18 Ekim 2007

Rüzgâr yönünde yaslananlar ya da rüzgargülleri


Rüzgargüllerimiz çoğalıyor, rüzgar esiyor rüzgargülleri dönmeye devam ediyor, rüzgar esiyor, kamışlar bazen hafifçe, bazen de yere en yakın noktaya kadar eğiliyorlar, buna olsa olsa yaslanma teorisi diyebiliriz ya da eski adıyla kamış politikası herhalde…
Ve bugünlerde rüzgargüllerimiz daha hızlı dönmeye devam ediyor…
“BKP Basın Bürosu'ndan yapılan yazılı açıklamaya göre Birleşik Kıbrıs Partisi Genel Sekreteri İzzet İzcan başkanlığındaki heyet, Yakın Doğu Üniversitesi Kurucu Rektörü Suat Günsel'i ziyaret etti. Görüşmede, yüksek öğretimdeki sorunlar ve yapılması gerekenler hakkında görüş alış verişinde bulunuldu. Görüşme sonrası BKP heyeti Yakın Doğu Üniversitesi'nin ilerleyen aylarda faaliyete girecek olan Diş Hekimliği ve Eczacılık fakültelerini de ziyaret ederek incelemelerde bulundu”…
Bu bilgileri BKP Basın Bürosu dağıttı, TAK da haberleştirdi…
Yakındoğu Üniversitesi’ni ziyaret eden BKP heyetinde Abdullah Korkmazhan da vardı. Yürütme Kurulu üyesi ve BKP Gençlik Kolları Başkanı olan Korkmazhan 7 Kasım 2006’da “liberal politikalarla eğitimin ticaretleştirildiğini, üniversitelerin bilim yuvaları olma özelliğini kaybettiğini ve sermaye çevrelerinin kâr elde etme kapılarına dönüştüğünü” söylemişti. (Kıbrıs Gazetesi)
14 Mayıs 2007 tarihinde Kıbrıs Gazetesinde de yayınlanan Eczacılar Birliği Başkanı Fatma Azgın’ın yazılı açıklamasında da "bir yıldan beridir hükümet ve ilgili bakanlıklar, açık ve şeffaf olmadan, meslek örgütlerimizle görüşmeden, el altından, siyasi pazarlıklar sonucu olduğu izlenimi yaratacak biçimde YDÜ Eczacılık Fakültesi kurma ve faaliyete başlama izni vermiştir. Ülkemizdeki yüksek öğrenimle ilgili gerçekler ve yasalara bakılmadan, hatta aykırı biçimde bu faaliyet sürdürülmektedir" demişti… Ertesi gün de Eczacılar bayramlarını eylemle kutlayıp, eczaneleri kapatmışlardı. Azgın, eylemleri sırasında TAK'a açıklamalarda bulunmuş ve “YDÜ'den YÖDAK'a eczacılık fakültesi izni için bir başvuru olmadığını, YÖDAK'ın da konuyla ilgili verilmiş bir izni bulunmadığını” söylemişti. Konun çözüldüğüne yönelik basına yeni bir haber yansımadığına göre bu açıklamaları son ve güncel kabul etmemiz gerek…
Tümünü birlikte okuduğumuzda “sermaye çevrelerinin kâr elde etme kapılarına” dönüşen ve izinsiz bölümler kurup eğitim yapmaya çalışan bir yeri BKP heyeti ziyaret etti, karşılığında sahibinden teşekkür almış, BKP Basın Bürosunun açıklamasına göre…
Bu koşullar altında BKP’nin bilimsel, parasız eğitim ile ilgili yapacağı açıklamaların değeri var mı?! Benzer şekilde Tabipler Birliği ve Eczacılar Birliği’nin yükselttikleri sesi duymayarak gidip YDÜ’yü kutsayanlar yarın ne şekilde ve hangi koşullarda ‘dayanışma’ diyerek bu örgütlerin eylemlerine katılacaklar ya da destek açıklaması gönderecekler… Elbette gönderecekler çünkü her şey unutulur…
Nasıl ki BKP ‘meclis’te ‘Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyetine limanlarını açmasın’ diye el kaldırıp kararın geçmesine onay verip sonra Kıbrıs Cumhuriyeti seçimlerinde Hristofiyas’ı destekleriz dediğinde kimse hatırlamazken, yine herkes her şeyi unutacak…
Rüzgâr ne yandan eserse o yana biraz bükülmekten çok bir şey çıkmaz, rüzgâr kuzeyden esersa anaya, güneyden esersa yoldaşa doğru yaslan da korkma nasılsa kimse hatırlamaz…
KSP başka komedi… Kendileri kalemi ellerine aldılar mı, bütün dünyayı devrimci fethe çıkanların isimlerine, ‘pozitif detay’ adıyla çıkan dergide rastlamak mümkün… Dergi künyesinde KSP Merkez Komitesinin büyük kısmını bulmanız mümkün… Ama içinde KSP’yi çağrıştıracak hiçbir şey yok… Tek onlara ait Radyo Ekim reklâmı, onun dışında tümü renkli kuşe kâğıdına hazırlanan aktüel dergideki Yusuf Alkım’ın yazısını okuyanlar çenelerini yerden toplayabilirler… Sanki de başına taş düştü. Gayet yumuşak, ne Sosyalist Gerçek Gazetesindeki köşesindeki yazılardan iz var, ne de keskin anti-emperyalist cephe sloganlarından… Rüzgâr yönünde yaslanıyor yoldaşlar amaç reklâm toplamak, kapitalizme doğru yaslanıyorlar ama kendilerine sorarsanız nice devrimci teoriler duyacağınıza eminiz. Komintern belgelerinden, Komintern’in 6. ve 7. Kurultayında sloganlaşan ‘anti-emperyalist birleşik cephe’yi nasıl aşırdılarsa ve 60 yıl sonra yine önümüze koydularsa, nasılsa kimse hatırlamaz yine bir yerlerden yine bir şeyler aşırıp önümüze korlar, biz hain, işbirlikçi onlar sosyalist olurlar… Yaslan da korkma, dergi köşelerine fiyakalı resimlerini koyup, fiyakalı yazılar yaz, rüzgâr tarafına yaslan da korkma zaten hatırlatan olmaz…
Ya diğerleri? Yaslanıp duruyorlar, kimin nerde olduğunun izi kayboldu, acaba ilk nerdeydiler, nereye geldiler, bu yaslanmış halleri mi yoksa doğal halleri mi anlamak; zor ama boş ver, dert etme zaten herkes yaslanıyor, bükül de korkma bunca eğri arasında senin de eğriliğin anlaşılmaz…
Günü geldiğinde iki büyük sosyalist slogan atan, en devrimci sen olun, o yüzden yaslanma teorisini , kamışlar üzerine çalışmalar yap, ne kadar eğilebilirle ilgili bilgilerini geliştir…
Bu durumu anlamaya çalışanlar boşuna uğraşmasın, buna dense dense rüzgargülleri teorisi denir, başka bir şey değil…

