21 Nisan 2006

Anlam kaymaları

Kıbrıs’ın kuzeyindeki sol bir türlü dilini bulamadı. Her söylem adeta bir önceki dönemin tüm ağırlığını üstünde taşıyarak bugüne taşınmakta...
Özgür Düşünce Gazetesinde BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan’ın röportajını okuyanlar bunu çok net anlarlar...
Ne diyor İzcan, Kıbrıs’taki sol anti-emperyalist mücadele vermeliymiş, Kıbrıs’ın kuzeyinde anti-emperyalist mücadele söylemini kullananlar; Volkan gazetesi çevresi, BKP, KSP...
Peki nasıl oluyor da ortak noktada buluşabilirler?
Anlaşılması kolay bir durum...
BKP ve KSP farklı ama benzer köklerden beslenen, anti sömürgeci, ulusal kurtuluş mücadelelerini temel doğru ve mutlak ilerici kabul eden, geçmiş sol söylemden bunu almaktadırlar ve bugüne taşıyorlar, Volkan çevresi ise küreselleşme karşısında ulus devletçilerin söylemini kullanıyor. Türkiye’de kızıl elmacıları ortaklaştıran, Türkiye Komünist Partisi’ni ve Yunanistan Komünist Partisi’ni bu çizgiye yaklaştıran da benzer bir söylemdir. BKP’nin ve KSP’nin söylemi, Türkiye Komünist Parti ve Yunanistan Komünist Parti’nin söylemlerine yaklaşık bir söylemdir. Bugün Türkiye’de bu noktada diğer yoğun tartışmalardan biri de yurtseverliktir...
Tüm söylemler sağ sapmayı bünyesinde barındıran, milliyetçiliğe açık kapı bırakan, zayıf teorilerdir.
Tüm söylemlerin ortaklaştıkları nokta, yükselen neo liberal saldırganlık karşısında, güçlenen Çok Uluslu Şirketlerin pozisyonlarını göz ardı eden, dünyayı hala 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan Soğuk Savaş koşullarındaki ‘emperyalist’ yeniden düzenlemeye karşı, ana olarak üçüncü dünyacılığa yaslanan, ulusal kurtuluş mücadelelerini sorgulamadan destekleyen söylemlerin eskimiş olarak bugüne taşınmış olmasıdır.
Anti emperyalizm söylemi bugünün bir kapanma siyasetidir, ulus devletin bir şekilde savunulmasıdır. Solun diğer önemli bir unsurunu, enternasyonalizmi red ederek, ana olarak ‘içerdeki’ güçlere yaslanarak, dayanışarak, birlikte küresel saldırıyı bertaraf edebilme her zaman ilerici değildir.
Küresel saldırıya karşı küresel bir direniş, bugünün kaçınılmaz gerçeğidir. Bu direniş yalnız yoksunluk ve yoksulluğa karşı değil, insan hak ve özgürlüklerinin, çevrenin korunmasını, her türlü ayrımcılığa karşı mücadeleyi ve benzeri neo liberal saldırganlık sonrası zarar gören, tahribata uğrayan değerler için ortaya konmaktadır. Çünkü neo liberalizm Çok Uluslu Şirketlerin dayatması ve Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi kurumların aracılığı ile kar olgusunu ön plana çıkaran, her şeyi metalaştıran bir siyaset ile her şeye saldırmaktadır.
Sosyalistlerin bu noktada durması gereken yer, bu saldırıyı göğüslemeyecek ortak direniş hattının oluşturulmasıdır. Bu bir anlamı ile gerçek mağdurların tek cephede bir araya gelmesidir. Ve gerçek anlamı ile bu mağduriyeti yaratan da kapitalizmdir.
Tam bu noktada Türkiye Komünist Partisi, Yunanistan Komünist Partisi, KSP ve BKP’nin anti-emperyalist söyleminin sakıncaları ortaya çıkmaktadır. Çünkü bugünkü Çok Uluslu Şirketlerin saldırganlığı ile bir anlamı ile mağdur gibi duran ‘yerel kapitalistler’ gerçeği ile de karşı karşıya kalmaktayız. ‘Vatan toprağı satılmasın’, ‘yabancıya satılamasın’, ‘Rum’un parasına bizi mahkum ettiler’ gibi gerici söylem ve sloganlar ilk etapta bakıldığında hoş ve anlamlı gelse de;
Vatan toprağı yabancıya satılmadığında, bu ülkenin emekçisine mi satılacak?
