22 Aralık 2006

Öylesine bir rejim

Arka arkaya yaşadıklarım beni şaşırtmaya devam ediyor…
Bir süredir insan hakları, ayrımcılık gibi konularla ilgileniyorum, hem güneydeki hem de kuzeydeki örnekleri görebilme, konuşabilme olanağına da sahibim. Bu konularda mücadele eden dostlarımızın deneyimleri ile yeni şeyler öğrenirken, bu arada yaşayarak yada okuyarak öğrendiklerim karşısındaki şaşkınlığım bir o kadar artıyor…
Adanın güney coğrafyasına yönelik, son dönemde Irkçılığa Karşı Avrupalı Ağı – Kıbrıs (ENAR-Kıbrıs) ve diğer AB bünyesindeki insan hakları, ayrımcılık ve ırkçılık karşıtı yapılar tarafından hazırlanan çeşitli raporlarla durumu daha net görüyoruz ama kuzey?
Kuzeyde göçmenler, mülteciler, kaçak göç ve sığınmacılar konusu adeta bir muamma, bunların farklı şeyler olduğu, her birinin insan hakları ve yabancı düşmanlığına karşı mücadele noktasında ortaklıklarının olduğunu ama farklı hukuksal uygulamalarla ele alınması gerektiğini anlayan çok az insan var.
Kaçak göç bugün tüm dünyanın sorunu… Yaşadığı coğrafyanın artık kendisi için yetersiz kaldığını düşünen her birey umuda yolculuğa çıkıyor. Tam bu noktada kritik soru ortaya çıkıyor; bu yetersizlik parasal mı? Eğer parasal ise ve ülkesinden yasadışı çıkarak, başka bir ülkeye yasadışı olarak giriyorsa kaçak göçmendir. Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba ait olması veya siyasi görüşü sebebiyle zulüm görmekten haklı nedenlerle korku duyan ve ülkesinin korumasından yararlanamayan ya da yararlanmak istemeyen veya zulüm korkusu nedeniyle buraya dönmek istemeyen kişinin zaten ülkesinden yasal yollarla çıkışı imkansızdır ve/veya can güvenliği yoktur ki, ülkesini yasadışı terk eder. Böylesi bir durumda elbette diğer bir ülkeye yasadışı yollarla girer. Birçok kez, baskı altında olanın birey, baskı yapanın da devlet olmasından kaynaklanan sorunlardan dolayı yasadışı başka bir ülkeye sığınanların bulundukları durumu her zaman kolaylıkla ispatlaması olanaklı olmaz. Bu nedenle giriş yapanlar talepleri halinde sığınmacı statüleri alırlar ta ki BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) yetkililerinin gözetiminde, 1951 Cenevre Konvansiyonuna (Mülteciler Konvansiyonu) ve ek protokollerine uygunluklarını ispatlayıp mülteci statüsü alabilsinler. Bu sürecin bir sonrası mülteci kabul edecek ülke bulunmasıdır.
Sistem böyle işler de, kuzeydeki yönetim hem ilgili uluslararası belgeleri hem de AB müktesebatındaki önemli hukuksal düzenlemeleri tanımadığı veya hukuksal düzenleme yapmadığı için kuzeyde insanlık dramları yaşanır. Çünkü kuzeydeki yönetim böylesi durumda olanları toplu yargılar, yasadışı giriş yaptılar diyerek bir cezaya tabi tutar ve sonra Türkiye üzerinden sınırdışı eder. Sınırdışı! Bu aslında çok tehlikeli iştir, geri gönderdiğiniz bir eşcinsel için İran, idam edilmektir. Ayni şekilde bir Kürt için Suriye, işkence görmek, gözaltında kaybolmak veya idamdır. Iran, Irak, Afganistan, Pakistan Suriye rejim muhalifleri için ölümün kol gezdiği coğrafyadır. Kıbrıs’ın kuzeyindeki yönetim ise buna aldırış etmeden yıllardır sınırdışı politikası uygular, başlarına gelecekleri umursamadan, peki insan hakları örgütleri?!
Peki burada kaldıkları sürede yaşananlar… Baro konu ile ilgilenmiyor, devlet umursamıyor, insan hakları örgütleri olayı yok sayıyor ama bu insanlar ‘suç’ işlemeden polis karakollarında gözetim altında tutulduklarında yaşadıkları ile kim ilgilenecek?! Polisin tüm iyi niyetine rağmen yetersiz koşullarda bu soğukta, bodrum katlarında günlerce yaşamaya mahkum edilenlerin olduğu koşullarda insan haklarından bahsetmek mümkün mü?
Geçen hafta 34 Suriyeli ülkeye giriş yaparken yakalandı, ihbarla… yani insan kaçakçıları hem her birinden ortalama 2000 dolar aldı, hem de kendilerini ihbar etti. Bu olayı öğrendiğimde ilk aklıma gelen mafyalar da Kıbrıslı ortaklarına kazık atmaya başladı şekli oldu. Bu insanları Kıbrıs’ın iki tarafından ortakları ile güneye geçirmek için bu insanlardan para alanlar, karlarını paylaşmamak için, dönüp bir de polise ihbar ediyorlar.. ne günlerden geçiyoruz…
Bu 34 Suriyeli bir haftadan fazla Girne Polis Müdürlüğündeki Bodrumdaki hücrelerde tutuldular. Üstlerindeki giyecekleri incecikti ve polisin yetersiz koşullarında bir battaniye ile kimi günleri geçirmek zorunda kaldılar, Lapta’dan ve çevre karakollardan kaydırılan battaniyelerle biraz daha iyi ısındılar ama küçük bir hücrenin içinde… Aralarında 15 yaşında Amar da var… Amar da umuda yolculuğa çıkanlardandı. Çocuklar hakları sözleşmesini geçirdik diye büyük büyük demeçler veren politikacıların, yılın birkaç gününde çocukları hatırlayan yetkili ve örgüt temsilcilerinin duyarsız ve ilgisizliğinden kulağından rahatsız olmasına rağmen o da bir haftadan fazla o hücrelerde, on sekiz yaşında diğer bir Suriyeli ile birlikte günlerini geçirdi.
Daha önce de söyledik, yine söyleyelim. Bu insanların işledikleri tek suç umuda yolculuktur, ne katil ne soyguncudurlar, bu nedenle böylesi muameleleri hak etmiyorlar. Temel insan hak ve özgürlüklerine ek olarak, kadın hakları, çocuk hakları temelinde de konuya yaklaşılmalı ve Kıbrıs’ın kaçak göçte bir önemli ara durak olduğu bilinci ile artık bir şey yapmaya başlayalım…
Unutmayalım ki insanca muamele, insan hak ve özgürlükleri bir gün size ve herkes lazım olabilir…

25 Kasım 2006

Yaşamımızda neler oluyor?

Hızlı değişimlerin yaşandığı ama herkesin ortak olarak hiçbir şey yaşanmadığına inandığı bir süreçten geçiyoruz…
Turizm Bakanlığı Demokrat Parti’nin kontrolündeydi. Bafra, Boğaztepe, Kervansaray ve Lefkoşa’da süren otel inşaatları ve elbette bunların kumarhanelerinin ilgisini pek biri kurmadı.
Bafra İskele Kaymakamlığına bağlıydı, inşaat sürecinde aniden bakanlar kurulu kararıyla DP’li Galatya (Mehmetçik) Belediyesine devredildi. DP hükümetten düşerkenden, Bafra yine Kaymakamlığa geçti, DP bağırmaya başladı, “bu Galatya insanına yapılan ihanettir”… İhanet, Galatya insanına mı, DP’ye mi bilmem ama Lefkoşa’da Severis’in Un fabrikasının yerinde yükselen binanın tabelasında Paramaribo Turizm LTD’e ait olduğu yazmakta. Bu da Acapulco Otelini ve kumarhanesini çalıştıran paravan mı, gerçek mi pek belli olmayan Kıbrıs’ın kuzeyindeki hukuki süreci bypass etmek için olması muhtemel bir ‘LTD’… Yani Acapulco’nun sahipleri, yeni Hollandalı (ve başkaları da olabilir) Lefkoşa’ya ‘yakışan’(!) bir kumarhane için kollarını sıvadılar. Lefkoşa’da biri de evkafa ait otel olmak üzere zaten iki kumarhane vardı, şimdi iki tane daha yolda…
Yolda olan diğer kumarhaneli otel ise halen ilişkileri sır olan Besim Tibük-Asil Nadir’in hade ticari ismi ile belirtelim ‘Voyager Kıbrıs LTD’’in Merit Oteli… Merit Lefkoşa Eylül’de patronlarının yatırım açıklamasından 2 ay sonra, rakibinin gerisinde biraz kalmasına rağmen, ancak başlayabildi, ilginç olan yine hükümet değişikliğinin ardından…
İki kumarhanenin ya da şimdiki halleri ile otellerin bir ortak yönü de, Lefkoşa Belediye Başkanları ile olan ilişkileri… “Paramaribo Turizm LTD”, belediyenin kullanımında olan Severis’in Un Fabrika’nın, Fuar alanı ile takası ile, yani CTP’li Kutlay Erk’in girişimiyle kendine yer edinmişti, Voyager Kıbrıs LTD’inki ise şimdiki DP’li Belediye Başkanı Cemal Bulutoğluları’nın şirketi SERCEM tarafından inşa edilmekte... İşin başka bir ortak noktası ise yasal prosüdürleri tam olarak tamamlamamış olmaları, iki inşaatın da yasalarla arası iyi değil ama kumarhane baronlarına kim hesap sorabilir ki?
Ya Kervansaraydaki? Herşeyi ile yasadışılık kalesi haline gelen otelin bağlantısı çok derinlerde… Yakında TC Yardım Heyeti bu bölgenin rehabilitasyonu için oluk gibi para akıtmaya başlayıp, bölgenin özellikle ana girişlerini düzenlediğinde bağlantıları bazıları anlayacak ama geç kalınmış olunacak…
Ayni şekilde KTHY’daki önceki yolsuzluklar da yavaş yavaş su yüzüne çıkarılıp, DP’ye hatırlatma yapılıyor… KTHY DP’nin elinden alınan ilk oyuncaklarından biriydi. Şimdi CTP’nin kontrolünde, parça parça özelleştiriliyor. Son yer hizmetleri adeta el altında denebilecek bir uygulama ile özel sektöre devredildi, bu durumda ilk akla gelen soru bu iş usulüne uygun mu yapıldı, yoksa usulüne uyduruldu mu?
DP en çok KIB-TEK’in Maliyeye bağlanmasına içerlendi herhalde… Acaba bunun elektriğin özelleştirilmesi ile bağlantısı var mı?
Yıllarca Tarım, Doğal Kaynaklar Bakanlığı ile anılan KIB-TEK aniden CTP’li bir bakanlığa bağlandı. Diğer özelleştirme sürecinde olan sektör ise Sağlık Bakanlığı, o da CTP’nin kontrolünde… Bu sektörde de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Mağusa’da yapılmaya başlanan yeni hastanenin yatak kapasitesi net olarak basına çok yansımıyor, özel hastanelerin baskısı ile değişen planlar da… Büyük gürültü ile yapılan ve şov üstüne şov ile bitirilecek olan Mağusa Hastanesinin yatak kapasitesine özel sektör hastaneleri müdahale etti mi? Ve en önemlisi günün sonunda bu hastane Mağusa için yeterli mi?
Yollar yapılıyor, kimse tam olarak planını bilmiyor, zorunlu olan ÇED raporları bypass ediliyor, ağaçlar kesiliyor, vadiler dolduruluyor, Kıbrıs’ın kuzeyi bir uçtan bir uca asfalt yollarla birbirine bağlanıyor ama bunca yola ihtiyaç var mı? Kimse bunu tartışmadı, zaten firmalar da Türkiye’den geliyor, kendi adamları, ekipleri ile. Bizim yalnızca malzemeyi, hem de dağı taşı dağ tahrip edip, kumu, çakılı beleş kullanıp yol yapıyorlar, kimseye hesap verme ihtiyacı duymadan, sahi Ulaştırma Bakanı hangi partidendi?
Ayni şekilde telekomünikasyon alanında da özelleştirme, yeni özel girişimler var…
Bu listeyi uzatmak mümkün…
Tüm bu sorularla ve ilişki biçimlerliyle beraber aramamız gerek başka bir soru kendini dayatıyor, ‘hükümet değişikliği acaba yalnızca siyasi bir kavgamıydı, yoksa paylaşım kavgası mı?’