12 Ağustos 2007

Marx Altınkumsal'daydı


Bazen öyle anlar olur oturup uzun uzun teorik şeyler yazma ihtiyacı ortaya çıkar. Kimi zaman da öyle şeyler olur, yazılması çok da gereksiz mecburi yazılar ortaya çıkar…
YKP Gençlik’in düzenlediği kamp[1] için hazırlanan afişi bir zatı muhterem sayesinde bir süredir tartışıyoruz[2]. Tartışma yalnızca afişle kalsa iyi, önce Marx üzerine anlamsız cümlelerle biriktirilmiş teorik sorun olarak karşımıza çıktı, sonra Marx’ın denize girme ve dinlenme konusu gündeme taşındı.
CTP-DP-CTP menşeli eski DGD’li, güçlü self determinasyoncu şimdiki teorik birikiminin yeri ve yurdu bilinmeyen bu büyük düşünür, afişe ve afişteki kullanışa takılmış…
Yenidüzen Gazetesine gönderilen cevap yazısında[3] da söylemiştik duyarlılık afişin tahrif edilmesiydi ki bundan geri adım atıldı, gerçi üstüne konuşulanlar tahrifatı anlamsız gerekçelere dayandırmaktaydı ama neyse, ana konu bu olmadığı için tali konuya takılmak gereksiz…
Gerçi yazar birçok ciddi hatayı ve düzeysizliği de içinde barındıran yazılar yazmıştı, bu bile tartışmamayı içinde taşımasına rağmen yine de cevap yazalım dert anlatalım dedik, yazar anlamazsa ahali anlar, belki teoriye katkısı olur diye düşündük…
Hata denmesi bir tür, ‘tartışma götürecek’ şeyler anlamı içermiyor, ciddi başlıklar. Mesela yazar ilk yazısında “ölümünün üstünden ikiyüz yıl geçti” demişti. 1818 – 1883 arasında yaşamış Marx’ın değil ölümünün, doğumunun üzerinden bile hala 200 yıl geçmemiş durumda… Yazar diyor ki Lucién Febvre, “20.yy’ın en büyük tarih yazıcılığı ekolünün, kurucusu”, “en büyük” kendisi için olabilir ama bunun somut olarak ispatı olamaz. Febvre, tikel tarihi ön plana çıkaran Fransız tarih okulu Annales’in kurucusu… Kendinden sonraki birçok tarihçiyi etkilemiş olması bir kişiyi nasıl en büyük yapar bilinmez… Bilip bilmeden “Allahtan, Stalin hayatta değil... Yoksa ÇEKA çoktan birkaç ajanını görevlendirmiş olurdu” yazabilmekte… ÇEKA eski Sovyetler Birliği Gizli servisi. 1919’da kuruldu. 1922’de ÇEKA lağvedildi ve yerine Devlet Politik Direktörlüğü GRU kuruldu. Yani ÇEKA, GRU, OGPU, NKGB, NKVD, GUGB, MGB, KI ve son olarak KGB haber alma ve diğer işler için kurulmuş gizli servislerdi. Yazar 1919-22 yılları arasındaki ÇEKA’ya atıfta bulunarak ne yapmaya çalışıyor bilinmez… En önemlisi son cümleydi, bir kadın adı olan Zennube’yi anarak; “gelsin gitsin, Zennube” demenin ‘derin’(!) anlamını yazarın düzeyine inmeden okuyucunun hayal gücüne bırakıyorum… Yazar, 25 Mart -13 Nisan 1866 tarihleri arasında deniz kenarında bir şehir olan Margate’de tatilde olmasına rağmen, onu hiç tatile çıkmamış da ilan edebilmişti ikinci yazısında… “Orak Çekiç, Bolşevik’lerin bir sembolüdür ve ilk Bolşevik fraksiyon, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin İkinci Kongresi’nde Lenin tarafından kurulan bir topluluktur. Tarih: 1902’dir” cümlesi de birçok kaynak tarafından doğrulanmamakta, bazı kaynaklarda “orak ve çekiç sembolü 1917/18 yıllarında kullanılmaya başlandıysa da resmi olarak kullanılmaya 1922 yılında başlanmıştır. Daha önce Kızıl Ordu’nun üniformalarında ve madalyalarında keplerinde vb. kullanılmıştır” denmekte… Bunun gibi başka düzey, mantık ve bilgi hatalarına rağmen biz dert anlatmaya gene de deneyelim bay yazara…
Marx karakteri bir afişte nasıl kullanılmalı? Bu aslında peygamberin resmi veya karikatürü çizilebilir mi, nasıl çizilir sorusu ile tıpatıp aynidir. Aslında herhangi bir karaktere anlamlar yükleyerek, onu özel bir yere koymak ve onu yaşamdan kopartarak, ulaşılmaz ve dokunulmaz kılmak yani yabancılaştırmak için yapılan böylesi tartışmalar bizleri çok da ilerici bir noktaya taşımaz, tersine yalnızca dogmalar için boğulmamızı sağlar…
Bu tip tartışmaların bazı taraflarına göre Marx, Engels, Lenin, Mao, Stalin ve benzerlerinin belli çizim şekilleri, sunuş biçimleri vardır. Belli tartışma biçimleri vardır. Onlar tartışmayı Spinoza’nın da anlattığı gibi “iyilik-kötülük” ekseninde sunarlar ama yaşamda “iyi-kötü” vardır. Değer kipleri olan “iyilik/kötülük” yerini varoluş kipleri olan “iyi/kötü” olarak almazsa ve “iyi” ve “kötü”, “nesne, ama göreli ve kısmi bir ilk anlam taşırlar: Doğamızla uyuşan veya uyuşmayan”[4] şeklinde tanımlanmazsa, “değer kipleri” emir kipine dönüşür, tartışmadan ve “bilgi edinme” sürecinden koparılır, kutsallaşır. Kutsallaştırılan “değer” dogmaya döner. Marx bulunduğu dönemde, en fazla düşüncelerinin bir dogmaya dönmemesi için mücadele etti ve bizi eleştiren yazıda da alıntısı yapılan Marx’a mal edilen sözde olduğu gibi, Marxizm böyle bir şeyse Marx bile Marxist olmadığı ilan etmişti zaten…
Bu yönüyle Marx’ın ‘kutsallaştırılarak’ yabancılaştırılmasına karşıyız… Marxizm birçok makalede de belirtildiği gibi bir yol haritası, bir kılavuz, bir araçtır. Marxizm tapılacak kutsal bir din ve Kapital kutsal bir kitap değil, yeni bir toplumu, komünist bir düzeni yaratma için mücadeledeki araçlar olarak algılanmadığı sürece, bir dönem Moskova’dan dayatılan teorilerle büyüyen ve yaşayan pro-Sovyetik örgüt modelleri ve bireyleri ortaya çıkar ki bunların da ilk sallantıda yıkılması içten bile değildir. Yıkıntıların sonucunu hala yaşamaktayız. Bu tip bireylerin ve örgütlerin saf değiştirmesini 1990 sonrasında yaşamıştık, sapmalar hala devam ediyor. Çernobil ve Perestroika etkisi hala bu yüzyılda da sürdürüyor…
Bu noktada Marx, Engels ve diğerlerinin hangi şekilde ve biçimlerde kullanılacağına da küçük örnekler verelim. İletişim Yayınları Marshall Berman’ın “Marksizmle Maceram”[5] kitabının kapağında bir Marx karikatürü kullanmıştı, bu karikatürün Marx’a mı, yoksa başka birine mi benzediğini tartışmak işimiz değil, işi edinenler elbette tartışabilir… Yılmaz Okumuş, ''Karl Marx Trabzon'da doğsaydı'' fikrinden yola çıkarak Laz Kapital'i[6] kaleme almış, kapağında da Laz burunlu bir Marx koymuştu. Okumuş’un deyişi ile “Tamam, kabul etmek lazım, Emperyalizum karşusinda ilk yarıyı yenuk kapattuk. Şimdi soyunma odasında yaralarumuzi sarayiruz (…)Şimdi ikinci yariya çikacağuz. Ara tiransferde kadroya Çavez’i ve Maradona’yi da kattuk. Kadromuz fena değildur, yürekten oynarsak bunlarla başa çikabiluruz” diyor ama bu espriyi anlamayıp bir sürü “teorik” alıntıyı da birilerinin hemen yapıp Marx’ın Karadenizli olamayacağını ve bütün diyalogların Marxizm karşı yapılmış değerler kipinden “kötülük” olduğunu yazacaklarına eminiz… Neysa, devam edelim, Howard Zinn de “Marx Döndü”[7] diye bir kitap yazmıştı. Aykırı Yayınları da İletişim Yayınlarının Marshall Berman’ın kitabı için kullandığı karikatürün aynisini, farklı bir şekilde kitabın kapağında kullanmıştı. Tek kişilik tiyatro oyunu olarak Howard Zinn tarafından kaleme alınan kitap, duvarda 1990’lardan kocaman bir gazete küpürünün üzerinde “Marx öldü” yazması ve Marx’ın pişik der gibi bir işaret yaparak başlaması da “aşağılayıcı” bulanabilir ama Marx’ın kendi kaleminden bugüne dair Marx sorgulamalarına Marx’ın bir elinde birası ile cevap verdirilmesi dâhiyaneceydi…
YKP Gençlik’in afişine de normalde fikir veren bu oldu aslında…
Evet, gerçeği söylemek gerekirse Marx yeniden döndü ve Altınkumsal’da bizimle beraberdi. Tarihler 3 Ağustos’u gösteriyordu. Soho’ya gittiğinde toplu taşımayı tercih etmiş otobüsle gitmişti ama Kıbrıs’ta toplu taşımacılık olmadığından dolayı oraya kendi olanakları ile ulaştı. Orda buluştuğumuzda, zaman kendisine iyi gelmişti, eski fiziksel hastalıklarından pek iz de görünmüyordu. Gerçi Yenidüzen yazarı onun birçok rahatsızlığı olduğundan bahsediyordu ama 2007 itibari ile, adeta “yeniden” doğmuş gibiydi.
Ona sormadan, 1990ların başında ‘Marx’ı öldü’ ilan edenlere inat, ne fiziksel, ne teorik dinginliğinden hiçbir şey kaybetmediğini göstermek için, bizlerin Bandabuliya’dan kendisine aldığımız orak çekiçli mayosu ile tüm gün kah tartıştı kah bizimle beraber ‘sosyal’ ilişkilere girdi Altınkumsal’da... Dedikodu gibi olacak ama bazılarının yazdıklarını da çekiştirerek “eğer bunlar Marxist iseler ben bir kez daha caydım, Marxist falan değilim” diye vurgulamıştı… Dinçti, kendisini öldü sayıp gidip sağ bir parti kadrolarında, orda burada kendi aleyhine çalışanlara da kızgındı. Hatta bazılarının geri döndüğünü iddia etmelerine rağmen bir yanlarını orada bıraktıklarına inanmaktaydı. Bakmayın demişti bize, “benden alıntı yapan nicelerini gördüm, benim düşlerime düşüncelerime düşman”... Evet Marx, Altınkumsal’da bizimle beraberdi, hoş sohbet 3 gün geçirmiştik kendisiyle, bol bol “Komünist Manifesto” okuyarak…
“Marx in Soho” ya da Türkçeye çevrilmiş hali ile “Marx Döndü” bazılarının olmasa da birçoklarının zihnini açıcı nitelikte önemli bir kitap… Bulup okunması her tür “sağ” ve “sol” sapma hastalığına iyi gelecek nitelikte…
Sembollere yeniden dönmek gerekirse, ilk kirlenmenin Che’nin yeniden tüketilmesi ile ortaya çıktığı söylenebilir. Che’yi tüketemeyen rejim, onun “cilalı imaj” devrine uygun ürünlerini piyasaya çıkararak tüketmeye çalıştı.Cilalı imaj devri çocukları Che’yi t-shirtdeki resmi ve “gerillanın el kitabı” ile bilirler ama onun düşlerinin peşine takılıp önce Afrika sonra Bolivya dağlarına sürükleyen “sosyalizm ve insan” kitabındaki düşüncelerinden haberdar değildirler. “Sosyalizm ve İnsan” veya Che’nin deyişi ile ‘21. Yüzyılın insanını’ yaratma mücadelesi ile onu anlamamanın bireyleri taşıyacağı yer ancak bu kadar yanlış olabilirdi. Tam bu noktada ‘kutsal’ bir karşı duruşu belirmekte yara var: Meksika dağlarında Marcos… Marcos, 90’ların ortasından beri gerilla ve toplumsal hareket mücadelesini sürdürmekte ama imaj devrinde yüzünü kimseler göstermeden… Hala kimliği bilinmiyor. O, maskesinin ardında bir halk olduğundan bahsediyor, komutanı halk olan bir ordu, kendisinin de komutan yardımcı olduğundan…
Marcos’un pipolu ve maskeli fotoğraflarına rağmen kimse onu tüketemiyor çünkü o tüketilmeye karşı, yüzünü de, kimliğini de gizleyerek meydan okuyor…
Tam da bu noktada başlıyor, bize ait olanları tüketmeye çalışan kapitalizme karşı, bizim olanların yeniden üretilerek bugünden, yeniden özü ile birlikte kullanılması… Kitlelere yabancılaştırılmış Marx bir tiyatro oyunu olarak kitlenin karşısına dikiliyor ve komünizmi anlatıyor. Kıbrıs’ın kuzeyinden silinmeye, kötülenmeye çalışılan Marx kalkıp Altınkumsal’a, dostlarının yoldaşlarının arasına geliyor, düşleri ve fikirleri ile birlikte…
Marx’ı yalnız ekonomist, ya da yalnız felsefe yönüyle ille dayatmaya çalışanlar var. Marx’ın düşüncelerine ille ‘dokunma’dan sahip çıkmak isteyenler var. Tam bu noktada Rosa Luxemburg’un sözünü hatırlatıp devam edelim: “Marx'in genel tutumuna paralel olarak, onun kapital'i katî ve değiştirilemez gerçekleri içeren bir kutsal kitap değil; aksine daha öte çalışmalar, daha ileri bilimsel araştırmalar ve gerçek için yapılacak daha öte mücadelelere teşvik eden tükenmez bir kaynaktır”… Bu nedenle ondan sürekli alıntı yapmak değil, onun kaleminden bugünü okuyabilmek ve yazabilmektir aslolan…
Bu noktada dikkatimizi bir şey çekiyor. Bizi eleştiren yazar, sürekli olarak Marx ve Engels dönemine yönelik alıntı yapıyor. Bunun anlamı şu, ‘en son 20-30 yıl önce okumayı bitirdik, şimdi sermayeden yiyoruz’… Marx okumalarını biz 90’ların ortasında tamamladık. Önemli olgular ve çelişkiler olduğunda yeniden okumalar dönüyoruz ama bugünü anlamak için ileri okumalar önemli. Mesela Alfredo Saad Filho tarafından hazırlanan “Kapitalizme Reddiye” kitabındaki[8] “sermaye, sömürü ve çelişki” bölümünü okumak, Marx ve Engels’in bu konudaki yazılarını tekrar etmekten daha ilerici ve bugünü anlamaya yönelik daha yapıcı bir eylemdir. Ayni yazarın “Marx’ın Değeri”[9] kitabı da dün ve bugün arasındaki ilişkileri anlamak için önemli birikimler sunuyor.
Son söz olarak söylenebilecek aslında afişin görevini hakkı ile yerine getirdiğidir. Uzun zamandır pek de gündemde olmayan bir Marx polemiğini bizlere hediye etmiş olması, eski tüfeklerin eski alışkanlıklara tartışamaya yaklaşımları ve yeni kuşağın kendilerini kendi biçimleri anlatma denemeleri de ‘tartışmaya ön giriş” olabilecek nitelikteydi…
Ama aramızda kalsın, Marx gerçekten Altınkumsal’da bizimle beraberdi…
----------------------------------------------------
[1] www.ykpgenclik.org/kamp2007
[2] “Yüz yılların posteri” ve “Zurnada peşrev, zırvada tevil olur mu?”, Nazım Beratlı, 5 ve 11 Ağustos 2007, Yenidüzen Gazetesi
http://www.yeniduzengazetesi.com/index.php/cat/1/col/34/art/5977/PageName/Haberler
http://www.yeniduzengazetesi.com/index.php/cat/1/col/34/art/6020/PageName/Haberler
[3] Murat Kanatlı, 7 Ağustos 2007 Yenidüzen Gazetesi ve 10 Ağustos 2007 Yeniçağ Gazetesi
[4] Spinoza, Pratik Felsefe, Gilles Deleuze, Norgunk Yayıncılık, s.29-32
http://www.ideefixe.com/kitap/tanim.asp?sid=G3DK4G1PSP7P1R3DF7W0
[5] Marksizmle Maceram, Marshall Berman, İletişim Yayınları, Nisan 2005
http://www.iletisim.com.tr/iletisim/book.aspx?bid=1140
[6] Laz Kapital, Yılmaz Okumuş, Epsilon Yayıncılık, Mayıs 2006
http://www.ideefixe.com/kitap/tanim.asp?sid=O3VW5MO0MK1KF1MGWSCY
[7] Marks Döndü! Howard Zinn, Aykırı Yayınları, Ekim 2002
http://www.ideefixe.com/kitap/tanim.asp?sid=MDS61XO72D8D0M1PYR8X
[8] Kapitalizme Reddiye (Marksist Bir Giriş), Hazırlayan: Alfredo Saad-Filho, Yordam Kitap, Ocak 2007
http://www.pandora.com.tr/urun.asp?id=146017
[9] Marx'ın Değeri 'Çağdaş Kapitalizm için Ekonomi Politik', Alfredo Saad-Filho; Yordam Kitap, Kasım 2006
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=7