Filan fabrika yabancıya satılmadığında, emekçiler mi yönetecek?
Rum’un parasına değil de Türk’ün parasına muhtaç olunduğunda, sömürü daha mı az sorun olacak?
Soruları ile konu değerlendirildiğinde sloganların ve söylemlerin altındaki gerçek yüzeye çıkar.
Komünist Manifesto’nun hiç okunmadan bile bilinen son cümlesi hep tekrarlanır, ama bir önceki cümlesi ve geneli çok az konuşulur, hatırlanır. Komünist Manifesto’da da defalarca tekrarlandığı gibi sermayenin hiç bir zaman dili, dini, rengi olmadı, hiç bir zaman da ayrım yapmadı, bu nedenle mücadeleyi geliştirirken biz sosyalistlerin de bunu asla unutmamamız gerekir. Yani küresel saldırı karşısında Boyacı’nın, Lordos’un akıbetleri sosyalistlerin hiçbir zaman gündemleri olamaz. Geçici ittifaklar, geçici yol arkadaşlıkları olabilir ama emekçiler her zaman için kendi ırkdaşları tarafından daha fazla sömürüldüğü, baskıya da uğradığı gerçeğini de unutmamak gerek...
Sosyalistlerin gündemi sömürücünün ırkına, dinine, diline karar vermek değildir. Bu nedenle anti-emperyalist mücadele farklı türde sömürgecililere karşı bir dönem bazı ülkelerde ilerici bir direnişin teorisini oluşturabilmiştir.
Ancak bugün itibari ile anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist bir söylemi içinde barındırmazsa gerici olmaya mahkumdur.
***
Benzer şekilde sosyal hakların savunulması, sosyal politikalarda da yaşanmaktadır. Sosyal Demokrasi, devletçilikle, Keynesçi yaklaşımlarla bir anlamı ile ulus devletin savunulmasına girişmektedir. Küreselleşme karşısında açıklamakta güçlük çektiği kapitalizmin dönüştürülmeden, ehlileştirilmesi süreci bir anlamı ile karşımıza ulus devletin savunulmasını doğal olarak karşımıza çıkarıyor. Bu hali ile zaten içinde olan sağ unsurlarla bir anlamı ile daha da sağa savruluyor.
Dünya sosyal demokrasisinin bu açmazına Sosyal Demokrat bir parti olarak kurulmayan, devletin partisinin sonradan kendi kendine sosyal demokrat demesi ile bu mertebeye erişen CHP ve onun Kıbrıs’ın kuzeyindeki kötü kopyaları BDH ve TKP’nin savrulmaları aslında doğaldır. Sosyal Demokrasi özü itibari ile Marksizmi kabul ederken, onun devrimci, dönüşümü öngören kısmını yumuşatarak kendince yorumlaması sonrası 2. Enternasyonal sonrası ortaya çıkmıştı. Hep iki arada bir derede kalma halinde olmuşlardı. Almanya’da SPD, Yunanistan’da PASOK ve İngiltere’de İşçi Partisi’nin yaşadığı seçim şokları ve üçüncü yol gibi teorik kaymalarının bir çoğu bizim sosyal demokratlara fazla bulaşmadığı için, bizdeki sosyal demokratlar hep CHP’nin devlet partisi olma geleneği ve onunun yeniden inşasının çıkar yol algılanmasına benzeyen, ‘devletçilik’ politikaları, ulus devletin savulmasını gündemlerinde tuttular.
Bu nedenle küresel saldırı karşısında onlar da kapanmayı öneren bir hat izlemektedirler.
***
Anlam kaymaları kendini sol olarak tanımlayanları sağa doğru sürüklemekte, ‘vatan savunması’ gibi gerici bir hatta itmektedir.
Özgürlükçü Sosyalistler ise küresel saldırı karşısında küresel bir direnişin örgütlenmesi için çalışmaktadırlar.