27 Ekim 2006

Akıl tutulmaları

Bu hafta, belki tekrar olacak ama geçtiğimiz haftalarda yaptığım hatırlatmalara devam etmek istiyorum.
Hatırlatmalar aslında önemlidir çünkü kafa karışıklığına karşı, zihin açıcı faydaları var. Bugünkü durumu, çöken, kirlenen her şeyi anlamaya çalışıyor insanlar ama geride kalanlara bakmadan anlamaya çalışmak neye yarar var.
Mesela son dönemde bir yerel gazete Sayın Mustafa Akıncı’nın yaptığı açıklamaları ısrarla manşete çekmeyi sürdürüyor. Sanki de Sayın Akıncı’nın Türkiye karşıtı önemli bir hareketin içindeymiş izlenimi verilmeye çalışılmakta…
Çok değil 5 yıl öncesine gidelim ve hatırlayalım…
KTÖS, 30 Ocak 2001 tarihinde gazetelere “Ankara, paranı da paketini de memurlarını da istemiyoruz. Bizde kendi kendimizi yönetecek bilgi, beceri, potansiyel ve yeterlilik vardır. Esir olmak istemiyoruz” şeklinde bir ilan vermişti. Bu ilan sonrası dönemin Başbakan Yardımcısı da olana ve yine o dönemde TKP Başkanlığı da yapan Mustafa Akıncı TAK’a yaptığı açıklamasında “Türkiye ile KKTC arasında çok uzun yıllar öncesinden Kıbrıs Türkü’nün Anadolu’dan gelmesiyle başlayan, kökleri çok derine inen manevi ve kültürel bağlar bulunduğuna işaret” ederek “Türkiye’nin önemini ve dostluğunun önemini kavramadan bu ülkeye hizmet edemezsiniz. Öğretmeninize de hizmet edemezsiniz” diyerek KTÖS’ü eleştirmişti. (http://www.emu.edu.tr/~tak/news/20010131.htm )
Peki böylesi açıklamalar yapan Akıncı bugün kelimesi kelimesine ayni açıklamalar yapan Talat ve Ferdi’yi hangi yüzle eleştirebilir?
Sayın Akıncı’nın sendikalarla girdiği kavga Radikal Gazetesine kadar yansımış ve “Hükümet ortağı, Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP) lideri Mustafa Akıncı da sendika yöneticilerine sert eleştiriler yöneltti” diye bu gazete haber yapmıştı. Yani yalnızca acentalık değil, acentanın savunulması görevini de üstlenmişti Akıncı…(http://www.radikal.com.tr/2001/02/02/dis/01ada.shtml)
Koltuk tatlı geldiğinde şekilden şekle girenlerin defalarca denenmesi ile hiçbir sorunun çözülmeyeceği anlaşıldığı gün aslında değişim başlayacak…
Son operasyonla ilgili bir anda sert açıklamalar yapan BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan’ın Meclis tutanaklarından takip edebilenler şöyle bir karara rastlarlar;
“Cumhuriyet Meclisi Başkanlık Divanı, Kurucu Devlet Anayasasını Görüşmek Üzere Oluşturulan Geçici Özel Komitenin oybirliğiyle aldığı Karar ışığında, söz konusu Komite üyelerinden Sayın Ferdi Sabit Soyer Başkanlığında Komite üyelerinden Sayın Mustafa Arabacıoğlu ve Sayın İzzet İzcan’dan oluşan bir heyetin, Anayasa Taslağının hazırlanması aşamasında, bilgi ve görüş almak ve istişarede bulunmak amacıyla, 2 Mart 2004 tarihinde TBMM’ne gitmesine, heyete görevli olarak Protokol Şube Amiri Sayın Aygün Sakallı’nın eşlik etmesine ve bu amaçla yapılacak harcamaların Program 02, Cumhuriyet Meclisi Bütçesi Madde/Proje 12 “Yurt Dışı Görev Yollukları” kaleminden karşılanmasına Karar verir.”
Hatırlatalım. Annan Planı görüşmeleri yapılmaktaydı ve parça devletin anayasası hazırlanacaktı. Eğer olumlu düşünmek isterseniz yukarıdaki konuya şöyle yaklaşabilirsiniz ‘Kıbrıs’ta aranan Anayasa uzmanı ya da profesörü bulunamadığından, bu işi Türkiye’de halletmeye karar verdi bizim meclis’ ya da daha realistik bir yaklaşımla içinde İzzet İzcan’ın da olduğu delegasyon parça devletin anayasası için Ankara’dan icazet almaya gitmişti. Dönüşte Mecliste İzcan’ın yaptığı açıklamayı yine tutanaktan okuyalım;
“Geçen gün Anayasa Komisyonu olarak Türkiye Cumhuriyetine bir ziyarette bulunduk. Orada Sayın Meclis Başkanı Bülent Arınç Bey ile Anayasa Komisyonu Başkanı ki aynı zamanda Anayasa Profesörüdür, Burhan Kuzu Bey ile ve diğer ilgili yetkililerle yararlı temaslarda bulunduk.” (http://www.cm.gov.nc.tr/ftp/tutanak/D5Y1/b18.doc )
Bugün de ‘yararlı’ temaslar yapan CTP’lileri Sayın İzcan niçin eleştiriyor bir türlü anlamadım…
Meclis içine girip de acentalık görevine talip olmayan, hizmetine girmeyenlerin adeta kalmadığı bu koşullarda hala solda birlik gibi süslü laflarla, ‘eski defterleri karıştırmayın’ gibi söylemlerle yine koltuk avına çıkanlara karşı siyasal temizlik söylemi öne çıkarılmalı. Herkes geçmişi ile hesaplaşmalı ve özeleştiri vermeli. Bu olmadıktan ve siyasal konularda net anlaşmalar yapılmadan her türlü birlik yalnızca koltuk avı için olacaktır, YKP’nin ise böylesi süreçlerde işi olmadı, olmayacak…
Bunca hengame, bunca toz duman arasında Yeni Kıbrıs Partisi kendini yenileyerek, dinamik unsurlarını, tecrübeli kadroları ile birleştirerek mücadelesine hız vermeye çalışıyor…
Dile kolay 17 yıldır, nice badirelerden geçmiş kadrolar hala daha kitleleri rejime karşı mücadeleye çağırıyor. Ekim 1989’daki kuruluşun hemen ardından TC Elçisinin gazete sayfalarına yansıyan “hainlerin partisi kuruldu” şeklinde yaklaşımı ilerleyen günlerde yankısı bulacak, parti başkanın aracı iki kez bombalanacak, bir kez parti kurşunlanacaktı. Son olarak da geçtiğimiz yıllarda parti kundaklanmaya çalışılmıştı…
YKP kadroları açısından bunlar hep birer sinek vızırdısı gibi gelip geçti. Parti, her şeye rağmen 17 yıldır Kıbrıs’ın ve Kıbrıslıların birleştirilmesi için neyi varsa ortaya koyarak mücadelesini sürdürdü ve bu mücadelenin yarın da sürmesi için neyi varsa ortaya koyuyor…
YKP ve onun düşüncelerin anlatan en güzel cümle ‘vardık, varız, var olacağız’dır…
Evet, YKP’nin 17. yılı… Bu memleket bizim, talimatla yönetilmeye hayır diyerek yola çıkan bir hareketin onca seneden sonra hala daha ‘biz kazanacağız’ diye sloganlar atabildiği bir siyasal hareketin 17. yılı… Bunca kirletilmiş, çürütülmüş ve vitrinin süsü olmak için yarışıldığı koşullarda, acentanın bizzat kendisini hedef alan bir hareket var, rejime karşı mücadelenin bugün tek adresi…
Evet, YKP gelecektir…

