri, hayat kadınlarını gündemine aldığında Türkiye solu fena karışmıştı. Biz ise hala daha bu sorunun yanına bile yaklaşmadık.

Dünyanın merkezinde kutsal bir ırkın üyeleri(!) olan bizler için (ve elbette tüm dünya içinde en önemli gündemi olması gereken(!!)) Kıbrıs Sorunu üzerine ezber bozmayan nakaratlar üzerine yapılan tartışmalarda ömür tüketmekteyiz. Hatta birazda zorlayarak da olsa ezber bozan açıklamalara ne olur ne olmaz diye pek de itibar etmemekteyiz.

Top yekün yeni bir sürece girdiğimiz teorisini yaptığımız Kıbrıs sorunu üzerine yeni söylenen birşeyin olmaması da çok ilginçtir. Çok masum talepler bile gündemde yoktur. Madem anlaşmaya gidiyoruz sınırdaki askeri birlikleri birbirlerinden uzaklaştırılması, iki toplumlu projelerin önündeki engellerin kaldırılması, çözüm sonrasına yönelik somut çalışmaların başlatılmasına yönelik projelerin yaşam bulması gibi çözüme katkı koyacak talepler de solun çok da gündeminde değildir.

Kuşun yaşama yabancılaşması ve kapısı açık olduğu halde kafesini terk etmemesi gibi bizde özgürlüğe yabancılaştık, elimizden ‘Kıbrıs Sorunu’ oyuncağımızda alınırsa biz neyi konuşuruz derdine bile düşenimiz vardır belkide..

“Bütün mümkünlerin kıyısındayız” ama biz hiçbiryerdeyiz..