24 Mayıs 2007

Yalan rüzgarları


Kıbrıs’ın kuzeyinde siyaset Brezilya dizilerini de geçti. Kimin kiminle ne düzeyde ilişkisi var, artık anlaşılamıyor…

‘Evet’ deyip başlayan ‘ama’ ile bağlanan ve günün sonunda ‘hayır’ demek olan cümlelere alıştıydık ama artık ‘hayır’ diye başlayan cümlelere güvenmek de imkansız hale geldi… CTP Genel Sekreteri Kalyoncu hayır deyip başladığı cümlede Annan Planı görüşmeleri sırasında AKEL ile görüşmediğini hatta güney Kıbrıs’ın telefonla nasıl arandığını dahi bilmediğini söylemişti. Ama güney Lefkoşa’da görüşmeler yaptığı ortaya çıkınca pek bir şey söylemedi ya da söylermiş gibi yaptı…

Kalyoncu, Hayır deyip söze başladı ve dedi ki ‘CTP olarak biz hiçbir zaman anayasanın geçici 10. Maddesinin kaldırılmasını istemedik’… Biz de şeytana uyduk ve sorduk yahu CTP programında; “CTP, sosyal ve siyasal yaşamı militarist etkilerden arındırıp sivil bir toplum anlayışını yerleştirmek için kesintisiz bir şekilde mücadele eder. Bu çerçevede polisin sivil otoriteye bağlanması için uğraş verir, Anayasanın geçici 10. maddesinin kaldırılarak devlet yönetiminin güçler ayrılığı ilkesine uygun olarak yeniden düzenlenmesini öngörür” yazar bu nasıl iş diye, pek cevap veren olmadı… Talat, ‘hayır Ankara’da askerle Lokmacı köprüsünü konuşmadık’ dedikten sonrasını yaşananları bilmem hatırlatmaya gerek var mı?...

Siyasal ilişkiler de bir hoş olmaya başladı.

TDP Başkan adayı ile Volkancılar dalaşmaya başladı, Aydın Akkurt köşe yazısında Çakıcı’nın UHH için çalıştığı ima ediyor. O dönemde kurucular yada destekçileri listesinde Çakıcı’nın adının olduğunu biz de anımsıyorduk ama nasıl olduysa bir anda rüzgar başka taraftan esti şimdi sosyaldemokratların başına geçmeye aday… Dedik ya her yönüyle siyaset Brezilya dizileri gibi…

Ya da BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan ‘askersiz Lefkoşa’ bildirilerini kendisinin yazdığını iddia etmiş bir programda, telefonda onlarca arkadaş cevap yazılması için uyarıyor. Ne uyarısı, kampanya başlayalı birbuçuk sene oluyor, Mart 2006’da BKP Gençlik Kolları’nın açıklaması dışında BKP ne söylemiş ya da ne yapmış ki de kampanyayı sahiplenmeye çalışıyor? Bırak orijinal metni yazmayı, ortak imzaya açılan metni dahi imzalamamış… Brezilya dizilerindeki ‘pembe yalanlar’ bunlar yanında ne kalır bilmem…

Bir yıl önce birçok siyasinin ütopik diyerek uzak durmaya çalıştığı ama bugün herkes tarafından desteklendiği için, siyasilerin de sarılmak zorunda kaldığı askersiz Lefkoşa kampanyası kendi kendini büyütmeye devam ediyor.

Bu kampanya yalnızca anti militarist düşünceleri benimseyenlere yakışır yoksa geçici olarak ağızlarında sakız yapanlar bir süre sonra unutup giderler, ama kampanya dediğimiz gibi, geçici yol arkadaşlarına rağmen kendini büyütmeye devam ediyor…

Dedik, yine diyelim, Brezilya dizisi gibi ortalık sahte aşıklarla dolu, kimin kimi neyi için sevdiği belli olmuyor…

Bir yalan Rüzgarı masalı da Napoli’de esti geçen gün…

Geçen hafta Sosyalist Enternasyonalin Napoli toplantısı sonrasında CTP kaynaklı haberleri okuyunca sandım da CTP Napoli’yi de fethetti, Kıbrıslı Türklerin laik oldukları anlatılıp (sanki gerekliymiş gibi), direk ticaretten konuşup gündem belirlediler. CTP’lilerin iddiasına göre bu konular konuşulmuştu ama sonuç bildirgesinde tek kelime bunlardan bahsedilmediğini, tersine askersizleştirmeye atıfta bulunulduğunu yine şeytana uyarak SI internet sitesine girerek okuduk, bunun haberini yapıp dağıtınca CTP’liler yine kızdılar ve hayır deyip söze başladılar ki bilmem neye yormalı…

Ünal Fındık ki Napoli’deydi, Yenidüzen’deki köşesinde bize cevap verdi: “CTP tarihinin hiçbir döneminde askersizleşmeye karşı olmadı”… Arkasını öğrenmek için çok beklemeye gerek kalmadı, Ünal Fındık öyle bir cümle kurdu ki sanırım UBP ve DP’liler imrenerek bakacaklar, ‘biz nasıl böyle bir cümle kuramadık’ diye üzülecektir: “Halbuki bugün hala toplumlararasında güven sorunu olduğunu herkes kabul ediyor. Öyleyse güven ortamı sağlanmadan, yani çözüm olmadan atılacak bu tür bölgesel adımlar hiçbir amaca hizmet etmeyecektir. Aksine toplumlararası güvensizliği daha da körükleyecek olaylara davetiye çıkaracaktır”…

Annan Planına evet demekle övünen bir parti temsilcisi diyor ki “toplumlararasında güven sorunu olduğunu herkes kabul ediyor”… Kim? Ünal Fındık buradaki güven sorununu güvenlik sorunu ile değiştirerek kullanıyor ki YKP bunun palavra olduğunu defalarca açıkladı. UBP ve DP’nin açıklamaları CTP’yi kapsayabilir ve UBP ve DP ile ayni cümleleri paylaşabilirler ama abartıp Lefkoşa’nın askersizleştirilmesi önerisine “toplumlararası güvensizliği daha da körükleyecek olaylara davetiye çıkaracaktır” diyerek savunma yapmak baba Denktaş’a yakışan bir cümle. Baba Denktaş da kapıların açıldığı gün elleri ovuşturup ‘olay’ çıkmasını beklediydi ama YKP’nin yıllardır söylediği, ‘Kıbrıslılar birbirlerinin gırtlağına sarılmayı bekleyen ilkel kabileler değil’ sözü yaşamda kendini doğrulamıştır ama belli ki hala Kıbrıslıları ilkel kabilelere benzeten bazı siyasiler ellerini ovuşturarak olay çıkmasını bekliyor.

Ünal Fındık, “çözüm olmadan ve yalnızca Lefkoşa’da gerçekleşecek bir askersizleştirme hangi amaca hizmet edecektir?” diye soruyor, YKP olarak Şubat 2007’deki ‘Anne bak Kral militarist’ basın toplantısında cevabını vermiştik ve “Kıbrıs’taki orduların, askerlerin bir sabah kalktığımızda buharlaşıp, uçmayacağı gerçeği ile, askersizleştirme bir süreç olacaktır ve bu Ghali’de olduğu gibi Annan Planında da mevcuttur. Yıllar alacak askersizleştirme için kısa, orta ve uzun vadeli planlar yapmak bunları gerçekleştirmek için çalışma ortaya koymak zorunluluğu olduğuna göre, YKP’nin kısa vadeli önerilerinin niçin böylesi saldırı altında olduğunu anlamamak mümkün değil… Bu saldırıları anlıyoruz ve haki rengi düşünceleri ile açığa çıkanlara ‘anne bak kral militarist’ diyoruz…” vurgusu yapılmıştı ama CTP yönetimi haki rengi düşüncelerinde ısrarlı…

O zaman, madem bizi okumuyor, Ünal Fındık’a CTP Programını okumasını tavsiye edelim çünkü “güven ortamının yerleştiği oranda adanın aşamalı olarak askerden ve silahtan arındırılmasını savunur” cümlesi CTP programından… “aşamalı olarak askerden ve silahtan arındırılması” Lefkoşa’nın askersizleştirilmesine denk düşmediğini inanacak kadar fanatik CTP’li değilseniz, şeytan dürtsün de CTP’lilere sorun “aşamalı olarak askerden ve silahtan arındırılması” ne demek diye…

Bir de sormuşken CTP programındaki “sosyal ve siyasal yaşamı militarist etkilerden arındırıp sivil bir toplum anlayışını yerleştirmek” cümlesi ile askersiz bir Lefkoşa’nın ilişkisi olup olamayacağını da sorun…

“Çözüm olmadan ve yalnızca Lefkoşa’da gerçekleşecek bir askersizleştirme hangi amaca hizmet edecektir?” sorusuna geri dönelim. Sanırım Ünal Fındık’a şöyle cevap verilebilir, Askersiz Lefkoşa, “aşamalı olarak askerden ve silahtan arındırılması” sürecinin bir parçasıdır ve “sosyal ve siyasal yaşamı militarist etkilerden arındırıp sivil bir toplum anlayışını yerleştirmek” için atılması gerek önemli bir adımdır (bak kaynak CTP programı)…

“Askersiz Lefkoşa” sloganı fazlası ile görevini yapıyor, saflar netleşiyor, programını reddedenler ve etrafından dolananlara karşı da mücadele devam ediyor…

Yalan rüzgarı da devam ediyor, yalan rüzgarından sıkılanların yapması gerek siyaseti temizlemektir, temizlik içinse tek çare sokak…

17 Mayıs 2007

Yeni parti, yeni bir şey mi?!


Bir kez daha siyasal ortam hareketlenmeye başladı… Niçin ayrıldıklarını anlamadığımız gibi niçin birleştiklerini de anlamakta zorluk çektiğimiz sosyal demokratların başkan adayı, geçen hafta başkanlık adaylığını açıkladığı toplantıda; “Doğrunun sağı solu yoktur. Yeni bir anlayış geliştirilerek, gerektiğinde sivil toplum hareketini arkaya almak değil, arkasından yürünülmesi becerisi de gösterilmelidir. Her şey Kıbrıs Türk halkı ile birlikte yapılmalı” dedi…

Bu cümle ile yüzünü sağa da dönebilen merkez sol mu anlaşılmalı bilmem. Ayni zamanda cümle içindeki “Kıbrıs Türk Halkı” kelimeleri de önemli… Bazıları için küçük bir detay olabilir ama Kıbrıs sorununda tüm ayrılıklar bu kavramların tanımlanmasında geçtiği gerçeği ile “Kıbrıs Türkü” sağın, “Kıbrıslı Türk” solun jargonu olduğunu hatırlayanlar, kendine ‘sol bir partinin başkan adayıyım’ diyen birinden de bu konuda daha fazla duyarlılık bekler ama nafile bir bekleyiştir bu…

Son günlerde bir yerel gazetede çıkan röportajında inciler dökmeye devam ediyor; “Solda, sosyal demokrat, ama diğer sola da açılımları olabilen bir kitle partisidir, TDP. Liberal sol eğilimi olanların da diğer sosyal demokrat kesimlerin de içinde oldukları, her türlü sol düşüncenin de bu partinin içinde kendini bulabilecekleri bir adres olduğunu düşünüyorum TDP'nin. Ayrıca, bu kitle partisi hedefini çağdaş ilkeler düzeyinde kurmalı” diyor TDP’yi anlatırken…