13 Ekim 2006

Sürükleniyoruz, en azında sağımızı solumuzu bilelim

Herkes birbirine bakıyor, şaşkınlık herkesin suratından okunmakta, nereye gidiyoruz…
Televizyon filmlerinde görürdük, ormancılar koca kütükleri keser ve sonra nehre atarlardı, taşıması kolay olsun diye, bizlerin de bu kütüklerden hiç farkımız yok, son sürat sürüklenmekteyiz…
Yalnız bizim kütüğümüz yön duygusunu da yitirdiği için açık açık batıya gitmesine rağmen doğuya gidiyoruz diye de yaygara koparmakta, o yüzden hem sürükleniyoruz hem de yönümüzü kaybettik, üstelik de pusulamızı son, çöpe atmıştık, modası geçtiği için…
Biz sosyalistler ne kadar da modası geçtiği iddia edilse de, hep cebimizde bir marx, bir de engels taşırık, başımız sıkıştığında onları yardıma çağırırız, başka şeyler yerine… O yüzden ne kadar da moda geçse ‘emek’ deriz, emekçinin başına geleceklere bakarız, ustalar ne demiş diye de düşünmeyi ihmal etmeyi. Bizler ‘Colony Otel mutabakı ’ ile işverenlerle kol kola girmiş solculara çok dikkat edilmesini de Marx ve Engels’ten öğrendik, tarihle de sınadık yapabildiklerini…
Bu nedenle biz en çok kendine sosyalist diyenlerden korkarız çünkü onları sokaktaki adama anlatmak çok daha zordur. Ancak sağcıları çok iyi tanırız, anlatabiliriz… Sağcı dediğin nedir ki, en demokrat, en akıllı, en dürüst hep onlar ola gelmedi mi?
Mesela tek başına Özgür Parti Başkanı Avcı’yı dinleyin, zannedersiniz ki aradığımız ulu önder gökten zembille indi de haberimiz yok… Adamın ağzından bal damlıyor, yapacağı reformlardan falan bahsedip duruyor, karşı taraf da hala ticari kısmıyla uğraşmakta, kaç paraya kim kimi satın aldı diye ortalıkta bağırıp durmakta… Şaka bir yana bence, şu aşamada en tehlikeli siyasi oluşum ÖP’tür… Diğer tüm siyasi oluşumların şu veya bu şekilde parti organları ve tabanları vardır. Her parti şu veya bu şekilde üye denetimine açıktır ama ÖP için bunu söylemek imkânsızdır. Tek adam, tek lider partisi, yani ne isterse ona karar veren bir örgüt… Zaten Avcı’nın konuşmalarını dinleyenler bu sahtekârlığı hemen anlayabilir. Siyasete zaten üç beş yıl önce dahil olan Avcı, bize ne kadar önemli projeleri olduğundan bahsediyor. Peki, bunlara kim karar verdi? Avcı ve çetesi, peki ne zaman değiştirebilir? Yine Avcı ve çetesi istediğinde… Yani Avcı ve çetesi (ki içinde paramiliter örgüt UHH’nın kadrolarında yer alan milletvekili de var) bu ülkenin yönetim kademelerine yerleşmiş durumdadır, ne saat isterlerse karar verip, değiştirebilecek esneklikte bir örgütle birlikte! Elbette bu CTP ve gerçek iktidardakiler için olumludur çünkü üye baskısı olmayan, bir adam ve çetesinden oluşan böyle bir partiyi idare etmekten daha kolay bir şey olamaz. Ancak bu partinin başkanı olduğunu iddia eden şahsın televizyonlardaki açıklamalarını dinleyenler geleceğin faşist partisinin ayak seslerini duyabilirler, o yüzden ÖP ve kadroları geleceğe yönelik hiç de olumlu ışık vermiyor…
Peki, ÖP’e karşı ayaklananların durumu? DP liderliğinin sonuna gelindiği anlaşılmakta… Denktaş saltanatı hızla sallanmakta, yakında açıklanacak dosyalarla Denktaşlara ya çekilin ya da yeni dosyalar açıklıyoruz denecek ki bu riski alamayacakları için bugüne kadarkilerle idare edip çekilebilirler, UBP’nin ise geleceği çok belirgin gözükmüyor, çünkü liderlik sorununu yakında çözebilecek gibi gözükmemektedirler…
Böylesi koşullarda aslında sağın da, solun da üzerine oturup siyaset yapan CTP bu boşluktan bir süre daha rahatlıkla kendini saklayıp, alternatifsizlik siyaseti üzerinden yaşamını sürdürebilecek ama onların, artık alakaları kalmayan ‘sol’ ile anılmasına da son verdirmek bizlere kalmış ciddi bir iştir…
CTP aslında bu konuda ciddi fırsatları da bize vermekte…
Sayın Talat’ın Türkî Devletler Kurultayındaki demir döven fotoğrafları ile ülkücü harekete sempatik yaklaşımı bir yana, Soyer ile son dönemde sıklıkla dile getirdikleri ‘Türkiye’yi çok seviyoruz, hayin Rumlar’ türlü açıklamaları ile nerelere gittiklerini anlamak aslında zor değil… Bugün itibari ile CTP liderliği tipik sağ bir partinin tüm özelliklerini barındırmaktadır ama hala daha CTP liderliğin bir kısmı ‘sol’ olma üzerine teoriler ortaya koymaktadırlar…
Militarist, şoven ve milliyetçi çıkışlardan CTP’yi çözemeyenler için birkaç örnek de ekonomik alandan verelim. 2 Ekim tarihli Yenidüzen’in manşeti; “emeklilik sistem sürdürülemez”di. Haberin içindeki “emeklilik politikası çerçevesinde, yeterli, yapılabilir, sürdürülebilir ve sağlam emeklilik geliri ilkelerine dayalı olan Dünya Bankası, son 10 yılda 80’den fazla ülkede emeklilik reformuna katkıda bulundu” cümlesi tüm gerçek solcunun, küreselleşme karşıtı aktivistin, dürüst sendikacının tüylerini diken diken etmeye yeter herhalde… Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü çok uluslu şirketlerin çıkarları için Washington Konsensüs’ü dediğimiz ilkeler ini uygulamak amacıyla yola çıktılar ve dünyada yaptıkları onlarca ‘reform’ ile onlarca sosyal hak ve kamusal yararı olan hizmeti ya piyasa ilkeleri çerçevesinde fiyatlandırılan metaya dönüştürdüler ya da çökerterek yerlerine özel teşebbüsün gelmesinin veya tasfiye edilmesinin alt yapısını sağladılar. Bu nedenle Dünya Bankasının yaptıklarına reform diyenler yalnızca neo liberal politikaları destekleyenlerdir.
Bugün itibari ile dünyanın birçok yerinde geniş bir siyasi yelpazeye sahip muhalifler birçok kampanyalarla bu tip ‘reformların’ durdurulması için mücadele etmektedir. Hatta bu tip hareketleri destekler nitelikte son dönemde moda olduğu şekli ile IMF ve Dünya Bankası yöneticileri emeklilikleri sırasında nasıl başarısız uygulamalar/reformlar yaptıklarını anlatan kitaplar yayınlamaktadırlar . Hade hiçbirini takip edemiyorsanız da, BM’nin İnsani Gelişmişlik raporlarını okuyarak ‘reform’ adı altında yapılanların dünya halklarına faturalarını öğrenebilirsiniz…
Ya LETTAŞ örneği… Geçen sene bir yazıda bunun özelleştirmenin bir modeli olduğunu yazmıştım. Kamu yararı olan bir hizmetin tamamen özelleştirilmeden, özerkleştirilerek piyasa koşullarına uygun yeniden yapılandırılması... Bu çerçevede halen daha CTP MYK’da üyesi olan, o dönemde Lefkoşa Belediye Başkanı olan Kutlay Erk, Lefkoşa’lılara ait olan minibüsleri özel bir şirkete, LETTAŞ’a devretti, şirketin büyük ortağı da belediye oldu. Bu şekilde toplu taşımacılık özerkleştirilerek kamusal yarardan uzaklaştırılarak bir anlamı ile piyasa ekonomisine uygun yeniden yapılandırıldı. Bu sene de tamamen piyasanın kuralları çerçevesinde karsız bir şirkete belediyenin para bağlaması anlamsızlığı üzerinden DP’den olan bugünün belediye başkanı LETTAŞ’tan tamamen çekilip, minibüsleri satma kararı aldı. Ben eminim ki Kutlay Erk bu dönemde seçilseydi, kendisi de ayni şeyi yapardı. Yani tipik bir neo liberal uygulama ve yine uygulayıcı CTP’dir…
Bu tip özerkleştirmeleri, özelleştirmeleri, taşeronlaştırmaları, hizmet satın almaları, kamusal hizmetlerin metalaştırılmasını bugün itibari ile her alanda görebilirsiniz. Dünya Ticaret Örgütü bu ülkeye bir ofis kurup neo liberal uygulamaların tıkır tıkır nasıl işletildiğini herhalde izlemesinde yarar var, nasıl olsa dünyanın her yerinde eylemlerle bu tip uygulamalara taş koyan sendikalar, emek örgütleri, küreselleşme karşıtları aktivistler var, rahat rahat satış işlemleri yapamıyorlar, gelsinler kamusal yararı olan hizmetlerin, sosyal hakların nasıl budandığını, satışa çıkarıldığını buradan seyretsinler …
Dünya Bankasını öven, McDonalds’ın bu ülkeye gelmesinden gurur duyan, emeklilik ve sağlık sistemine topyekun saldırıya hazırlanan, ağzından her gün militarist, şoven ve milliyetçi açıklamalar çıkan, Kıbrıs sorunu konusunda yeni bir Mr. No misyonu üstlenen bir parti liderliğine karşı sesini yükseltmeyen tabana ne demeli?
Evet, sürükleniyoruz, hem de pusulasız, en azında sağımızı solumuzu bilelim bunca hengame içinde…

29 Eylül 2006

Erken doğum mu?