Yalnız emekten yana değil, saldırı altında olan çevreden, kadından, homoseksüellerden, azınlıklardan, göçmenlerden, mültecilerden, anti-militaristlerden, kır yoksularından, topraksızlardan yana daha fazla eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi mücadelesi özgürlükçü sosyalistlerin gündemindedir.
Yeni Kıbrıs Partisi’nin gündeminde olan sol söylem, sosyalist mücadele de budur...
Zor olan bu mücadelenin bu kadar anlam kayması içinde anlatılmasıdır...

7 Nisan 2006

Beyaz mı, siyah mı? Gerçek ne?

Bir süredir at izi ile it izleri birbirine girdi…
Eskiden her şey çok daha kolaydı, sözü ve özü benzeşen liderlik vardı, en azından onunla mücadele ederken kara dediğinin yanlış olduğunu, doğrusunun beyaz olduğunu anlatmaya çalışırdık…
Bugün düpedüz siyahın beyaz olduğu iddiasındaki bir liderlikle mücadele etmeye çalışıyoruz. Yani, önce ne söylediklerini deşifre etme sona da yanlış olduğunu anlatma gibi gayet karmaşık bir sürecin içinden geçmekteyiz…
Daha önce yazdım, askersiz Lefkoşa’ya ilk tepki Soyer’den gelmişti diye ama, hükümet olduktan sonra askeri törenlerdeki CTP yetkililerinin tavırlarını hatırlatmayı unuttuğum aklıma geldi. Yapılan tatbikatlardan CTP yetkililerinin ne kadar mutlu ve gururlu ayrıldıklarını, askeri törenlerde mevcut ‘ordularımızla’ (!) ne kadar gurur duyduklarını bir bir çıkarmak geldi içimden ama kime ne, onlara kendilerine hala barışçı diyorlar, beyaz mı, siyah mı?
Unuttuk ki, mayın temizleme işlemleri kaç zaman önce başlamalıydı, bizim liderlik askerden aldığı emirle temizlik işlemini başlatmadı, hatta son CTP hükümetinde de mayınların temizlenmesi sözü verilmiş olmasına rağmen yapılamadı, buna rağmen BM, yalnız RMMO ile işbirliği yaparak tek taraflı süreci başlatmıştı. Son bir yıldır aniden asker izin vermeye karar verdi, GKK sürece dahil oldu ve mayın temizliği belli bir noktaya geldi ama sanki bu iş rutin bir süreç izlemiş gibi sunuldu kamuoyuna, ama emirle bizim tarafta mayın temizliğinin geçikmeli başlamasını unuttuk mu?
Sınırlardan gerçekten kim sorumlu? İnsan kaçakçılığı ile ilgili açıklamayı Abdullah Gül yaptığına göre, Türkiye… Ne demişti Gül, ‘Luricina’daki denetimleri artırdık’, peki bizim iç ve dış işlerinden sorumsuz bakanlıklardan açıklamaları? Ben dişe dokunur bir şey okuyamadım, okuyan varsa söylesin. Hatta benim şüphem, sanırım Kıbrıs’ın kuzeyindeki kimsenin bu konu ile ilgili bilgisi bile yok, o zaman bu memleket gerçekten bizim mi? Gerçekten biz mi yönetiyoruz? Hani talimatla yönetilmeye hayır demiştik, talimatla yönetilmiyormuyuz?
Çok çabuk unutup, tepki vermedik ama TC Başbakanı Erdoğan’ın Özgürgün’ü arayıp ricada bulunmasına niçin kimse doğru dürüst tepki vermedi hala anlamadım? Eskiden muhalefet liderleri bırakın telefonla aranmayı, medya aracılığı ile kendilerine dolaylı da olsa laf söylense ortalığı birbirine katarlardı. Şimdi ortalığı birbirine katanlar hükümet oldu diye, müdahaleler de mi etkisini yitirdi? Peki Erdoğan’ın ‘referandumda evet çıkarmak için çok çalıştım’ demesini niçin es geçtik? Hoşumuza giden müdahaleler tamam, hoşumuza gitmeyenler ise kötü mü?