“Sola açılımları olabilen” ne demek?! “liberal sol eğilim” kelimesi de bir süre önce çok tartışılan bir tanımlamaydı ama tanımlamayı yapanlar da bunu anlatamamışlardı, hem liberal hem da sol olabilmek iktisadi anlamda mı yoksa düşünce anlamında mı bilinmez… İngilizce’de benzer bir tanımı anarşist gruplar kendilerini tanımlarken kullanırlar acaba başkan adayının derdi bu mu diye düşünmüyoruz bile, çünkü neyi kastettiğini kendisinin de bilmediğine eminiz… Ama ilginç olan “diğer sosyal demokrat kesimler”e de çağrı yapılmasıdır ki bu noktada kendini bir yapı olarak tanımlayan mı var diye düşünmek nafile, öylesine ortaya atılmış, hoş gözüksün diye böyle bir cümle kurulduğu belli oluyor…

Daha sonrasında “TDP marjinal bir parti değildir” diyor hemen arkasından “TDP'nin düzenin alternatifi olduğunu düşünüyorum” diyor… Düzenin alternatifi nasıl olunur, devrimle! Yani TDP ‘marjinal parti değil ama düzeni değiştirmeye, devrim yapmaya aday’ gibi bir anlam çıksa da bunun da üstünde durmaya değmez…

Önemli şeyler de söyler gibi yapmakta başkan adayı; “Kıbrıs Türklerinin yetişmiş kadrosuyla kendi askerini, kendi Merkez Bankası'nı ve diğer kurumlarını yönetebileceğini; bu adayı yurt bilenlerin, kendi ülkesini ve kurumlarının demokratik hakimi olmasının hakları olduğunu” da söylemişti, adaylığını açıkladığı gün…

Bu cümleyi hemen hemen söylemeyen kalmadı ama nasıl sorusuna cevap veren pek yok… TC Yardım Heyetini kapatmadan, TC Elçiliğinin yetkilerini kısıtlamadan, askeri kışlasına göndermeden bu işler nasıl olacak onu da bilen yok ama bildiğimiz “Kıbrıs Türkler”in yetişmiş kadroları var, izin verirlerse yönetiriz’ diyor ama bunları mücadele ile almak sanırım ‘marjinal sol parti’ye özgü olduğu için “sol kitle partisi” olarak oy kaybı da düşünülerek böyle, oluruna bırakılıyor talepler…

‘Solda birleşme’, ‘zeytin dalı’, ‘İngiliz İşi Partisi modeli’ gibi süslü kelimelerin ardına sığınarak tartışma yapmak pek birine bir şey kazandırmaz. Her sol yapı kendince düşüncelerini detaylandırarak, pozisyonunu netleştirmeden yapılacak her türlü diyalog bile ilerdeki olası işbirliklerinin önünü kesmekten başka bir işe yaramayacaktır.

YKP son kurultayında derdini uzun uzun anlatan kurultay dökümanı ile tavrını netleştirmiş durumdadır. Pratik anlamda da YKP, ‘Lefkoşa’nın askersizleştirilmesi’, ‘Maraş’ın açılması’, Maronit köylerinin askersizleştirilerek, Maronitlere geri dönüşüm olanağı sağlanması, tüm ateşkes hattı boyunca dekonfrantasyon uygulanması ve ara bölgenin sivillerin kullanımına açılması, kuzeyde yaşan Kıbrıslı Rumların haklarının korunması taleplerini gündeme getiriyor ki bu önerilerin hayata geçmesi çözüme giden süreçte bugün kilitlenen Kıbrıs sorunun açılmasını yönelik önemli pratik olanakları sunacaktır. Bunun için yeni sınır kapıları, mayınsızlaştırma ve kayıplar konusu ile Kıbrıslı Türklerin yurttaş olarak haklarının daha etkin kullanabilecekleri koşullar için çalışma yapmak da, aleyhimize çalışan süreci tersine çevirebilir.

Bugün bulunduğunuz süreçte, yalnızca laf üreterek, hiçbir şey yapmadan beklemekse şovenizmi yükseltir ve dolayısı ile yalnız fiziki değil beyinlerimizdeki ayrılığı da pekiştirir…

O yüzden hergün karanlığa sövmektense, birlikte veya yalnız bir mum olsun yakmak, zifiri karanlığa karşı bir duruştur…

3 Mayıs 2007

Sokak YKP’yi çağırıyor


Yarın YKP’nin kurultayı var. Kurultaylar her parti için önemli anlamlar içerir. Partiler bu en üst düzey organları ile önümüzdeki iki yılın yolunu çizerken, yönetim kadrolarını de yenilerler...
Partilerin özellikle sol partilerin kurultayları önemlidir. Katılımcılık, değerlendirme ve yenilenme ile parti kendine yeni bir yol açar…

YKP kurulduğu günden beridir, ideolojik olarak kendi hattını korumuş, kurultay süreçlerinde yeri geldiğinde gerekli değişiklikleri yaparak partinin siyasal yaşamdaki yerini sağlamlaştırılmıştır.

Bu nedenle YKP’ye önemli bir sempati vardır.

Radikal söylemin birçokları için taşınması ağır bir yük olduğu her türlü koşulda, söylemleri ile bu konudaki liderliğini sürdürmüş, yıllar içindeki kararlılığı ile de bu noktada dostuna ve düşmanına kendini kabul ettirmiştir.

En son yapılan seçimde sandığa gitmeyenlerin sayısı ve sokaktaki insanın şu veya bu şekilde bu sirk gösterisine ‘acenta seçimi’ demesi de YKP’nin önemli bir başarısıdır.

Son 1 Mayıs’ta yaşanan süreç de YKP’nin sokakta olması ve kitleleri etkilemesi gerektiğine önemli bir işarettir.

Kurultay bu nedenle önemli bir araç olacaktır. YKP kadroları artık söylemlerin eylemlilikle birleştirilmesi için harekete geçilmesi gerektiği bir sürece girildiği bilinci ile hareket etmelidir.

Toplumun tüm alanları işgal altındadır. Bu işgalin birçok yönü vardır. Bağımsız sendikacılık ve demokratik kitle örgütlerinin bağımsızlığı çok gerilerde kaldı. Tüm kurumların içyapıları çökertildi ve kontrol edilebilir kıvama getirildi.

Son öğretmen sendikaları genel kurulları bu dalganın, en azından bir kısım alanda geri dönmeye başladığını gösterse de bu süreç zayıf ve yavaş işlemektedir.

Bu koşullar altında YKP’ye düşen tepki göstermeye çalışan kitlelere alan açmak, onlara alternatifler yaratmaktır.

Dünyanın birçok yerinde toplumsal hareketler birbirlerinden güç alan dayanışma ve ortak eylemlilikleriyle, yarattıkları alternatif alanlarla önce nefes alabilecekleri alanlar yaratmış, sonra da dalgayı tersine çevirecek hareketlere girişmişlerdir.

YKP, ülkede yavaş yavaş ses vermeye başlayan emekçi, çevre ve gençlik hareketleri gibi dağınık toplumsal hareketlerle alt üst değil yatay ilişkiler çerçevesinde ortak ağların ve sosyal forum tarzı hareketlerin oluşumuna olanak sağlayıp, hem bu hareketlerin güçlenmesini hem de daha etkili olmasını sağlamalı…

Güçlenecek toplumsal hareketlerin siyasal olarak da yansıması olacaktır. Bunun önemli örnekleri Latin Amerika’da görülmeye başladı…

Bu nedenle YKP’ye düşen, gerekçesi ne olursa olsun, işgal edilmiş alanların ve zamanların, sahibi olmayanlara terk edilmeden yeniden kazanılması olmalıdır.

Bunun yalnızca söylemde değil pratikte de mücadelesi için hemen şimdi hareket!...

5 Nisan 2007

Yeniden yeni parti, hem de sosyal demokrasi üstüne


Uluslararası Kıbrıs Üniversitesinde Dünya Bankasının hazırladığı rapor masaya yatırıldı.

Yerel basından aynen alıntı yapmakta yarar var:

“Soyer, ülkemizde Dünya Bankası'nın bir rapor hazırladığını, KKTC olarak açık bir siyaset izlediklerini, bu noktada dünya ile entegre olmak isteyen bir ülke ve halkın Dünya Bankası ile Kıbrıs siyasal sorununun bütün sıkışıklığına rağmen böyle bir ilişki içerisinde olmaktan büyük mutluluk duyduklarını söyledi.

Çeşitli tartışmalara ve siyasal sıkıntılara rağmen Dünya Bankası'nın uzmanlarının adamıza gelerek gerekli incelemeleri yaptıklarını ve hükümet olarak onlara bütün bilgilere ulaşabilme imkanlarına sahip olma olanaklarını sağladıklarını belirten Soyer, Dünya Bankası'nın raporunun son derece önemli tespitler ve bütünlüklü bir bakışla hem genele, hem de sektörel bakımdan avantaj ve dezavantajlarının ortaya serildiği bir rapor olduğunu söyledi”

Colony Otel’de kıyılan nikah bütün yönleri ile devam ediyor. Ankara acentalığı, IMF, Dünya Bankası akıl hocalığı, sermayenin gözetiminde bir hükümetçilik oyunu…

Ankara acentası olduklarından şüphesi olan var mı?

Bir haber daha; “Sosyal ve Ekonomik Konsey, 2004 Geçiş Yılı Programı'nı görüşmek amacıyla toplandı”, ne zaman? 17 Kasım 2003, Eroğlu Hükümeti dönemi… Gündemde ne var; “Sosyal Güvenlik Sistemi'nde düzenlemelere gidilmesi”…

Yani acentacılar değişti ama sosyal güvenlik sisteminde düzenleme yapılması değişmedi. TC ile yapılan ekonomik paketlerin içinde elden ele, geze geze bugüne gelindi. Şimdiki hükümetçilik oyunu figüranları yasa taslağına sahip çıkıyorlar ama taslağın ne anası ne babası kendileri…

Bu konuyu kaç haftadır tartışıyoruz, yeniden yazılma nedeni ise farklı. Yakında siyaset sahnesine kavuşacak parti yetkilileri ortalıkta koca koca kelimelerle açıklamalar yapıyorlar, iktidar olmaktan bahsediyorlar…

En eski siyasi partilerden birini tarihe gömerek, kendinden oluşma diğer bir parti, BDH ile birleşerek TDP ismi ile yeni bir parti oluşturma süreci ağır aksak da olsa yürüyor. Partiye ne kadar yeni dersiniz bilmem…

TDP, acaba 1998 TKP-UBP hükümet dönemini unutmamızı mı talep ediyor? Bir daha acentalık yapmayacaklarını mı iddia ediyorlar? İşte bu konular muğlâk.

Gene sosyal demokrat parti olacaklarmış. Haberleri yok, aslında hala kendilerini sosyalist parti sanan CTP Gençlik Örgütü’nün de haberi yok ama uluslararası arenada tescil edilmiş Kıbrıs’ın kuzeyindeki sosyal demokrat parti şu aşamada CTP… Sosyalist Enternasyonal ve Avrupa Sosyalist Partisi (PES) üyelikleri ve gözlemcilik statüleri ile CTP, sosyal demokrasi sularına demir atmış durumda. Bu iki uluslararası birlik de ortanın solu, sosyal demokrat partilerin buluştuğu örgütlenmeler… Türkiye’den CHP, Kıbrıs’tan EDEK, Yunanistan’dan PASOK, Almanya’dan SPD, İngiltere’den İşçi Partisinin üye olduğu bu yapılarda CTP’nin üyelik veya gözlemciği kabul görmüş durumda, bu durumda, yeni partinin kendi kendine sosyal demokrat demesi yalnızca Kıbrıs’ın kuzeyi için anlamlı olacak, ötesine geçebileceğini sanmıyorum. Geçmeleri de çok fazla bir şey ifade etmeyecek. Marksist kökenden olmayan, sosyal demokrasiyi 1970’ler Ecevit CHP’sinden öğrenen bir geleneğin devamcılarının dünya sol mücadelesine çok da katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Bu sol anlayışın dayandığı ulus devletin korunması, devletçi ekonomi gibi bu çağın dışında fikirlerle, gidebilecekleri en radikal yer Keynesçi bir ekonomik model olabilirdi. Zaten kendine sosyal demokrat diyen dünyadaki örneklerinin yaşadıkları kriz ile de değerlendirdiğimizde, mesela yukarda tartıştığımız sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılmasını emekten yana başarabilecek kapasitelerinin olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Geçen dönemki seçimlerde SPD’nin bir anlamı ile yenilmesi, PASOK’un hükümetten düşmesi, İngiltere İşçi Partisi’nin sürekli gerilemesi ve yerel seçim mağlubiyetleri “üçüncü yolcu”ların kürsel sosyo-ekonomik saldırıların, neo liberal ekonomik dayatmaların karşısında, alternatif siyasetlerinin olmayışı, hala serbest piyasa ekonomisi ile bir şeyleri kurtarabileceklerine olan inançlarıydı. Ama günün sonunda geldikleri noktada, sağ partilerin kötü bir kopyası olmanın ötesine geçemediler. Bu nedenle Kıbrıs’ın kuzeyindeki geleneğin de iyi bir örnek olmadığını düşündüğümüzde, yeni partinin hükümet olması durumunda, ekonomik olarak başarabilecekleri ayrıca tartışılır…

Peki TC ile ilişkiler? Bu gelenekten gelenlerin yarattıkları örnekler ortada, yenilerinin farklı bir şey yapacaklarına dönükse pek bir veri yok…

O zaman elimizde kalan ne? Elde kalan, “UBP olmasın, CTP de kötü, beni seçin” gibi sığ bir siyaset… Futbol takımı tutma gibi parti üyesi olma anlayışına dayanan, kendini tanımlamak yerine diğeri üzerinden siyaset üreten anlayış bugün hükümetçilik yapıyor, yenisine ihtiyacımız mı var? UBP gidip CTP geldiğinde ne kadar şey değiştiyse, TDP geldiğinde de daha fazlası değişmeyeceğini anlamak için daha ne kadar deneyim yaşamamız gerek?