Herkes bir anda AKP Milletvekili Şaban Dişli diye birini keşfetti, sanki de bu ismi yeni duymuş gibi…
15 Şubat 2004 tarihli Radikal Gazetesindeki Murat Yetkinin köşesini yeniden okumakta yarar var:
“Erdoğan kendi siyasi kararını KKTC'deki 14 Aralık 2003 seçimleri ardından verdi.
Kıbrıs halkı (hatta Erdoğan, çözüm karşıtı UBP'ye verdiği örtülü desteğe rağmen) tercihini çözümden yana kullanmıştı. Denktaş-Eroğlu çizgisi kaybetmişti. Bir süredir Ankara'daki ABD Büyükelçisi Eric Edelman ve İngiltere Büyükelçisi Peter Westmacott aracılığıyla gelen "Çözüm istiyorsanız, geç kalmamaya dikkat edin" mesajlarını değerlendirmenin zamanı gelmişti.
Zaten seçimler de geride kaldığına göre, 'zaman çalıyor' suçlamasına maruz kalmadan manevra yapmanın imkânı kalmamıştı. Şimdi sıra bu kararı, Ankara'nın ortak kararı haline getirmekti, bu anayasal bir zorunluluk olmasa da, 'hayatın gerçekleri' babından gerekli sayılıyordu. Bunun yolu ise Cumhurbaşkanı ve askerleri ikna etmekten geçiyordu. Erdoğan işe Kıbrıs konusunda bir bakanlar kurulu içinden bir 'iç kabine' oluşturarak başladı.
İç kabine şu isimlerden oluştu: Dışişleri Bakanı Gül, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcıları Abdüllatif Şener ve Mehmet Ali Şahin. Bunlar aynı zamanda hükümetin Milli Güvenlik Kurulu üyesi bakanlarıydı.
Erdoğan, karar sürecinde bu resmi kanalların yanı sıra, özel kanallarını da devreye soktu. Bunların başında Cüneyd Zapsu geliyordu. Zapsu, BM Genel Sekreteri Alvaro de Soto ve ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi Müsteşarı Marc Grossman ile kurduğu özel kanallar sayesinde, Ankara'nın ortak karar almasından sonra işlerin beklenmedik engellerle karşılaşmaması için devreye girdi. AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış da ABD'deki özel kanallarını, özellikle lobilerle ilişkilerini harekete geçirdi. Keza AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli de Avrupa başkentlerinde yoğun temaslara başladı.”
(http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=106310&tarih=15/02/2004)
Burada göze çarpan iki isim vardı, Bakan değillerdi ama sonraki dönemlerde de yaşanan ilişkilerle TC dış ilişkilerinin yeni prensleri oldukları anlaşılacaktı… Sonraki dönemde özellikle Zapsu ismi çok tartışılacaktı…
Hemen bu noktada taze olan bir konuyu daha hatırlatalım. 7 Haziran 2006 tarihli Hürriyet Gazetesinde Ertuğrul Özkök’ün köşesinden yine küçük bir alıntı yapalım:
“Mehmet Ali Talat, yarın Berlin’e gitmek üzere Lefkoşa’dan ayrılırken, Kıbrıs’ın tarihinde de önemli bir dönem başlıyor. Şimdi gelelim bu çok önemli ve Rumlar engellemesin diye gizli tutulan buluşmanın nasıl organize edildiğine. … İlk nabız yoklamaları "resmi" değil, "gayri resmi" sohbetlerde oluştu. İlk temasları Başbakan’ın iyi Almanca bilen danışmanı Cüneyd Zapsu kurdu. … Cüneyd Zapsu ve Şaban Dişli de Talat’la birlikte Berlin’e gidiyor. Ama önemli bir ayrıntı vereyim. Zapsu görüşmelere girmeyecek. Çünkü resmi bir kimliği yok...”
(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4539015.asp?m=1&yazarid=10&gid=69
http://www.yeniduzengazetesi.com/index.php/cat/1/news/9169/PageName/Haberler )
Yani son Talat’ın Berlin ziyaretinin de altında Zapsu ve Dişli vardı. Aslında süreç normal (!) işliyor. TC Dışişleri ve hükümeti hiçbir şeye bulaşmıyormuş gibi gözüküp, ‘resmi’ aracılarıyla arka bahçede bugüne kadar sayısız operasyon yapmışlar, Kıbrıs’taki ne ki?
Basına görüşmeleri ilk açıklayan Eroğlu olmasından anlaşıldığı kadarıyla UBP’lilerin bu ekiple daha önce de karşı karşıya gelmiş olma ihtimali var… Eroğlu aslında ne döndüğünü biliyordu ya da hissediyordu ve pusudaydı, aslında gafil avlandı da denemez. Bunca patırdıya ve olağanüstü olaylara göre topu topu 3 milletvekili kaybı aslında çok da büyük sayılmaz. Niceleri giderken UBP’den 2-3 milletvekili hep koparmıştır, bu nedenle bence UBP hazırlıklıydı ve şimdi süreci kendi lehine çevirmek için var gücü ile çalışmakta, yani aslında yaşanan Eroğlu ve ekibinin baskınından dolayı bir erken doğumdu…
DP ise biraz şaşkın, bunca ‘fedakarlığa’ rağmen kapının önüne konmuş olmak, Denktaş’ları etkilemiş gözükmekte… Aslında Denktaş’ın (büyük) anılarından da okuduğumuz kadarı ile 64-65’li yıllarda TC Dışişleri binasına bile girmesi yasaklanmıştı. 70’lerde yükselen militarist dalganın üstüne binip, TC’nin askeri kanadı ile birlikte yükselen saltanatı Türkiye’deki dengelerin değişmesi ile yine başladığı yere dönmekle sonlandı. Denktaş bu defa yalnız kendinin değil, bu kez oğlunun da TC Dışişleri kapısından içeri girmesini yasaklatarak tarih sahnesinde en ilginç yükselip koltuk kaybeden siyasetçi oldu herhalde…
Yönlüer olayı da aslında UBP ve DP’liler bağırdığı gibi dini yönü olan bir olay değil. Türkiyeli göçmenlerin yoğun yerleşim yerlerindeki DP ve UBP Belediyeleri yıllarca gizli ya da açık camilerde eğitim yaptırtıyorlardı ya da yapılmasını teşvik ediyorlardı… Şimdi laiklik elden gidiyor bağırmalarına yalnızca gülmek gerek…
Yönlüer, Erdoğan’ın ‘Zapsu’ modelinin parçasıydı… Serdar bakanlık koltuğunda otururken Kudret Akay aracılığı ile yerel işleri arka bahçede çözerken, belli ki TC ile de olan köprü için Yönlüer, Dişli aracılığı ile Erdoğan’a ulaşıyordu. Ama belli oldu ki Yönlüer’in patronu Serdar Denktaş değil, Şaban Dişli’ymiş…
Yapılan operasyon ahlaki mi? Bir kez ahlaki olan nedir diye düşünmek gerek. Erdoğan gelecek yıl ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini düşünmeye başladı, atacağı her adımı özenle atması gerekiyor. Tek dişi kalmış da olsa bazı grupçuklarla görüşmeler yapıp ortalığı bulandırmaya çalışan Denktaş’a karşı bu operasyon aslında kaçınılmazdı. Sürekli belden aşağı vurarak, ne kadar kural dışı hareket varsa yapan birinin şimdi oyunun kurallarına uyulmasını istemesi aslında çok komik. Yukarıdaki Annan Planı sürecini anlatan Murat Yetkinin makalesinden bir alıntı daha yapmak iyi olur:
“Dışişlerinin Genelkurmay'daki muhataplarının başında, İkinci Başkan Orgeneral İlker Başbuğ geliyordu. Başbuğ, Kıbrıs'ta çözüm dosyalarının hazırlanmasında birinci derece pay sahibi oldu”
İlker Başbuğ bugün Kara Kuvvetleri Komutanı ve büyük ihtimalle bir sonraki TC Genelkurmay Başkanı… Yani bir anlamı ile Denktaş’ın arkasındaki askeri güç de zayıflamıştı, bu nedenle operasyon çok da acılı olmadı, belki de Denktaş’a en ağır gelen bu oldu…
Şimdi sorun şu, UBP ve DP erozyona uğrayan yapılarını kurtarmak ve çirkefe batmış bu yapının yeniden ağası olmak istiyorlar, temizlenmesini değil, peki ya sol? ‘Sol’ yeniden bunların bataklığın başına oturması için omuz mu verecek yoksa rejimin yıkılması için mi mücadeleye katılacak…
Kimin ne kadar temiz, ahlaki olup olmadığını, operasyonun ne kadar etik olup olmadığını tartışmak değil, bugünün temel sorunu aslında rejime karşı mücadeledir ama ‘sol’ bunu anlayabilecek durumda mı?…

25 Eylül 2006

Süreci anlayabilen var mı?

Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan son parti değiştirmeler ile bir anda politikanın ne kadar kirlendiği hatırlandı. Ancak YKP’nin kaç zamandır ‘kirlenen siyasetin temizlenmesi gerekir’ diye açıklamalar yapıp, bildiriler yayınlaması hatırlanmadı.
Bir anda herkes Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye tarafından idare edildiğini hatırlandı ancak YKP’nin “talimatla yönetilmeye hayır” sloganını hatırlayan olmadı, ya da son dönemde hükumetçilik oyununu ‘acentalık işleri’, seçim diye oynan tiyatroyu acenta seçimi diye tanımlaması da hep unutuldu/unutturuldu.
Bir anda CTP liderliği, sağ içindeki transferleri hatırladı, ballandıra ballandıra anlatmaya başladı ama UBP içine yapılan operasyon ile kurulan DP ile flörtlerini unuttu. Operasyon ertesi yapılan 1993 yılındaki seçim gecesi DP ile konvoy yapan CTP değil miydi? Öncesinde kendini açıkça Türkiyeliler partisi diye tanımlayan YDP ile DMP içinde 1990 yılında buluşan CTP değil miydi, bu ittifak ne kadar etikti? Burada etik olmayan iki durum vardı, bizzat TC destekli kurulan (TC Elçisinin bizzat sürecin içinde olduğu) bir parti ile o dönemdeki CTP çizgisi düşünüldüğünde etik değildi. İkincisi de çok fazla hatırlanmaz ama CTP ve YKP rejime karşı mücadelede 1990 yılında birçok noktada uzlaşmalarına rağmen, aniden CTP liderliğinin YKP ile ilişkilerini askıya alması ve TKP ve YDP ile alelacele bir parti kurarak seçime katılması da olayın diğer yönüydü. Yani CTP liderliği siyasi mücadele yerine ya kendi başına ya da birilerinin tavsiyesi ile 1990’da hükümetçilik oynamaya karar verdi ve bunu yaparken TC Elçiliğinin arkasında olduğu bir partiyi de yanına alarak, bu etik miydi? Yani hükümet olmak için ne yaparsan her şey kabul mü?
Hükümette oldukları ya da hükümetçilik oynadıkları dönemlerde Türkiye’den gelen bir tek şeye hayır demeyen CTP maalesef şimdi de bu ilişkileri, politik ayak oyunlarını savunur pozisyona geldi. Hatta ileri gidip BDH ile hükümet kurulamamasını anlatırken, ‘Meclisteki komitelerde çoğunluk olamayacağız’ argümanını kullananlar yeni kurulan yeni oluşumun da grubu olmadığı için gene komitelerde çoğunluk olunamayacağını söylemiyorlar. Bu bile siyasetteki çürümeyi gösterir, bir şeyleri söylermiş gibi yapıp başka bir şey söylemek…
Bu tartışmada kimin nerde durduğu ile ilgili, sağ kesim pek sorun değil, herkes net bilir onları ama sol diye kendini tanımlayanlar?…
Sağ kesim ile ilgili ne yazılsa boş çünkü özellikle Kıbrıs’ın kuzeyinin çürüme sağ kesimlerinin ‘öz’üne işlemiş bir durum. Milletvekili transferinin en açık yaşandığı 1981 seçimleri ile 1990 seçim öncesi yaşananlar başka söze gerek bırakmaksızın açıkça çürümeyi göstermektedir. Ama özellikle UBP hep süreci aşağılarda çözdü. Muhalif partilerin üyelerini para ile satın aldı, tehdit ederek saf dışı bıraktı, iş, ev verme vaatleri ile kandırdı, hiçbirini yapamazsa TC Elçiliğinin elemanları aracılığı ile ‘ince ayar’ yaptı. Bunca çürümenin bizzat kendisidir UBP ve ondan türeyenlerin bu nedenle şimdiki şikâyetlerine yalnızca gülüp geçmek gerek ama solcu diye kendini tanımlayanların yaptıkları?
BKP Gençlik Kolları Başkanı Abdullah Korkmazhan, Özker Özgür’ün açıklamasını hatırlatıp açıklama yaptı, peki kendi parti genel sekreteri? BKP Genel Sekreteri’nin meclis günlerini hatırlayanlar hangi etikten bahsedebilir ki? Meclis başkanlığı seçimleri sırasında UBP’lilerle flörtü, sırf hükümet olmak için DP’den adam ayartıp, TKP-BÖİ diye bir şey kurmalar, koltuk beklerken “barışçı bir başbakanı devirmem” diye açıklamalar az bir şey mi? Toplumcu Kurtuluş Partisi-Birleşik Özgürlük İttifakı(TKP-BÖİ) ile bugün yaşananın tek farkı arkasında büyüklerin olmaması ama Ahmet Kaşif ve arkadaşları, DP’den ideolojik nedenlerle mi istifa edip önce ÖDP diye bir şey kurdular, sonra TKP ve BKP ile işbirliği yapıp TKP-BÖİ ittifakını oluşturdular. Bu ittifak o kadar uzun erimli oldu ki(!), hükümet olamayacaklarını anladıkları anda dağıldılar!… Kaşif sonra gidip UBP’ye katıldı ama ne TKP, ne de BKP bu konuda tek bir açıklama, özeleştir yapmadı. Madem tokmak başkasında, davulu neçin sırtlamaya çalıştıydı BKP Genel Sekreteri diye Korkmazhan arkadaşa sormak isterim ama vereceği bol etikli ve ahlakli yanıtları bildiğimden pek cevap almak niyetinde değilim… İzzet Beyin meclis günlüklerinde neler yok ki?! Türkiye Cumhuriyetinden kripto ile meclise gelen “Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımasın” kararına da imza atmıştı BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan ama şimdilerde hep unutuldu. Bu da sorulması gerekir aslında, İzzet Bey’in ideolojik olarak karşı olduğu bir şeye hangi ‘etik’(!) nedenlerle evet dediği ama neysa…
BDH da çok kızdı, ama onlar da komikti… Genel Sekreterleri Çakıcı her zaman “bizi TKP ile karıştırmayın, biz yeni bir partiyiz” deyip dururdu, bir anda köklerini hatırladı ve “biz bu filmi TKP olarak da görmüştük” dedi. Etik(!) siyaset yaparken, TKP’nin günahlarından kurtulup, TKP tarihini silen ama ne hikmetse başlarında son 20 yıllık TKP başkanını oturtanlar nasıl olur da geçmişi unuturlar bilmem… Unutmak güzeldir eğer geçmişte suç işlemişseniz… 1998 döneminin TC hükümeti TKP’yi acentalık işlerinde iyi kullanmış, işi bitince kapının önüne koymuştu. Dönemin TKP başkanı Akıncı ve Genel Sekreteri Özal Ziya’nın TC’den gelen paketi hükümetçilik oynarken aslanlar gibi savunup “vallahi biz yaptı” demelerini unutanlar o dönemdeki arşivleri karıştırsınlar, ya da sendikaların eylem süreçlerinde sendika temsilcilerini odasından kovan Akıncı’nın tavrını gene o dönemdeki sendika yöneticilerine sorsunlar. Bu acentalık işleri ne amaçla yapılmıştı, etik ve ideolojik nedenlerle mi?
Eskiler geç bunlar derler, mış gibi yapanların açıklamalarını biz biliyoruz, umarız bundan sonra başkaları da öğrenir. Bu koşullarda tek yol siyaseti temizlemektir, kimin daha kirli olduğu tartışmak değil. Şu anda sahnede olanların tümü de TC’nin buradaki acentalık işlerine bulaşmak için ya taraf oldular ya da talip oldular, kimse kimseyi ne kadar çok acentalık yaptığı ile suçlayamaz.
Tüm bu hengâmenin içinde tek kalan YKP’dir…
YKP 1989 yılında Kıbrıs kuzeyindeki TC asker ve sivil bürokrat destekli rejime karşı direniş bayrağını açtı, o yıldan beri bir milim hattından sapmadan yolunda yürümektedir.
YKP her dönemde talimatları anlattı, perdenin gerisinde dönen dolapları söyledi, dümdüz doğruların altını çizdi. Şimdi tavır koyma zamanı bir kez daha sıradan insanlarda, ya bu mücadeleye katılacaklar, ya da başımıza gelecekleri hep beraber çekeceğiz.
YKP bir kez daha kendileri çağırmaktadır, seyirci olup bu ganimet düzeninden bir parça daha alabilir miyim kavgasının kimseyi bir yere götürmeyeceğini anlayanlarla sokakta buluşabilirsek, bu rejim değişecek, yoksa…
***
Geçmiş zaman olur söz uçar, yazı kalır
Kim nere gitti, hangi partiden geldi, nereye gitti, bugün herkes bir silsile çıkarıyor. Sağcıların, sağcılarla yaptıklarını zaten bariz. Zaten bugün sağın yarattığı bu çürüme Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaseti bu hale getirdi, ancak acı olan sol diye kendini tanımlayanların durumu…
Bu koşullarda TKP ve BKP’nin ittifaka girdiği Kaşif ve Üstel’e yakından bakmakta yarar var;
[TKP ve BKP ile TKP-BÖİ ittifakına giren o dönemdeki ismi ile Özgür Düşünce Hareketi Milletvekillerinin siyasi haritaları (kaynak meclis kayıtları)
Ahmet Kaşif DMP – YDP - DP (26 Nisan 2004 istifa) – (25 Ağustos 2004) ÖDP – (22 Eylül 2004) UBP
“1990 Genel seçimlerinde Yeni Doğuş Partisi’nden, 1993 Erken Genel Seçimlerinde Demokrat Parti’den Gazi Mağusa milletvekili olarak seçildi ve 1.1.1994-18.1.1995 tarihleri arasında Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı görevinde bulundu. 6 Aralık 1998 Genel Seçimlerinde DP’den milletvekili seçildi. 2001 yılında oluşan UBP-DP Koalisyonu’nda Çalışma, Sosyal Güvenlik-Gençlik ve Spor Bakanı olarak görev yaptı.
14 Aralık 2003 Genel seçimlerinde Demokrat Parti’den Gazi Mağusa milletvekili olarak seçildi. 26 Nisan 2004 tarihinde DP’den istifa edip Özgür Düşünce Hareketi’nde yer aldı.
22 Eylül 2004’de Özgür Düşünce Partisi’nden ayrılıp, Ulusal Birlik Partisi’ne katıldı.”
“Ünal Üstel UBP – UDP - DP (26 Nisan 2004 istifa) – (25 Ağustos 2004) ÖDP – UBP
1991 Ara Seçimlerinde ve 1993 Erken Genel Seçimlerinde Ulusal Birlik Partisi’nden Girne Milletvekili seçildi. 1994 yılında Ulusal Birlik Partisi’nden istifa ederek, yeni kurulan Ulusal Doğuş Partisine katıldı ve Ulusal Doğuş Partisi’nin tek milletvekili olarak görevini sürdürdü. Ulusal Doğuş Partisi ile Demokrat Parti’nin birleşmesi sonucunda Demokrat Parti’ye iltihak etti. 6 Aralık 1998 Genel Seçimlerinde DP Girne Milletvekili seçildi. DP- UBP Koalisyonunda Meclis Başkan Yardımcılığı yaptı. 14 Aralık 2003 Genel Seçimlerinde Demokrat Parti’den Girne milletvekili seçildi. 26 Nisan 2004 tarihinde Demokrat Parti’den istifa etti 3 Mayıs 2004‘de oluşan Özgür Düşünce Hareketi’nin kurucularındandır. 24 Mayıs 2004 tarihinde kurulan Toplumcu Kurtuluş partisi - Birleşik Özgürlük İttifakı (TKP-BÖİ) ‘na katıldı.”
“(ÖDP) Parti başkanı Salih Coşar yazılı açıklamasında, erken seçimin kaçınılmazlığına dikkat çekti ve bu şartlarda yeni bir parti olarak daha büyük bir partiyle işbirliği ya da birleşmenin en doğal seçenek olduğunu belirtti. Coşar, UBP'nin 5 Ekim tarihli birleşme davetinden memnuniyet duyduğunu da ifade ettikten sonra, şu ifadeleri kullandı:
"Milletvekillerimizin seçim endişesiyle parti değiştirmiş olmasına rağmen partimiz Merkez Yönetim Kurulu'nda yapılan değerlendirmeler neticesinde bu aşamada diğer bir partiye katılımın gerçekleşmemesi yönünde karar alınmıştır..." “
http://www.kibrisgazetesi.com/index.php/cat/2/news/15892/PageName/Ic_Haberler ]
Bu kadar hızlı iki vekil ve Ergün Vehbi (ki DMP sürecinde CTP’den koparak diğerleri boykot yaparken milletvekili koltuğuna oturan sonra DP’ye katılan), Kemal Havalı (TKP yöneticisi iken Peyak süreci ile partisinden istifa edip direk DP Genel Sekreterliğine getirilen) gibi isimlerle 2004 yılındaki TKP ve BKP’nin ittifakı da unutulmamalı, bugün yeni oluşturulan Özgürlük ve Reform Partisi ile Özgür Düşünce Partisi mentalite olarak acaba ne kadar farklıydı?
Bu arada bugün mecliste olan UBP ve DP’nin de başkanları çapraz geçiş yaptıkları unutmamak gerek yani Özgürgün DP’de başlayan siyaset yaşamını Çetinkaya Spor Kulubü operasyonu ile bugün UBP’de başkan olarak sürdürüyor, Serdar Bey de UBP’de başlayan yaşamını 9’lar operasyonu ile bugün başkan olarak DP’de sürdürmektedir. DP aslında çok ilginç bir parti, parti yöneticisi olmak için başka partide yönetilicilik yapmak şart gibi… Mesela TKP’de siyaset yaşamına başlayan Kemal Havalı, TKP Genel Sekreter Yardımcılığı yapan Kudret Akay, CTP, TKP ve SDP’de yöneticilik yapan Ergün Vehbi, UBP’de siyasi yaşamına başlayıp başkanlığa kadar aday olabilen Ertuğrul Hasipoğlu;
[Ertuğrul Hasipoğlu UBP-YAP-ABP-MBP-DP
“1990 Genel Seçimlerinde Ulusal Birlik Partisi’nden Gazi Mağusa Milletvekili seçildi. 6 Aralık 1998 yılında yapılan Genel Seçimlerde 3.defa olarak Gazi Mağusa Milletvekili seçildi. 5 Ağustos 2002’de UBP’den istifa etti. 22 Kasım 2002’de Yenilikçi Atılım Partisi’ni kurdu ve 24 Ağustos 2003’de ise Adalet ve Barış Partisi olarak parti ismini değiştirerek meclis’te ABP olarak temsil edildi.
20 Şubat 2005 Erken Genel Seçimlerinde Demokrat Parti’den Gazi Mağusa milletvekili seçildi.”
Yüksek Mahkeme Kararından: “Yenilikçi Atılım Partisi, bu davayı açtığı tarihte Cumhuriyet Meclisinde temsil edilmekte idi ve parti üyesi 3 milletvekili bulunuyordu. Ancak daha sonra 24.8.2003 tarihinde parti kurultay yaptı ve gerek ismini gerekse tüzüğünü değiştirdi. Yeni ismi Adalet ve Barış Partisi oldu. Daha sonra Adalet ve Barış Partisi, Ulusal Diriliş Partisi ile birleşerek Milliyetçi Adalet Partisi isimli başka bir parti oluşturdu. Bu Parti de Demokrat Parti isimli başka bir parti ile birleşti. Halen Yenilikçi Atılım Partisi diye bir parti yoktur ve böyle bir partinin Cumhuriyet Meclisinde milletvekili bulunmamaktadır.”
“Ulusal Diriliş Partisi ile Yenilikçi Atılım Partisi’nin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan Adalet ve Barış Partisi (ABP) 14 Aralık seçimleri öncesinde Milliyetçi Adalet Partisi (MAP)’yle de birleşerek Milliyetçi Barış Partisi (MBP) adı altında seçime girdi. MBP seçim sonrasında aldığı yüzde 3.5 oy oranı ile barajı geçmeyi başaramadı. Bu durum sonrasında MAP aldığı bir kararla MBP’den ayrıldı. Bu ayrılığın ardından seçim nedeniyle ismini değiştiren ABP, 28 Şubat 2004 Cumartesi günü olağan üstü genel kurula giderek, yapacağı tüzük değişikliği ile eski adını ve logosunu geri kazanacak.
1 Mayıs’tan sonra sağda büyük arayışlar olacağını ifade eden Hasipoğlu, “Bu arayışların adresi de ABP olacak.”]
Unutmak gerçeği tam olarak görmeyi engeller, hatırlatması bizden…