AB kurumları bizi büyük de tuhaflıkla AB’ye katmaya çalışıyorlar, Avrupa Komisyonu Genişleme Komiserinin internet sitesine girerseniz, genişleme sayfasında bize de yer açıldığını görürsünüz, yani AB genişlediği ve kendi coğrafyasına kabul ettiği bir yeri yeniden genişleme sayfasına alıyor. Bunu algılamakta güçlük çekenlere şöyle anlatalım, bu, mesela o sayfaya Bask halkı, Batı Trakya halkı gibi ilavelerin yapılmasına denk gelir, hade uç da örnek verelim anlamak istemeyenler anlasınlar diye, Türkiye üye olduktan sonra genişleme sayfasına Kürt Toplumu diye bir de yer açılması demektir. AB bunu kimseye bugüne kadar yapmadı, bizim gibi 200 bin kişi için böylesi bir anomaliyi kabul etti, o zaman hala AB’ye niçin ‘sözünü yerine getirmedi’ diye bağırırız?
Komisyon, geçmiş yıllardan farklı olarak bizi AB Fon politikasına dahil etmeye çalışıyor yani bazı fon veya yardımlardan bir defalık değil, sürekli ve bütçeden ayrıldığı şekli ile yararlanacağız. Peki bu Fon sistemi nasıl çalışır? Çok basit, üyelik görüşmeleri sırasında ülkede olan veya kurulan yapıların fon sistemini yöneten mekanizmalarla bağlantılar kurularak, peki Kıbrıs’ın kuzeyinde böyle bir mekanizma var mı? Olmadığını bildiğimize göre ve böyle bir mekanizma kurulması için bir de yasal düzenleme yapılarak adına Mali Yardım Tüzüğü dendiğine göre, niçin en yetkili ağızlar bile 3 kelimelik başlığın yalnızca 2 kelimesine tekrarlayıp dururlar? En doğruyu sağcılar anladılar; evet, bu mekanizma çalışırsa Kıbrıs’ın kuzeyi de AB müktesebatının içine girmeye başlayacak, AB kurumları Kıbrıs’ın kuzeyinde de etkili olma methodlarını geliştirebilecekler. Yani AB üyesi Kıbrıs’ın bütün olarak AB coğrafyasına dahil olabilmesi süreci başlayacak. Anlamayanlara bir yani daha diyelim, ‘KKTC’ diye bir yapıdan resmen vazgeçtiğimizi deklere etmemizdir talep… Gerçekten karşı çıkılan budur da, bu kervanda CTP’nin ne işi var?
Peki, Mağusa Limanı, Limasol Limanı tartışması? Gümrük Birliği nedir? Yani İtalya hükümeti, İtalyanları kınarsa ki Fransız Limalarını kullanır diye nasıl bir görüntü ortaya çıkar? En ilkel hali ile ulus devlet argümanları ile siyaset üretenler mi çağdaş politikacılar? AB içinde ulus devletleri savunanların grubu, Le Penlerin, Haiderlerin olduğu siyasi gruptur acaba yakın bir gelecekte CTP bu gruba mı katılmayı düşünür? Siyasi literatüre Ecevitler soktu, şimdi temizleyemiyoruz, ulusal sol nasıl olabilir? Hem milliyetçilik hem de solculuk nasıl bir düşünce içinde erir anlaşılması güçtür ama birileri hala daha hem ulus devleti savunup, hem de çağdaş sol bir parti olduğunu iddia edebilmekte…
Karalar ve aklar birbirine girdi, net olan bu hükümetin TC’deki asker ve sivil bürokratlardan gelen emirleri harfi ile takip ettiği, AB ile çalışmak yerine ayrı devlet olgusunu ileriye götürmeye niyetli olduğudur. Ancak sorun, bunları tersinden sunarak yapmaları kafaları karıştırmaktadır.
Bizimle dalga geçer gibi en güzel giysilerini giydiğini iddia eden kral, müstehcen bir şekilde ortalıkta dolaşmakta. Birileri değil hep beraber ‘kral çıplak’ diye bağırmamız ve enayi olmadığımızı ortaya koymamız gerek çünkü sessizliğimizin memnuniyeti kralın suratından okunmakta…