Neo liberal ekonomik dayatmalara, TC asker-sivil bürokratlara ve onların kurumlarına, şoven odaklara, mafya merkezlerine karşı sözün değil eylemin yaşama geçirilmediği koşullarda, TDP’yi umut gibi görmek ikinci bir BDH kazasından başka bir anlam ifade etmeyecek…

Bu nedenle TDP’ye umutlu bakmak için elde neyimiz var?

2 Mart 2007

Kıbrıs’ta kayıplar, katliamlar ve özürler


Güneydeki kazılarda bazı Kıbrıslı Türk kayıpların kemiklerinin bulunması sonrası DİSİ ve AKEL yine birbirine girdi. DİSİ liderliği ‘özür dilenmeli’ derken, AKEL ‘bizim elimizde kan yok’ açıklaması ile yanıt verdi, çünkü cinayet işlemek için ille tetik tutmak gerekirmiş gibi…

Düzenlenen bir kitap tanıtımı gecesinde konuya biraz da teorik bir açılım getiren bir konuşma yapmıştım. Konuşmayı okumakta yarar var, tartışmaya girmeden:

“Her toplum, her topluluk yaşam süreci içinde mutlak bir olgu, bir gerçeklilik yaşamıştır. Bu yaşanmışlık bazen onun bir adım öne çıkmasına engel teşkil eden veya böylesi bir engel için gerekçeler yaratan ‘takılma’ noktaları yaratır. Böylesi noktalarda yabancılaşma ve yüzleşme iki sihirli kelime olarak gelir ve yaşam alanına oturur…

Eğer acıya, şiddete, ayrımcılığa vb terimlere yabancılaşırsa insan, bunlar onun için sıradanlaşırsa engeli aşmak zor olur. Bu nedenle yabancılaşmaya karşı içselleştirmek kadar yüzleşmek de önemli bir unsurdur.

Yabancılaşmadan yüzleşebilen birey çevresindeki her şeye ve her objeye karşı farklı tepkime verse de, kendi ile olan hesaplaşmasını aşabilmesinin koşulu yoktur, yüzleşmek bir kemirme sürecinin başlangıcıdır ve bireyin kendi ile hesaplaşma sürecini başlatır. Hesaplaşabilen birey ‘o yaptıklarını’ ya da yaşadıklarını bir daha yapmama ve/veya yaşamaması yapabilecekleri bilerek kendine daha güvenli engele doğru yürür, hesaplaşmasının gücü ile orantılı olarak da engeli aşar…

Bu süreç bireyler kadar toplumlar için de geçerlidir. Hiçbir şiddet hiçbir çatışma tek taraflı olmadı, olmayacak da…

Çatışma sonrası süreç bu nedenle önemlidir…

Yabancılaşmadan yüzleşmek yeniden güven, yeniden birlikte yaşam sürecine katkı sağladığı gibi, yeterli derinlikte olması milliyetçi/ayrılıkçı düşüncelerin yeniden yaşam bulabilmesinin önü o oranda alınabilecektir…

2. Dünya savaşı sonrası Yahudilerin yaşadıkları ve Alman ulusun yüzleşmesi ve bu yüzleşmeyi sürekli kılacak süreçte olması olumlu ama bunun derinliğinde yaşanan sıkıntı, yeniden yüzeyde dolaşan milliyetçi/ayrılıkçı düşüncelerin yaşam bulabilmesinde ifadesi buluyor…

Balkanlar, Güney Afrika gibi yüzleşme organları yabancılaşmanın yaşanabildiği oranda başarılı olabilmişler, şiddeti durdurabilmiş ancak yeniden birlikte yaşamın önünü açacak derinlikte olamamıştır…

Türkiye’nin Ermeniler konusunda yüzleşmeden kaçması, yalnızca Ermeni değil, Kürt, Rum, Kıbrıs, Ege vb birçok konu ile yüzleşmekten kaçması aslında onun bugünkü milliyetçi mecrada ilerleyişinin bir ürünü olarak algılamak mümkün…

Kıbrıs bu noktada bizim için önemli… Bilban- IKME’nin sözel tarih projesi ile başlayan, Sevgül’ün röportajları ve kitapları ile ortaya çıkan yüzleşme davetini alanlar, bireysel yüzleşmeleri yaparak yeniden kendileri üreterek sürece katkı koymaya ve daveti diğerlerine taşımaya devam ediyorlar…

Yüzleşme bugün yaygınlaştıkça kayıp yakınları ile ilgili süreç ilerliyor, engellenemez bir noktaya doğru gidiyor…

Bugün önümüzde duran Kıbrıslılar olar yüzleşmeye hazırlanmak, yabancılaşmadan, korkmadan birbirimizle dayanışarak bu yüzleşme süreci derinlemesine ileriye götürmektir…

Örtmek, kabullenmek, yok saymak yeniden birlikte yaşama umudunun ileriye taşınması engel teşkil edecektir çünkü yüzleşmemek bizi diğerine karşı yabancılaştıracak, milliyetçileştirecek, milliyetçilik hep birbirinden beslendiği için kalıcı ayrıştıracak…

Közü örtmek ileride küçük bir esinti ile yeni yangılara da neden olacağını bilmek gerek, o yüzden amaç ve marifet közü alevlendirmeden tamamen söndürebilmekte…

Bu nedenle davet ortada, buna bireylerin karşılıkları da… Bunu kitleselleştirebildiğimiz oranda milliyetçiliği, ayrımcı düşünceleri kırabileceğiz ve yeniden yaşamın koşullarına yaratabileceğiz…”

Bu yazı yazıldığında AKEL-DİSİ çekişmesi yoktu ve açıklamalar sonrası adeta yazıya sonradan takviye olarak verilmiş gibiydi…

DİSİ bir yandan Grivas’ın anma törenlerinde boy gösteriyor, Sampson’un oğlunu parti milletvekili olarak seçtiriyor, bir yandan da özür dilenmesinden bahsedebiliyor. Ufak Sampson’un açıklamalarını okuyanlar bir kuşak siyasetin devam ettiğini ortaya koyuyor. Özür aslında ortaya çıkan yeni durumda bir görev!

AKEL 60-74 arasında hükümette olması ya da hükümete yakın çalışması ya da direk olarak Makarios’u desteklemesine rağmen ‘tetikçin’ kendinden olmaması ile övünebiliyor, peki sonuçtan tamamen kendini kurtarabiliyor mu?

İkisinin de aslında yaptığı ayni şey, yabancılaştıkları bir konuya karşı, ilgilenirmiş gibi yaparak siyasi çıkar elde etmeye çalışıyorlar.

Dışarıda kalıp susanlar? En son bulunan kayıpların akıbeti ile bir dönem EDEK başkanlığı yapmış Lissarides’in emrindeki paramiliter grubun ilişkisini ne yapacağız? Peki, bazı kayıplardan sorumlu olan Baba Sampson ile DİSİ nasıl hesaplaşacak?

Ancak en azından güneyde ‘görev’ icabı ile de olsa tartışma başladı, ya kuzey?

Bu nedenle yüzleşme devam etmeli, bunun için Kıbrıs’ta gerçek barışı isteyenler, bu işi, görev icabı kabul etmeyenler, ellerinde aynaları ile her bireyi yüzleşmeye zorlamalı, yüzleşen konuşturulmalı ve her bir acı hak ettiği gerçek özrü almalı ve toplu özür kabul edilmemeli…

Bunun için yol uzun ama o kadar da karanlık değil, daha fazla aydınlık için ihtiyacımız daha fazla emek…



* Bu yazı Sevgül Uludağ’ın İncisi Kaybeden İstiridyeler kitabının İngilizce baskısı için düzenlenen gecedeki konuşma metninin genişletilmiş halidir.