24 Temmuz 2006

Devam

Kıbrıs’ın kuzeyindeki yerel alt yönetimin yürütme organı ya da kendi deyişleri ile hükümet konusunda bir süredir süren muğlâklık sona erdi. Taraflar ‘devam’ kararı aldı. Tersi olur muydu bilmem ama yalan söylemenin bir erdem haline gelmesi sürecinin aşılarak başka daha ‘çürümüş’ yeni bir aşamaya girdiğimiz belli oluyor.
CTP’nin seçim propagandasını hatırlayanlar ya da hatırlayabilenler şu cümlenin hayata geçmesini bekliyorlardı herhalde: “ikisi bir arada tam güçle iktidara”, şimdi ne oldu?
CTP kurmayları iki milletvekilini almaları halinde bile yalnızca 25 sayısına ulaşacaklarını, hükümet kurmak için bunun çoğunluk olmadığını, BDH, DP ve UBP’den birine muhtaç olarak seçim sonrası devam edilmesi gerektiğini hesaplayamadı mıydı, yoksa bunun altında başka bir şey mi var?
Birileri gidip CTP’ye “ikisi bir arada” deyip, tam güçle iktidar olmaları için oy vermiş olabilir, bunlara CTP’nin bir özür borcu yok mu?
CTP son üç seçimdir bütün halka ilişkiler tekniklerini uygulayarak ‘fake’ reklamlar yaparak, yanlış/yanıltıcı imajlar yaratıp seçim sonrası adeta bunları örtüyor, hatırlanmaması için elinden geleni yapıyor. Böyle bir kampanyayı herhangi bir firma herhangi bir ürünü için yapsa tüketici örgütleri hareket geçip haklarını aramak için yollara dökülecek ama iş siyasete gelince, işin suyu çıktığı için kimse bir şey beklemiyor…
CTP, lojistik destek kuvvetlerini de kapısına yığarak, ‘toplum DP’li koalisyon istemiyor’ imajını yükseltirken, CTP için bu taşeronluğu yapan Bu Memleket Bizim Platformu eğer önerilerinin urubunda samimiyse bu devam kararı sonrası yollara dökülecek mi?
CTP bu şekilde Kıbrıs’ın kuzeyindeki ‘barış yanlılarını’ (!) kandırırken ya ortağı? DP’nin, buba Denktaş’ı seçimin son birkaç günü sahneye sürüp, hem hükümete, hem de hükümetin Kıbrıs icraatlarına yönelik şahin açıklamaları sonrası gidip bu partiye oy verenler kandırılmamışlar mıdır? Şahin numarası yapan bülbülcükler seçimin ardından bir süre daha ortalığa caka sattıktan sonra bülbüller gibi şakıyarak hükümetin devam etmesi gerektiği ile ilgili gerekçelerine kim inanacak?
Herkes sivilleşmeden söz ediyor ve hükümetin devam kararı verildiği toplantıda hükümet programına bağlılıktan bahsediliyor. Peki, birkaç hafta önce her iki Denktaş’ın ‘savaş koşullarının devam ettiği’ ile ilgili açıklamaları? Ya savaş koşulları devam ediyor ya da sivilleşme hükümet programında olduğu gibi devam ediyor, kim yalan söylüyor?
Hade hepsini unuttuk, DP Gençlik Kollarının ki torun Denktaşlar başındadır, onların açıklaması, Soyerle ilgili benzetmeleri?
Yalan söylemenin erdem haline getirildiği koşullarda, kurulacak olası birliklerin siyaseti temizlemelerini ana gündemlerine almalarını beklemek kadar doğal ne olabilir?
Ancak bu kadar kaosun içinde BDH kurmayları CTP’yi açıkça destekleyeceklerini kendileri için programın önemli olduğunu söylüyorlar. Peki program? Seçimlerden sonra bunca gün geçti, BDH hükümeti somut olarak ne konularda destekleyeceğini açıklamadı ya da açıklarmış gibi yapıp kamuoyunu yanıltmaya çalıştı. Siyasetin temizlenmesini talep etmesi muhtemel BDH’nın bu tavrı ne kadar etiktir bu da ayrı bir tartışma konusudur. BDH 4 yıllık büyük bir sorumluluk alma eğilimi gösterdiğini ortaya koyarken bile net tavır ortaya koymayarak ne kadar kaypak zeminde mücadele ettiğini net olarak ortaya koymaktadır ancak bunu çok kişi net olarak anlamış değildir. BDH’nın bu ‘ilke, milke hikaye siz bize avanta vereceksiniz, biz size destek’ mesajını CTP’nin red etmesi kadar doğal bir şey olamazdı ama bunu sanki de vatana ihanet sayıp, CTP-BDH hükümeti ile gerçekten iktidarın ele geçirilebileceğine inan herhangi bir saf var mı bilmem ama bu yönde yazıların yayınlandığı da bir gerçek, o zaman bu kesimin gerçek amacı ne?
Bunca karmaşa içinde UBP de bir ilginç, ta CTP ile flörtleri bitene kadar kendi milletvekillerinin bile açıklamalarının kendilerini bağlamadığını söyleyecek kadar alçalabildiler, ancak hükümet olasılığı ortadan kalktığı andan itibaren en büyük vatan kurtaran kendileri pozisyonlarına geri döndüler bile…
Siyasetin kirlendiği, yalan söyleminin, tutmayacakları sözler söyleminin aşılıp, bunlar ötesinde ‘halka ilişkiler’ projeleri ile sanal dünyalar yaratılıp insanlara sahte yaşamlar kurgulayanların ve seçilmeleri halinde bunun devam edeceğinin yalanını söyleyenlerin hesabını kim nasıl soracak?
YKP’nin on yıl önce söylediği slogana o zamana gergi dönmekte yarar var ‘aç gözünü, tanı bunları’ ve 1989 yılından beri onca fiziki ve psikolojik saldırıya rağmen solda bir seçenek arayanlar için, 17 yıldır var olan seçenek hala daha duruyor, anlayana…