24 Şubat 2007

SOSYAL GÜVENLİK YASA TASLAĞINI DOĞRU OKUMAK

Çalışma ve Güvenlik Bakanlığı yeni bir yasa taslağı hazırladı ve bunu bir yıldır bir şekilde tartıştırıyordu. Önce Sağlık Sigortası ile birlikte anıldı ama son şeklinde adı sadece “Sosyal Güvenlik Yasası” olarak kaldı… Belki de siz bu yazıyı okurken taslak bakanlar kurulundan geçip, meclise havale edilmiş de olabilir…
İçeriğine bu yazının bu defaki sınırları içinde girebilir miyim çok emin değilim çünkü önce biraz geriden alıp bazı hatırlatmalar yapmakta yarar var…
Tek sosyal güvenlik diye bir konu yıllardır var, bu yasaya herkes bu gözle bakıyor, yöneticiler de konunun bu şekilde ele alınması için çaba sarf ediyor ama içerik pek de öyle değil…
“Ekonomik Kalkınma Projeleri için Fizibilite çalışması” başlığı ile UNDP –PFF’e desteği ile Dünya Bankası uzmanlarına hazırlatılan Haziran 2006’deki raporunun 1. cildi olan “ekonomik değerlendirme” ve 2. Cildi olan “teknik makaleleri” okuyanlar bunun böyle olmadığını rahatlıklı görebilir… Bu nedenle yasa taslağını tartışmadan önce bu raporların iyi okunmasının yasayı daha iyi anlamaya yardımcı olacağı inancı ile bazı alıntılarla başlayalım:
“Kıbrıs’ın kuzey kesiminin emeklilik sistemi, her ölçüde kendi yararlanıcılarına çok fazlayı, çok erken vermektedir” (cilt2 sayfa 41)
“Erkekler için 71 yıl, ve kadınlar için 76 olan doğumda yaşam beklentisi dikkate alındığında halihazırda hem erkekler hem de kadınlar için 55 olan yasal emeklilik yaşı çok düşüktür ve yükseltilmelidir” (cilt2 sayfa 42)
“Asgari emeklilik maaşı, asgari katkı oranlarından katkıda bulma teşviklerini bozmayacak, mali olarak daha sürdürülebilir bir seviyeye indirilmelidir.” (Cilt2 sayfa 43)
“kamu emeklilik rejiminde sağlanan cömert haklar nedeniyle, çarpıtılmış teşvik yapısı kamu sektörü istihdamı lehine bir emek piyasası bozulması yaratmaktadır. Hem genel hem de devlet memuru bölümlerini reform etmeksizin, kaynaksız vaatleri ve sürdürülemez haklar seviyelerini ve emeklilik yaşlarını kaldırmaksızın, emeklilik sistemi daha büyük bir açığa sürüklenecektir. Sistemi sürdürülebilir yola koymak için, politika belirleyicilerinin düşünebileceği önlemler arasında aşağıdakiler bulunmaktadır:
• Sistem parametrelerini (yani emeklilik yaşı, hesaplama dönemi, endeksleme, asgari emekli ödemeleri, emekli formülü kompresyonu) ve gerekirse yüksek katkı oranlarını revize ederek ve geçici bir nominal emeklilik dondurması yaparak PAYGO SSF’yi (‘pay-as-you-go’ (Türkçesi ‘kuşaklararası dayanışma’ denebilir) yani PayGo bir tür sosyal güvenlik sistemi – SSF- Sosyal Sigortalar Fonu y.n) dengelemek
• Parametreleri (emeklilik yaşı, hesaplama dönemi, formül endeksleme) revize ederek, ikramiye ödemelerini azaltarak ve kaldırarak ve katkı oranını artırarak, EMSAN’ın (emeklilik sandığı y.n) aktüaryel (ölüm oranlarıyla ve sigorta istatistikleriyle ilgili, bağlantılı denge y.n) iyileştirmek” (Cilt2 sayfa 55 ve Cilt1 52)
Bunları göz önünde alıp yeni yasayı okumakta yarar var. Tabi önemli dipnotlar da raporda mevcut:
“Kıbrıs’ın kuzey kesimindeki herhangi bir ekonomik reform programı sürdürülebilir bir şekilde özel sektör gelişimini teşvik etme amacına dayalı olmalıdır” (Cilt1 sayfa 25)
Dünya Bankası yetkilileri ne istediklerini biliyorlar:
“Sistem, modern birçok direkli sistemdir ve oldukça iyi örgütlenmiş sosyal sigorta idaresine sahiptir” (Cilt1 sayfa 36) tespiti yapmasına rağmen sayfanın başında “ Kıbrıs’ın kuzey kesiminde kamu maliyesi üzerindeki en büyük yutuculardan birisi emeklilik sistemidir” (Cilt1 sayfa 36) tespitini de yapıyor…
Bunun anlamı:
“Emeklilik sistemi kurumsal kurgusu uygun olmakla birlikte, bugünkü parametreleri ile sürdürülebilir değildir. … yüksek emeklilik harcamaları yükü, katkılara göre fazla cömert olan emeklilik haklarının bir sonucudur. Bu haklar erken yaşta emeklilik, ücretlere karşılık yüksek değiştirme oranı ve yüksek bir asgari emeklilik ödeneğini içermektedir” (Cilt1 sayfa 37)
Bununla birlikte başka bir şey söylerken aslında gerçek taleplerini söylemeyi satır aralarında yapıyorlar:
“katkı oranları oldukça yüksektir (brüt ücretlerin yüzde 35’i) bu da emek maliyetini yükseltmektedir” (Cilt1 sayfa 37) “özel sektör gelişimini teşvik etme” ilkesi ile uyumlu bir tespit…
“Bireylerin kendi ileri yaşları için gönüllü tasarruf yapmalarına imkan tanımak için gönüllü emeklilik tasarrufları için kurallar ve oluşturulması zorunludur” (Cilt2 sayfa 41) yani Türkçe özel emeklilik sisteminin oluşturulmasına/ teşvikine yönelik çalışma yapılması talebi yani bu ‘piyasanın’ da ‘özel sektör’e açılması…
Rapordaki örnekleri çoğaltmak mümkün, bu noktada kimin ne duruşu olduğunu da anlamak önemli…
Bu rapor çeşitli düzeylerde CTP yetkililerince kutsandı ve önemine dikkat çekildi. Yenidüzen gazetesinin 14 Eylül 2006 tarihli satırındaki saptama CTP’yi anlamamıza yardımcı olacak sanırım:
“Ekonomik Kalkınma Projeleri İçin Fizibilite Çalışması... Kıbrıs’ın Kuzey Kesiminde Ekonomik Büyümenin Sürdürülebilirliği ve Kaynakları” başlıklı Dünya Bankası çalışması, ekonomide kanayan yaralara bilimsel verilerle parmak basıyor” (http://www.yeniduzengazetesi.com/print.php?news=9811)
Bu aşamadan sonra söylenecek fazla söze gerek kalmıyor. “bilimsel verilerle parmak basan” Dünya bankası uzmanları ve uygulamadaki yerli işbirlikçilerine karşı emeğin örgütlerinin ne yapacakları önemli olan konu…
Bir sonraki yazıda yasanın içeriğine yönelik tartışmaları da başlatabiliriz ama bence yukarıdaki öneriler ışığında biraz da süslenerek hazırlanan bu yasa taslağının geçmesine karşı direnecek miyiz yoksa ayrıntılar içinde kaybolup sürece seyirci mi kalacağız, önümüzde duran gerçek tartışma aslında bu…

26 Ocak 2007

Hrant ve "haince söylemler var"

Hrant’ı da vurdular… Ape Musa, Musa Anter’i de yaşamının kışında vurmuşlardı, Metin Göktepe’yi ise yaşamının baharında… Kutlu Adalı, avukatlar Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan, Fazıl Önder ve diğerleri bu coğrafyada vurulup, öldürülenlerdi… ve niceleri dünyanın onlarca yerinde karanlığa karşı gözlerini kırpmadan ölümün üstüne yürüdüler ve hiçbirisinin arkasından ‘yazık, boşuna öldü’ denmedi… Şairin dediği gibi her ölüm erkendi ama bir kez ölüm kapıyı çalmışsa, onu da ayakta karşılamak gerekirdi, yine öyle yapıldı, düşmana inat ‘hepsimiz kardeşiz’ denerek bir kez daha sokaklara dolundu, karanlığa bir kez daha meydan okundu…
Ölen değil aslında asıl cezalandırılan, kalanlardır. Hrant yaşadığı son dönemde zaten işkencenin en ağırına maruz kaldı. Sürekli hırpalandı, hatta fiziki saldırıya dahi uğradı.
Gazetelerde onun boy boy fotoğrafları çıktı ve altına “işte hain” yazıları yazıldı. Köşe yazarları, hatta şimdi arkasından timsah yaşı dökenler bile, onun ‘ne hain bir Ermeni’ olduğunu yazdılar. Sokaktaki bütün gözlerin onun üstüne çevrilmesini sağladılar, her köşe başında, gelecek saldırıyı bekler hale geldi, ‘ürkek bir güvercin’ gibi davranıyordu artık… Bu, bir insana yapılacak en ağır işkenceydi zaten…
Bu yazılanlar size yabancı mı geliyor?
Eski defterleri karıştırıp onlarca yazı bulmayacam, ya da onlarca örnekleri sıralamaycam yalnızca bir hafta geriye gidecem…
Tarih 19 Ocak 2007, yer Gülseren, komutanın biri yine tehditler savuruyor, “haince söylemler var” diyor, gazeteler bunu başlığa çıkarıyor. Ne demişlerdi Hrant’ın katili, direk veya dolaylı azmettiricileri, ‘gazetelerden, internetten okuduk, vatan haini idi, vurduk, vurdurduk’… demek ki vatana ihanetin cezası varmış ve Güvenlik Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Mehmet Eröz kürsüden kükrüyor, ‘barışçı’ olduğunu iddia eden gazeteler dahi bunu sayfalarına, başlıklarına taşıyorlar; “haince söylemler var”
Ne diyor Ersöz; "Türk askeri; vatanına, bayrağına ve namusuna göz dikilmedikçe kışlasından çıkmamıştır, çıkmamaktadır ve çıkmayacaktır. Ancak, sınırlarını kanıyla çizerek, vatan yaptığı topraklarına göz dikenlerin, bu topraklarda sahnelemeye çalıştıkları sinsi oyunlarına karşı mücadelesini, her ortam ve şartta sürdürmeye devam edecektir"…
Birilerinin ‘sinsi oyunları var’, haince söylemler var diyor, yoksa Ersöz birilerine çağrı mı yapıyor?!…
Ersöz devam ediyor, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, KKTC'de, sözde barış propagandası yapmakta ve yaptırmakta olduğunu" söylüyor…
Yani birileri yalnız sinsi oyunlar oynamıyor, Kıbrıs Rum Yönetimi adına Kıbrıs’ın kuzeyinde barış propagandası da yapıyor…
Ersöz hızını alamıyor, “Enosis hayalperestlerinin, sinsi propagandalarla nifak tohumları ekmeye, halkın ordusuna güvenini zedelemeye ve ordusuna karşı kışkırtmaya çalıştığını” da söylüyor…
Ama Ersöz rahatmış, “Bu kara propagandalar, bu kışkırtıcı ve haince söylemler, KKTC halkının sağduyusu karşısında etkisiz ve çaresiz kalmaktadır” diyor…
Türkiye Cumhuriyeti Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ da süreci devam ettiriyor. Kıbrıs’a geliyor ve çeşitli kurumları ziyaret ediyor. Ziyaretlerinden birinde, "Kıbrıs Türk halkının TSK ile omuz omuza vererek, kan dökerek ve şehitler vererek kazandığı bir zafer" olduğunu söylüyor, “kimse kalkıp da Kıbrıs Türk halkının Kıbrıs Rum halkına karşı bir güven duyduğunu söyleyemez” diyor. Başbuğ (Annan Planının) “reddedilmesi bile bizim bu konuda çok dikkatli olmamızı ve dolayısıyla KKTC'nin ve Kıbrıs Türk halkının güvenliğini daima elimizde tutmamız gerektiği düşüncesindeyim” da diyor.
Devam etmek, tüm konuşmayı buraya aktarmak mümkün ama neden, yeterli değil mi?
Başbuğ ve Ersöz bir süre önce başlatılan geçici 10. Maddenin kaldırılması ve bir yıldır devam eden “askersiz Lefkoşa” ile ilgili kampanyalara karşı cephe alıyorlar. Kampanyayı organize edenleri kuzeyde Kıbrıs Rum yönetimi propagandası yapmakla, huzur ve güveni tehdit etmekle, haince söylemlerde bulunmak suçluyor, ellerinde silahları ile…
Başbuğ ve Ersöz’un konuşmalarını koca koca sayfalarına taşıyor anlı şanlı gazeteler, köşe yazarları ellerine kalemi alıyor vatan hainlerine karşı yazılar yazıyor, koca koca harflerle hainler işaret ediliyor, birileri göreve çağrılıyor sanki de…
Acaba bir yerlerde, internetten ya da gazetelerden bunları okuyup görev çıkaracak birileri var mı? Acaba görev bölümleri mi yapılıyor şimdi, kim bilir?! Koca koca yıldızlı yetkililer demişse, her anlı şanlı Türk gencine vatanı korumak düşmez mi? Bu defaki bu şanlı görev kime verilecek, yine 17 yaşında bir tetikçi mi bulacaklar…
Ötesi yok, hiçbir tehdit bugüne kadar kolayına birilerini yolundan döndürememiş, yine yola devam edilecek ama bu olaylarla bir kez daha, ‘çağdaşlaşmanın yapı taşı olan “silahlar sivillerin önünde diz çöksün” hukuk ilkesini’ hatırladık. Bu ilke çalışıyor olsaydı ne Ersöz, ne Başbuğ bir dakika bile görevlerinde kalamazdı. Nasıl ki Şubat 2006’da Katalonya özerklik anayasası tartışılırken askeri zevat ‘açıklama yapmış’, İspanya hükümeti de kendilerini görevden almıştı, bunca sivillere tehditten sonra, Türkiye hükümeti ya da Kıbrıs Türk liderliği de kendileri görevden alabilirdi ama bunun için irade gerek…
***
Güvercinler bir kez daha ürkekçe havalanmaya devam edecekler Hrant’ın dediği gibi, bu kez biraz daha ürkek, çünkü bilecekler ki güvercinlere de dokunurlar ama…
Ancak, özgürlük onların yaşam şekilleri olduğu için yine sokaklarda olmaya devam edecekler, silahlara inat, sözümüz silahımızdır diyecekler, sözcüklerini özgürce sokaklarda haykıracaklar…
--------- --------------------- ------------------------
Alıntı yapılan konuşmaların internet siteleri
http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/2/news/36289/PageName/Ic_Haberler
http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/2/news/36375/PageName/Ic_Haberler

12 Ocak 2007

Köprü kalkmış


9 Ocak günü sabah saatlerinde Ledra Caddesinin kuzey sınır bölgesine kurulan köprü kalkmış…
Çalışmaları öğleden sonra bir süre güneyden, daha sonra da kuzeyden takip edebilme şansım oldu, herkeste kaybolan eşeğini bulma sevinci vardı ama eşeğin zaten bizim olduğunu çok kişi maalesef unutmuş durumdaydı.

Ancak Ledra ya da bizimkilerin dediği hali ile Lokmacı bence asıl sorun değil…

Asıl sorun bazılarının aniden keşfettikleri askeri rejim de değil…

Askeri rejimi şimdi keşfedenler, sanırım, arka arkaya Temmuzdan başlayarak birer ay süre ile tankların sokaklarda yürüdüğü bir ülkede daha önce yaşamıyorlardı. Askerin ikide bir görev ve sorumluluklarını aşarak işler yaptıklarını da fark edemiyorlardı ki bunun anlamı ya bu ülkede yaşamıyorlardı ya da derin bir uykudaydılar.

YKP bu yıllar önce fark edip mücadele bayrağı açtığından beri ve son bir senedir askersiz Lefkoşa kampanyası yaparken bir kısım kerhen destek kesim vermiş, bazı kesimler yürüyün de arkanızdayız diyorlardı ama ortalıkta pek görünen yoktu. Şimdi Lefkoşa’nın askersizleştirilmesinin önemi ve ihtiyacı bir kez daha ortaya çıktı. Bir şeyin daha önemi anlaşıldı ki askerin mutlaka kampında kalması ve Annan Planında ön görülen kurallar çerçevesinde kampından çıkabilmesi gerekmektedir. Askerle bu kadar içli dışlı olarak barış yapmayı hayal edenlerin başı bir kez daha tokuştu ama bunu ne kadar anladıklarını göreceğiz. Askerin sivil otorite önünde diz çökmesini sağlayamadıktan sonra tüm söylenenler boştur. Asker sivil önünde diz çökse polis sivil otoriteye de bağlanması, geçici onuncu madde de ve diğer sorunların çözümü günlük değil saatlik iştir ama bu olmadıktan sonra silahlı bir güç karşısında sivillerin yapabilecekleri kısıtlıdır.

Bunun hayal olduğunu düşünenler Şubat 2006’da Katalonya’nın özerkliğinin tartışıldığı zaman haddini aşan generalleri görevden alan İspanya hükümetinin icraatını araştırabilir. Çağdaş yönetimlerde siviller, karar alırken her kurum gibi askerin de görüşünü alır, karar alındıktan sonraki süreçte ise sivil otoriteye bağlı olması gereken bir kurum olan ordunun alınan bu karara saygı duymaktan başka çaresi kalmaz. Bunu anlayabildiğimiz zaman ve Jön Türkçü siyasi geleneklerle siyasetten yapmaktan vazgeçebildiğimiz zaman çağdaşlaşacağız…

Ancak bunlar daha önce de ortaya koyduğumuz görüşlerdi.

Ancak bu köprü ve duvar, gerçekten yıkılması gerek tek duvar ve köprü mü?

Lefkoşa gibi tarihi bir şehre çektirdiğimiz azabı acaba kaç kişi görebiliyor. Sınır boyu hem kuzeyde hem de güneyde yürüyerek köprünün yıkıldığı gün gözlem yapma olanağım oldu.

Kuzeydeki sınır boyunda birçok tarihi bina yıkıma terk edildi ama özellikle yol üzerine kurulan veya yıkıldığı için açılan alanlara mükemmel yapılan duvarlar dikkat çekiyor. Herşeye inat Lefkoşa’nın artık bölündüğünü anlatan duvarlar…

Güneyde ise 1974’de her nasıl yaptılarsa öyle kalmış bir hava var. Sınır boyu 1974 yılından bugünlere gelememiş. Derme çatma şeylerle kapatılmış yollara, yıkılmaya yüz tutmuş binalara, çirkin moloz yığınları ile yapılan askeri cephelere dokunurlarsa bölünmüşlüğü de kabul edecekler o yüzden nasılsa öyle bırakarak propaganda yapıyorlar.

İki çirkin propaganda ile Lefkoşa’nın bir döneme damgasını vuran Baf ve Ermu Caddesi ölüme terk edildi ve debelenirik Ledra Caddesine bir geçit açalım ama Lefkoşa’nın diğer yaralarına tedavi edici önlemi konuşabilen yok çünkü “çünkü” diye başlayan yüksek siyaset ve propaganda herkesin gözünü kör etmiş durumda ama Ledra açılması gereken tek duvar değil daha yıkmamız gerekecek çok duvarımız var…

Yıkılması gereken öyle duvarlar var ki balyoz bile işlemez. Beyinlerimize hükmedenler, beyinlerimizdeki duvarları katmer katmer yükseltmektedirler ama bunu da tartışan yok…

Kıbrıs Türk liderliğinin tacizci bir siyaset ile Kıbrıslı Rumlar her gün rahatsız edilmektedirler. Dağdaki bayrak, Stovrolo ve Kaymaklı bölgesindeki sınır ihlalleri, kayıplar konusu ve benzerleri ile Kıbrıslı Rum şovenleri ayaklandırılmakta, Kıbrıslı Rum toplumu sürekli olarak taciz edilmekte, milliyetçi refleks vermesi koşulları yaratılmaktadır. Dönüp Kıbrıslı Rum toplumu bu şekilde ayaklandırdıktan sonra sanki de iyi niyetli bir şey yapıyormuşçasına da hareketler yapılarak bu defa da Kıbrıs Türk toplumun milliyetçi refleks vermesinin koşulları yaratılıyor.

Bu siyaset sürdüğü sürece de çözüm Kıbrıs’ta zordur. Herkes herkesin duyarlılıklarını anlayarak, sorumlu ve duyarlı hareketlerle Kıbrıslılar arasında güven ve barışı sağlamız gerek…

Kıbrıs ve Kıbrıslıların birleşmesi mümkündür. Bunun için umut vardır, sorun olan niyet var mıdır?