17 Temmuz 2006

Solda birlik ne değildir

Kıbrıs’ın kuzeyinde anlamlar gerçekten birbiri içine girdi. Solda birliği tartışıyoruz sol kavramını kullanmadan…
Geçen haftaki “Eskiyemeyecek ‘birlik tartışması’ üzerine” başlıklı yazıda birlik süreci üzerine değerlendirme yapmıştık ancak taraflar konunun ‘solda birlik’ olduğunda ısrarlı, o zaman sol ne demek?
Sol değerleri tartışmayalı unutmaya başladık, insan hak ve özgürlüklerini de öyle, o zaman bunlarda mutabakat arayarak mı işe başlayacağız?
İnsan haklarını tartışacaksak hangi insanların haklarını tartışacağız, Kıbrıslı Rumların haklarını tartışmadan yalnızca Kıbrıslı Türklerin hakları ile bu sorunu çözebilir miyiz?
Soru sorarak tartışmayı açabiliriz ama geçen haftanın devamı niteliğinde solda birlik ya da tek başına birlik sorunu ele alalım…
Kıbrıs sorunu ile ilgili herkes pozisyonunu netleştirmeli, YKP için ‘bu memleket bizim’ demek tüm Kıbrıs demektir, Kıbrıslıların haklarını savunmak demek farklı din, dil, ırktan gelen tüm Kıbrıslıların haklarından bahsediyoruz. Bu noktadan YKP açısından Kıbrıslıları kuzeydekiler ve güneydekiler veya Türkçe ve Rumca konuşanlar ya da Türkler ve Rumlar diye ayırmak ve ona göre ‘insan haklarını’ savunmak düşüncesi yoktur. Bu nedenle özelde tüm Kıbrıslıların genelde tüm bireylerin insan hak ve özgürlüklerini savunmak ve bunun için mücadele etmek YKP açısından önemlidir. Başka türlüsü şu veya bu şekilde ya zaten şoven bir taleptir ya da şoven bir talebin ya da mücadele hattının önünü açacak olgudur. Elbette birçok kişinin aklı karışık olduğu için ‘ama’ kelimeleriyle süslenmiş bir sürü iddia ile ortaya çıkılabilir ama bunların yanlış algılar üzerine kurulmuş, ön yargılardan kaynaklanan ‘âmâ’lı cümleler olduğu yapılacak temel tartışmalardan sonra bile ortaya çıkacak basitlikte kurgular olduğunda iddialıyız. Kıbrıs Rum liderliğinin tavrı ile Kıbrıslı Rumların tavırlarını ayırımını yapamayan bir siyasi oluşumun şovenizmden de kurtulması zaten beklenemez…
Solun şoven ve milliyetçi dalgalanmaya karşı kırılgan olmayan, net bir tavrı olmalıdır. Özellikle birliğin bu konuda duyarlı olması yalnızca Türkçe konuşan Kıbrıslıların değil tüm Kıbrıslıların hak ve özgürlüklerini savunması yalnız bugünün değil yarının da sorunudur. Güven ancak tarafların birbirlerinin haklarını savunduğu oranda gelişecektir…
Sol değerler konusunda ise çok uzun zamandır tartışmadığımız için birbirimizi anlayabileceğimizden kuşkuluyum. Bunlar birçok kez olduğu gibi yine kâğıt üzerinde kalacak ilkeler olacak…
Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF’nın bugün itibarı ile dayattığı neo liberal politikaları algılamadan solun birliği üzerine tartışmak ciddi bir açmazı doğuracaktır. Bugün DTÖ, WB ve IMF yoğun olarak kamusal hizmetlerin özelleştirilmesini ya da metalaştırılmasını dayatmaktadır. Bunun temel argümanlarını da son 15–20 yıl içinde yaratmış durumdadırlar. Parası olan daha iyi sağlık hizmeti alacak, parası olana daha iyi eğitim alacak çünkü kaynaklar kıttır gibi mantık ile hiçbir sorun çözülmez. Dünyadaki en yoksul yüzde on ile en zengin yüzde on arasında fark hızla açılmaktadır. En yukarıdaki zenginlerin tüm ülke ekonomisindeki paylarının arttığı da bir gerçektir. Bunun anlamı yoksulluğun genişlemekte olduğudur. Yoksulluğun gelişmesi her ülke için farklı anlamlara gittiği de anlaşılması gereken bir konudur. Afrika’da yoksulluklu gıda bulamamaktır, Asya’da yeterli beslenememek, Avrupa’da kaliteli beslenememek… Ama tümüde ortak nokta ülkenin ekonomisinin büyük kısmını kontrol eden ve çoğu kez Çok Uluslu Şirketlerle de işbirliği olanların her geçen gün zenginliklerini artırmasıdır…
Solun çağdaş görevleri arasında yoksulluğa karşı mücadele vardır. Kaliteli eğitim ve sağlık için de eşit haklar ve kaynaklara eşit erişim bu noktada önemlidir. Diğer kamusal hizmetlerden herkesin yararlanması da diğer önemli konu başlığıdır. Sol, kamusal hizmetlerin geliştirilmesi ve tüm yurttaşların bundan eşit olarak yararlanabilmesi için mücadele etmelidir. Bunu kâğıt üzerinde onaylayabiliriz ama ya pratik?
Tam bu noktada ana sloganı asla gözden kaçırmamak gerek, neo liberal politikalara karşı mücadele artık yalnız solcuların değil ayni zaman ulus devleti savunanların da gündemindedir, bu nedenle küresel saldırıya karşı küresel direnişi unutan, enternasyonalist bir hattan uzaklaşanlar hızla ulus devletçilerle ayni hattı paylaşacaklardır. Çok uluslu şirketlere karşı, neo liberal politikalara karşı mücadele ulus devleti savunmak değil emeğin özgürleşmesi için olmalıdır. Bu hassas konuyu göz ardı ederek de sağlıklı bir birlik oluşturmanın imkanı yoktur.
Solda birliğin gündeminde ayrıca diğer insan hak ve özgürlüklerini geliştirmek de olmalıdır. Mülteci ve göçmenlerin hakları bu noktada önemli olgudur. Cinsiyet ayrımcılığına karşı yalnız kadınların değil, homoseksüellerin de haklarını savunmak ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak için mücadele önemlidir. Ana dilde eğitim bir diğer önemli haktır. Bu listeyi genişletmek mümkündür çünkü Kıbrıs ayrımcılığın her türlüsünü anlamak için maalesef iyi bir çalışma alanı sunmaktadır!!!...
Bu tartışmayı genişletmek ve tartışmayı sürdürmek mümkündür.
Taraflar açık şekilde amaçlarını ve niyetlerini ortaya koymalıdır. Ortaya konanlar turnusol kağıdı üzerine konduğunda yani yaşamda pozitif sonuç alınırsa mücadele için sağlam zemin var demektir, diğer türlü yeni bir DMP, BDH benzeri süreçle karşı karşıyayız demektir ki YKP’nin böylesi süreçlere dahil olmamak ile ilgili ortaya koyduğu tüm gerekçeleri hala daha geçerliliğini korumaktadır. Böylesi süreçlerde YKP olmadı, yenisinde de olmayacaktır.
Ve gözden kaçmaması gereken diğer bir detay da tüm bu süreçlerin başında YKP hep suçlanan taraf olmuştu ama zaman her sürecin sonunda YKP’yi doğrulamıştır. Bu nedenle, süreçler de YKP’yi doğruladığına göre kimse YKP’den hata yapmasını bekleyemez…