2 Ocak 2007

Mafya hesaplaşıyor, bizimkiler seyrediyor

Herkes, iki kumarhane arasında 19 Aralık 2006 tarihinde Lapta'da yaşanan silahlı çatışma olayı üzerine çok şey yazdı, yöneticiler de önemli önlemler almışlar ve 27 kişiyi sınırdışı, 2 kumarhanenin de kapatılması kararı alarak bunu ortaya koymuşlar, gerçekten mi?
Haberi şöyle okumak da mümkün; Susurluk davasından mahkum olmuş ülkücü mafya bağlantılı Yaşar Öz ile Kürt mafyası bağlantılı Kürt Ahmet’in oğlu İdris Melih Turgut ekibinin hesaplaşması…
Hemen bir hatırlatma yapalım Susurluk Davası’nda yargılanarak 7 yıl hapis yatan Yaşar Öz, 19 Ekim 2004’de tahliye olmuş. Sabah Gazetesinin haberine göre; “yakınları tarafından cezaevi kapısında karşılanan Öz, yaklaşık 25 araçtan oluşan konvoyla getirildiği, Kredi Yurtlar Kurumu'nun yanındaki boş arazide bekletilen helikoptere binerek Yalova'ya gitti”…
Sonrası? Vatan Gazetesine göre adı İstanbul Etiler’de kaçak kumar oynanan bir villaya yapılan baskınla gündeme gelmiş…
Ve sonrasında Yaşar Öz’ün Kıbrıs macerası başladı.
Milliyet’in haberine göre Vega Casino, ‘genç patroniçe Arzu Tok’un sahibi olduğu’ bir kumarhane idi, Arzu Tok ise öldürülmeden önce Ömer Lütfi Topal'ın 17 kumarhanesinin müdiresi, ünlü kabadayı Hasan Heybetli'nin eski eşi idi… Yaşar Öz Vega Casino’yu alarak adını değiştirdi, nasıl mı aldı? Bunu ‘Sanpa Turizm LTD’ yetkilisi Kıbrıs vatandaşlarına sormak gerek.. Neysa, Kıbrıs Gazetesi başta olmak üzere birçok gazetenin magazin sayfalarını Ağustos 2006’deki kumarhane açılışı süsledi. Eylül’ün ortasında ise “1. Avrupa Birliği Güzeli Yarışması” kumarhanede düzenlendi… Hatta 18 Eylül’de Kıbrıs Gazetesinde yer alan haberde “Mert Karabetça'ya bu ve bundan sonra yapacağı bütün rekor denemelerine Grand Ruby Casino sahibi Yaşar Öz sponsor olacak” denmekteydi… sosyal, kültürel vs etkinlikleri(!) ile adaya gelen Yaşar Öz’ün yalnız geldiğini düşünmek aslında saflık olurdu. Yaşar Öz yanında önemli isimleri de getirmişti…
Bu noktada isimler üzerine biraz konuşmakta yarar var. Öldürülen Yaşar Öz’ün adamları arasındaki (ki bazı kaynaklar misafiri diyor) Musa Çakmak’ın kimliği aslında ilginçtir. Sabah Gazetesinin 23 Mayıs 2006 tarihli haberinde Musa Çakmakla ilgili olarak “Danıştay 2. Ceza Dairesi'ni kana bulayan saldırının ardından olayın azmettiricisi olarak aranırken Beykoz Çavuşbaşı'nda bir villada intihar girişiminde bulunduğu gerekçesiyle kaldırıldığı Acıbadem Hastanesi'nde gözaltına alınan 'Albay Muzaffer' lakaplı Muzaffer … Tekin'i kalbinde bıçak yarasıyla hastaneye götüren(in) … İbrahim Şahin'in eski korumalarından” olduğu yazıyordu. İbrahim Şahin, son olarak Özel Harekat Daire (daha çok bilinen ismi ile kontrgerilla) Başkan Vekiliydi, Ömer Lütfü Topal ve Tarık Ümit'in öldürülmeleri olaylarına isimleri karışan özel harekatçı polisleri koruduğu için soruşturma geçirdi, Susurluk Davasında yargılandı, yargılama sırasında Kutlu Adalı’nın da katili olarak adı geçen Çatlı ile karşılıklı göbek atarken fotoğrafları yayınlandı. Musa Çakmak da İbrahim Şahin’in yargılanma sürecindeki korumalarındandı…
Musa Çakmak ayni zamanda ‘Sürgündeki Doğu Türkistan Parlementosu'nun milletvekili olduğunu iddia ediyordu. Zaman Gazetesi cenaze haberini “Türk ve Doğu Türkistan bayrağına sarılı Çakmak'ın tabutu başında kısa bir konuşma yapan bir yakını, Çakmak'ın zararsız biri olduğunu ve yıllarca Doğu Türkistan davasına hizmet ettiğini söyledi” diye verdi…
Öldürülen diğer isim ise yine Yaşar Öz’ün adamı Hüseyin Dönmez’di… Zaman Gazetesi onun da cenaze haberini ayrı olarak verirken “cenaze namazına Dönmezin yakınları katılırken cenazede adı Susurluk soruşturmasında geçen Ayhan Çarkın da hazır bulundu” diye verdi.
Kumarhane olayı sonrası hükümet 26 kişinin de sınırdışı edilmesine karar verdi. Sınırdışı edilenlerin de listesi Kıbrıs Gazetesinde yayınlandı. Listede Saim Karamahmutoğlu ismi de yer alıyordu. Saim Karamahmutoğlu, Azmi Karamahmutoğlu’nun kardeşi… Azmi’yi unutanlar Kıbrıs Gazetesinin 16 Ocak 2003 tarihindeki haberden onu hatırlayabilirler; “Mağusa'da yapılan "Barışa evet, Rum yerleşiklere hayır" mitinginde konuşan eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Karamahmutoğlu, “Harami baskını ile Kıbrıs Türkiye'nin elinden alınacak olursa; bilinsin ki, burayı kan gölü yapar, öyle bırakırız” dedi”… Azmi “KKTC” vatandaşıydı da… Meclis tutanaklarına göre Ferdi Sabit Soyer’in iddiasına göre “Azmi Karamahmutoğlu’nu KKTC vatandaşı yapan Başbakan Eroğlu ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’dır.” Azmi’nin kardeşi Saim, 27 Temmuz 2004 tarihindeki Kıbrıs Gazetesi haberine göre adı “sahte sağlık belgesin” karıştı ama “buna karşın Karamahmutoğlu'nun çeteyle bir bağlantısı olmadığı, sadece kendi evraklarında benzer bir sahtelemeye gittiği öğrenildi” diye haberi verdi. Saim’in adı internet üzerinden bet oynatmak ve bununla ilgili idari soruşturmalarda da bulunabilir. Hatta yapılan şikayet üzerine ‘superbahis’ internet sitesinde “İş Bankası Girne Şubesi'ndeki Saim Karamahmutoğlu adına hesaplarımız kapatılmıştır. Lütfen bu hesaplara para göndermeyiniz” ibresi bir süre görülmüştü. Yani Saim’in bet, kumar konularında derin bir bilgi birikimi vardı!!! (Avukatının Yenidüzen Gazetesine gönderdiği tekzipte evrak sahtelemesi ile ilgili mahkeme bir karar vermemiş, sabıkasızmış Saim ve ayni zamanda 1996’dan beri adadaymış, ancak ilginçtir 2001’den beri “ikamet ve/veya oturma izni ile adada bulunduğu” şeklinde iddia önemli, öğrenci de olsa bir şekilde izin alması gerekmez miydi? 5 yıl bu adada nasıl yaşamış? Vardır Avukat’ın ona da ilginç bir cevabı ama acaba böylesi bir tekzibi 2004’de ilk Kıbrıs gazetesinde bu haber çıktığında niçin yayınlamamışlar sorusu da yanıtlanması gereken bir soru)
Yaşar Öz ekibini incelemeye devam edersek benzer Susurluk ve ülkücü mafya isimlerine ulaşmamız mümkün, peki diğer taraf…
Kürt Ahmet’in oğlu İdris Melih Turgut ise Nazire Dedeman’ın oğlu Umut Önal’ın ölümüne karışmıştı. Çıkan çeşitli gazete haberlerinde olay ‘Umut Dedeman, İdris Melih Turgut’un silahından çıkan kurşunla 1993’te yaşamını yitirdi. Olayla ilgili olarak gözaltına alınan Melih Turgut, tabancasını temizlerken kaza sonucu Umut Önal’ı vurduğunu söylemiş ve “Umut benim arkadaşımdı. Onun canına bilerek kastettiğim nasıl düşünülebilir” diyerek kendisini savunmuştu’ şekilde verildi. Melih Turgut, 1997’de sonuçlanan davada 18 milyon lira para cezasına çarptırıldı. Bunun üzerinde Umut’un annesi Umut Vakfı’nı kurarak özellikle bireysel silahlanmaya karşı kampanyalar yapmaya başladı. Vatan Gazetenin iddiasına göre “Melih Turgut, Umut Önal’ın eski sevgilisi Yeliz Yıldız ile 1999’da evlenince “Melih Turgut, Yeliz Yıldız’la evlenmek için Umut Önal’ı bilerek öldürdü” iddiaları gündeme gelmişti” diye yazdı…
Tanınmış Mafya babalarından Kürt Ahmet, Ankara’nın tanınan(!) isimlerindendir. Sabah Gazetesinin Temmuz 2004 tarihli haberine göre “Kürt Ahmet" lakaplı Ahmet Turgut'un da aralarında bulunduğu 50 kişi hakkında, "çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve bu örgüte üye olmak, adam yaralamak, gasp ve tehdit" suçu işledikleri iddiasıyla, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı dava açtı. Evinde, içinde gizli kamera tertibatı olan bir çanta bulunan Turgut hakkında 7 yıldan 14 yıla kadar hapis, oğlu Kadir Turgut hakkında 46 yıldan 91 yıl 6 aya kadar ağır hapis istendi.”… Hürriyet’in 4 Nisan 1999 haberine göre ise “Kürt Ahmet'in oğlu Özdemir Turgut, Ankara'da ANAP'ın ikinci bölge adayı” olduğu haberi yer aldı.
Son olarak da 20 Aralık’ta “Suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak suçundan çeşitli defalar gözaltına alınan ve yer altı dünyasının ünlü isimlerinden "Kürt Ahmet" adıyla bilinen Ahmet Turgut'un yeğeni Şahin Turgut ve 4 arkadaşı, Danıştay'da görev yapan 2 hakimi darp ettikleri iddiasıyla gözaltına alındı” şeklinde haber çeşitli gazetelerde yer aldı. Yani Ankaralı Kürt Ahmet bir anlamı ile aile boyu mafya…
Bunu Hürriyet’in 23 Temmuz 2004 tarihli haberinde okuyabilirsiniz; “Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'ne açılan davanın iddianamesinde, Ahmet Turgut'un yöneticisi olduğu iddia edilen çıkar amaçlı suç örgütünün gerçekleştirdiği eylemlere yer verildi. Sanıkların ev ve işyerlerindeki aramalarda elde edilen karşılıksız çek ve ruhsatsız silahlara değinilen iddianamede, Ahmet Turgut'un evinde bir çanta içinde gizli kamera tertibatının da elde edildiği bildirildi. İddianamede, çıkar amaçlı örgütünün ortaya çıkışı ve gelişimi de ele alındı. “Kürt Ahmet” lakabıyla tanınan ve “Büyük Baba” diye hitap edilen Ahmet Turgut'un, oğlu Kadir Turgut, yeğeni Şahin Turgut, müebbet hapis cezasına mahkum olan ve Sincan F Tipi Cezaevi'nde kalan diğer yeğeni Kadir Turgut'un, ilk başta korkutma, baskı ve cebir yoluyla sakatat piyasasına hakim olduğu anlatılan iddianamede, zaman içinde pazarcılık, düğün salonu, eğlence yerleri, ganyan bayiliği, kahvehane ve kumarhane işletmeciliği gibi alanlarda faaliyet göstererek maddi açıdan güçlendikleri kaydedildi.”
Tüm bu detaylar aslında alta konan gazete haberleri yani herkesin açıkça bildikleri, peki huzur operasyonu yapanların ya da yaptığını iddia edenlerin bunlardan haberi yok muydu?
Yani Susurluk tayfası kapağı yaz aylarında Girne kıyılarına atarken, yanlarına ülkücü mafya elemanlarını toparlarken, böylesi bir yığınağı polis, hükümetçilik oynayanlar vs görmedi de şimdi mi operasyon yapıyorlar. Yani Yaşar Öz’ün buraya pirilli oynamaya gelmediğini anlamak için illa birilerinin mi ölmesi gerekiyordu?
Eğer Yaşar Öz’ün adı böylesi bir olaya karışmasaydı, ‘beyefendi’ olarak anılmaya devam edecekti, bunun en güzel örneğini 24 Aralık 2006 tarihili Yenidüzen Gazetesinin dağıttığı Zoom isimli magazin ekinde görmek mümkün. Pazar günü dağıtılan ekin başlığı, bütün sayfayı kaplayacak şekilde Yaşar Öz’ün düğün fotoğrafının üstünde büyük harflerle “yılın düğünü”… Zoom, Yaşar Öz’ün düğününü yılın düğünü ilan etmiş anlayın durumu…
26 Aralık tarihli Star Gazetesi bu düğün ile ilgili detayları şöyle haber verdi; “Yaşar Öz, 26 yaşında Nergis (Kamburoğlu) isimli Kıbrıslı Türk bir kızla 17 Aralık Pazar günü St. Tropez adlı restoranda dünya evine girmişti. Kıbrıs vatandaşı olmak için 300 bin dolar karşılığında bir evlilik yaptığı iddia edilen Öz’ün düğün yaptığı St. Tropez ise eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın torunu Canpolat Denktaş’ın damadı olduğu aileye ait.” Böylesi iddiaların olduğu bir düğünü Yenidüzen Gazetesinin yılın düğünü ilan etmesi gerçekten düşündürücü…
Yani bir anlamı ülkücü mafya ile Kürt mafyası bir tür hesaplaşma yaptılar, ya sonrası…
Bu çatışma son mu?
Vatan Gazetesinin de haberinde hatırlatıldığı gibi Kıbrıs’taki en büyük kumarhane, Kumarhaneler Kralı olarak tanınan Ömer Lütfi Topal’ın oğlu Murat Topal’ın işlettiği ‘Devlet Emlak ve Malzeme Dairesinden’ Asil Nadir tarafından 49 yıllığına kiralanan ama 1 Şubat 1996’da el değiştiren Jasmine Court Otelin Casinosu… Aslında Oteli de Murat Topal yönetiyor…
Burada ilginç bir parantez açmak istiyorum… Kumarhanesi de olan otellerin bir kısmı devletten kiralık; Crystal Cove, Salamis, Saray, Dome, Jasmin Court vb…
Susurluk raporlarına da yanıysan ifade “soruşturma sırasında, milletvekili Sedat Edip Bucak'ın resmi korumalığını yapan özel timci polis memurları Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy ve Oğuz Yorulmaz'ın, kumarhaneci Ömer Lütfü Topal'ın 28 Temmuz 1996'da Sarıyer'de öldürülmesinden sonra gelen bir telefon ihbarı üzerine Topal'ın iş ortakları Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir'le birlikte İstanbul Emniyeti'nce gözlem altına alındığı, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın talimatıyla Ankara'ya gönderilerek serbest bırakıldığı ve daha sonra Bucak'a koruma olarak verildiği ortaya çıktı” şeklindeydi…Burada adı geçen Ayhan Çarkın, son kumarhane olayında ölen Hüseyin Dönmez’in cenazesine katılmıştı.
Ömer Lütfi Topal’ın adı dönemin gazetelerindeki bir iddiaya göre Tansu Çiller’in bahsettiği PKK'ya yardım eden Kürt işadamları listesinde Kürt kökenli olmadığı halde yer alıyordu. Yani Topal ailesi ile Susurlukçuların arası iyi değil…
Şu anda Topal’ın kızı ve oğlunun yönettiği kumarhane yanında İbrahim Tatlıses’in bile Girne bölgesinde kumarhanesi var. Kumarhane sayısı bazı kaynaklara göre 20 bazılarına göre ise farklı rakamlar…
Böylesi bir ortamda Paramaribo Turizm LTD, Acapulco Otel’deki kumarhaneyi boşaltarak Lefkoşa’ya taşınmaya çalışıyor. Severis Un fabrikasının eskiden olduğu yerde yükselen otel Hollanda ortaklı Paramaribo’ya ait.. Net Holding yada sahibi ile anmak gerekirse Besim Tibuk da Lefkoşa’ya otel yapmaya başladı. Tibuk eğer Girne’deki 80’lerin başında "İslam Bankacılık ve Ekonomi Enstitüsü"ne kiralanan, sonra 90’larda Asil Nadir’e kiralık verilen, ipotekliyken Asil Nadir’den devraldığı Merit Cove Otel’deki Casino’yu taşımıyorsa, genişliyor.
Yani Girne kumar rantı ciddi bir sıkışma gösteriyor, o yüzden birileri Lefkoşa’ya doğru kaçmaya başladı da, Bafra bölgesinde olan nedir? Bafra’ya ve Boğaz’a yapılan devasa oteller kitle turizmi mi, yoksa yeni kumarhane baronları için mi? Kitle turizmi konusunda kimse umutlu olmadığına göre cevabı acaba nedir?
Lapta sokaklarındaki hesaplaşma Kıbrıs’ın her yanına yayılıyor, rantından yararlananlar da… Paramaribo'nun Oteli için bir gecede alına bakanlar kurulu kararının anlamı başka ne olabilir ki? Bir anaokulu ve devlete ait bir yolun özel bir şirkete verilmesi, sizce normal mi? Yada İpotekliyken Asil Nadir’den Besim Tibuk’a otel devri nasıl olduydu gibi sorulara cevap verebildik mi?
Bu nedenle “huzur operasyonu” haberlerine aldırmayın, milyon dolarların döndüğü kumarhane, bet ofisi ve gece kulüpleri piyasasını yönetenler, çıkarları çatıştıkça ve pasta küçüldükçe daha çok çatışacaklar, o yüzden kendinizi mafya kurşunundan sakınmaya bakın yeter…