6 Temmuz 2006

Eskiyemeyecek ‘birlik tartışması’ üzerine

Siz bu yazıyı okurken, belki Kıbrıs’ın kuzeyindeki yerel alt yönetimin yürütmeden sorumlu olduğu iddia edilen ‘hükümeti’nde bazı değişiklikler olmuş ya da koalisyon partnerleri değişmiş olabilir. Gerçi çok ‘mantıklı’ bulunmasa da BDH hükümete girmiş ya da hükümeti dışardan destekliyor da olabilir ama bunlar mevcut durumu değiştirmez, yazının bütünlüğü de bozmaz...
Seçimlerde TKP’nin ve BDH’nın aldığı oylar (siz bozgun da diyebilirsiniz) ve sonrasında Akıncı’nın parti başkanlığını bırakacağını açıklaması ile yeniden birlik sorunu gündeme geldi. BKP de seçim sonuçlardan kendinin haklı(!) çıktığını ilan ederek birlik çağrısı yaptı...
Şimdi herkes birlik sorununu tartışıyor, hatta aniden Venüezella, İtalya ve Almanya örnekleri de hatırlandı (BKP’nin bunları hatırlatması ile bunları ne kadar incelediği ciddi bir tartışma konusudur, çünkü elmalarla armutları birbirine karıştırarak sorunu çözemezsiniz özellikle İtalya ile Almanya’daki sol birlik/ittifak arasında hiçbir benzerlik yoktur)...
Birlik için önce temizlik şarttır, kirlenen siyasetin temizliği...
BKP, TKP ve BDH’nın da desteklediği icazetle meclisten oy birliği ile geçen ‘Türkiye Kıbrıs Cumhuriyetini tanımasın’ kararı altındaki imzalar temizlenmeli önce...
Önce ‘barışçı bir başbakanı devirmem’ söylemleri temizlenmeli, acentalık işleri de ‘özeleştiri’ ile net olarak masaya yatırılmalı (Hükümet ortaklıkları, KT parça devleti anayasası hazırlanma süreci vb) ve diğerleri...
Ve birlik görüşmeleri doğru bir zeminde yapılmalı, kaygan zeminden ne kadar kaçılırsa ömrü o kadar uzun olacaktır bunun için birliği ‘sağlam zemine’ oturtmak önemlidir;
Savaş koşulları ortadan kaldırılması için mücadele
Yerel seçimlerin ardından ortaya çıkan tartışmalarda Demokrat Parti yine ‘ateşkes koşulları’na atıfta bulunmakta, savaş halinin sürdüğünü belirtmektedir. Bunun pratikteki uygulamaları CTP kanadından gelmektedir.
Savaş halinin ortadan kaldırılmamış olması, sivilleşme ile ilgili uygulamalara engel oluştururken ayni zamanda yaşam alanları içindeki askeri birliklere de gerekçe yaratmaktadır. Şehirlerde, köylerde önemli alanları tutan, kuzey sahil şeridinde önemli noktalara konuşlanmış askeri birliklerle ne turizm gelişir, ne trafik sorunu çözülür, ne de şehirler çağdaş şekilde planlanabilir. Askeri birliklerin sınırdaki pozisyonları da Kıbrıs’taki çözüm sürecinin ilerlemesi için ihtiyaç duyulan gerginliğin azaltılmasına, güven ortamın yaratılmasına olanak sağlayacak imkânları sunmamaktadır.
Amaç sivilleşmeyi yalnızca polisin sivil otoriteye bağlanması sığlığına çekmek değilse, savaş koşullarının ortadan kalktığını ilan etmek, sınırdaki askeri birliklerin uzaklaştırılması, şehirlerin askersizleştirilmesi, GKK’nın ve RMMO’nun dağıtılması için uygun koşulların yaratılması ve yabancı askerlerin adadan en kısa sürede çekilmesi için mücadele, birliğin pratikteki ilkeleri olmalıdır.
Acenta düzenine karşı mücadele
Türkiye’deki sivil ve askeri bürokratlar ve yönetenler buradaki yönetimleri acentalık görevlerini yerine getiren kurumlar olarak tanımlamakta, bunun böyle olması için gereken önlemleri almaktadırlar. Her seçime ayni veya farklı metotlarla müdahale etmekte, acentalarını belirli aralıklarla ihtiyaca göre düzenlemektedirler.
Acentalık ilişkilerine karşı mücadele net olmalıdır. TC Yardım Heyetinin kapatılması, TC Elçiliğinin yetkilerinin ‘normalleştirilmesi’, Sivil Savunma Teşkilatının ‘sivilleştirilerek’ şeffaflaştırılması, Merkez Bankası ve benzeri kurumların başındaki TC’li bürokratlarının (asker veya sivil) görevlerinden alınması için mücadele edileceğinin açıklanması da birliğin ana ilkeleri arasında olmalıdır...
TC’nin yetkililerinin ısrarla yaptığı ‘yavru vatana yardım’ açıklamalarının da deşifre edilmesi önemlidir. Çok uzun süredir TC’den gelen paralar kredi adı altında karakaplı deftere yazılmakta ve bunlar Kıbrıs’ın kuzeyinin dış borcu olarak gözükmektedir. Çözüm halinde TC bu paraların tamamını veya bir kısmını faizleri ile yeni kurulacak Kıbrıs Devletinden alacak ya onlara borç olarak yazacak ya da belli tavizlere karşı koz olarak kullanacaktır. Bu nedenle bir süredir özellikle AB’den gelecek kredi veya yardımların önünün kesilmesi için çeşitli manevralar yapılmaktadır. Ayni şekilde TC’ye olan bağlılığı sürdürmek için ithalat kanalları çeşitli ayak oyunları ile kapatılmaktadır, Türkiye üzerinden yapılmaya mecbur edilmektedir. Tüm bunlar TC’nin buradaki acenta düzenin sürmesi için yerel işbirlikçilerle birlikte yapılan organizasyonlardır.
Tüm nedenlerle her türlü acentalık ilişkilerine karşı, talimatla yönetilmeye karşı mücadele açık ve net olmalıdır...
Nüfus yapısının ortaya çıkarılması
Kimin seçmen olduğunun bilinmediği, nüfusun hala daha gizli bilgi sayıldığı koşullarda ‘seçimler yolu ile’ mücadele kolay değildir, hele de böylesi seçim sonuçlarının şaibesiz sayılması çok fazla saflık olur...
Bu koşullar altında uluslararası gözlemciler ve şeffaf metotlarla, Kıbrıs Cumhuriyeti kayıtları da kullanılarak tam şekli ile nüfus yapısı ortaya çıkarılmalı, uluslararası anlaşmalar göz önüne alınarak seçmenler belirlenmelidir. Bunun belirlenmesi, seçime seçim deyebileceğimiz koşulların yaratılması için mutlak olması gerekenlerdendir...
Olası birlik bunun için de mücadele edeceğini, kimin seçmen, kimin vatandaş olduğunun ortaya çıkarılması için çalışmalar yapacağını açıklamalıdır.
Devletin propaganda yapması engellenmelidir
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyindeki rejim propaganda amaçlı, çeşitli kurumların siparişi üzerine ‘paket haber’ler ürettirmekte ve basın yayın organları da bunları dağıtmaktadır. Tek elden çıktığı belli olan bu paket haberler ya çeviri yapılarak ‘ayarlanmakta’ ya da açıklamalara ‘yorum’ eklenerek ve ‘gereksiz’ kısımları eksiltilerek hazırlanmaktadır…
Devletlerin propaganda yaparak toplumlara görüş dayatması yalnızca despotik rejimlerde mümkündür ki Kıbrıs’ın her iki yandaki rejimler de böylesi yapılardır. Her haberi, her durumu kendince yorumlayarak paket haber yapanlar, bu haberler aracılığı ile hayali koşullar yaratmakta, yurttaşları da bu hayali senaryolarla oyalayarak, yönetmektedirler. Böylesi propagandaların önüne geçilmeli, milyon dolarlar harcanarak yapılan paket haberciliğin, devlet eliyle kamuoyu yaratma sürecinin durdurulmasına yönelik mücadele de seçime seçim deyebilmenin diğer önemli konusudur. Olası birlik, devlet eliyle propagandanın engellenmesi için mücadele çağrısı yapmalı, bu sürecin durdurulması, deşifre edilmesi için mücadelenin ilkeleri arasında olduğunu açıklamalıdır.
***
Bunun dışında neo-liberal uygulamalara, şovenizm ve milliyetçiliğe, siyasal kirliliğe karşı, kamu reformu, kamu yararı olan hizmetlerin geliştirilmesi için mücadele de birliğin ana ilkeleri arasında yer almalıdır. ‘Kim olursan gel’ felsefesi ile dar boyutlu, Kıbrıs sorunu üzerinden birlik sürecinin yaşaması zordur. Bunun için daha sığ, kısa süreli birliktelikler aranabilir ama olası uzun erimli birliğin net şekilde sol karakterine vurgu yapıcı ilkeler ön plana çıkarılmalıdır.
Tüm bunları yapabilecek siyasi irade var mı, yoksa amaç yeniden meclise dönmek için mücadele mi bunu zaman gösterecektir ama bu ilkelerin tümünün samimi olarak yer alacağı birliktelikte niçin olmayalım?

2 Temmuz 2006

Geçmiş kalmış bir merhaba


  “Yeniden bulduk tapınağımızı. Başlıyoruz” [1]
Geçmiş kalmış bir merhabadır bu...
Aralık 2004’de uzun bir yolcululuğa giderken kapı aralığından son kez seslenir gibi “görüşmek üzre” dediğimizden buyana, buradan, yeniden ilk taze ‘merhaba’dır bu [2]...
Geç kalmıştır çünkü Aralık 2005’den beri yazılmayı bekleyenlerdendir bu dönüş yazısı ama hızına karşı gelinemeyen dönemlerden geçmekteyiz ve şairin dediği gibi;
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe”[3]
Bu yüzden bugüne kadar ertelenmiştir bu yazı...
Haki rengi yaşamlara batmış bir yıllık yaşanmamışlığımızın yazıl(A)ma(MA)sı ile yüz yüzeyiz ama söylenecek çok fazla bir şey yok o günlere dair...
Bizim hiçbir zaman ‘askerlik’ anılarımız olmayacak.. o günlere dair yaşanmış güzel ‘anlatılası’ bir anın ve/veya anının mümkünsüzlüğü durmaktadır çünkü önümüzde... ve en önemlisi, hala daha ‘savaşın insan kaynağının kurutulması’ fikrine sadakatimizden hiç birşey kaybetmedik.. Sayılırsa iyi bir şeyden bilmem ama öğrenebildiğimiz şey ‘militarizmin tapınağı’ askerlik kurumunun güç üzerine kurulmuş güçsüzlüğünü örtücü ilişkilerini gördük. Gösteri topluluğu ötesine geçemeyen ilişkilerini gördük. Sırf güçlüymüş gibi düzenlenen ‘sirkleri’, ‘tiyatroları’ gördük. Ayni anda el kaldırıp, el indiren, adım attırılan penguen topluluklarının parçası olduk, penguenler kadar özgür olamadık ve en yakınımızdaki arkadaşımızı bile haki rengine batırılmış ve bastırılmış halleriyle tanıyamadığımız anlarımız oldu...
Herkese giydirilen haki rengi kıyafetler yalnız disiplin değildi, bir kişiliksizleştirme operasyonuydu da... Her yanında sana benzermiş gibi olan, tek fabrika çıkışlı bireyler topluluğu, sen olmanın ısrarla yasaklandığı...
Orda suçların en büyüğü, affı olmayan emre itaatsizliğin önemini gördük, herhangi bir komutla irkilen yaşamları gördük ve bugüne taşınan günlük militarizmin köklerine ulaştık...
Günlük yaşamda da hasatı şimdilerde toplanan emre itaatin ‘zorla’ dayatılmasını 18 yaşındaki çocuklar nasıl anlayabilir? Ama emredici ses tonuna duyarlılık sonraki yaşlarda da sürüyorsa kökü önemli...
Okulda öğretmen, işte patron, partide başkan, ülkede başbakan, evde koca emreder gibi komut veriyor ‘bu şimdi olmasa gereken durumdur’, yurttaşlara düşen, öğretilmiş duygu ile hazır ola geçmektir, bu ilişki birinden diğerine zora dayalı ilişkilerle yeni kuşaklara taşınıyor ta ilkokuldan başlayarak. En demokratik gibi duran süreçlerin bile emredenler tarafından özenle hazırlanmış seçenekler arasından birinin seçilmesinden başka birşey değil, çoktan seçmeli sınavlara benziyor demokrasilerimiz çünkü “hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse” [4]...
Ama şair soruyor en ağır soruyu
Baylar! Umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?” [5]
Evet kadınlar, erkekler ve diğerleri, umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye? Pusulasını Antarktikte kaybetmiş yolunu anlatamayan kaptan gibi nere? Sağın, solun, önün arkan bembeyaz, nerde misin? Düşlerini kullan ve yüzünü gökyüzüne kaldır; martılar ve yıldızlarla konuş sana yolu anlatacaklardır, sana özgürlüğün adresini anlatacaklardır ama önce umut treninden düşler ülkesi için bir bilet almalısın ve haki rengi yaşamlardan -sivilmiş gibi olanlardan dahi- kurtulmalısın...
Şimdi söyleyecek çok şey var, yeniden başlıyoruz...
Evet, uzak bir yerden gelen yolcunun kapı aralığından sesleniş hali ile “merhaba, döndük... nerde kalmıştık?!...”

--------------------------------------------------------------------------------
[1] Elmas yüklü bir gemi - Edip Cansever*
[2] 20 Aralık 2004- 20 Aralık 2005 tarihleri arasında kendi ismim ile bu köşede yayınlayamadığım 5 yazı (Siyaset Çözülürken - Almanya seçimleri, sonuçları ve bize dairTehlikeli kanıksamalarÖncesi trajik şimdiki traji komikAnkara’dan değil, sokaktan iktidar içinSeçim, demokrasi ve 'goşistlik' üzerineHamamböcüleri ve Yeniçağ Gazetesinde Taylan Özgür ismi ile yayınlanmıştı... 23 Aralık 2005'ten beri düzenli sayılabilecek aralıklarla Yeniçağ Gazetesinde ‘Karakalem’ başlıklı köşede yazılarım da yayınlanmaktadır. Bunlar ayni zamanda Hamamböcülerinde ‘Yeniçağ Gazetesindeki yazıları’ başlığı altında da yayınlandı
[3] Mendilimde kan sesleri – Edip Cansever*
[4] Mendilimde kan sesleri – Edip Cansever*
[5] Cadı Ağacı – Edip Cansever *
Sonrası Kalır - Bütün Şiirleri 1 - Edip Cansever - YKY, 1. Bask, Nisan 2005

22 Haziran 2006

Bu "seçim" de hayırlı olsun

Bazı yazarlara göre çok uzun bir propaganda süreci geçirmişik...
Şimdi bu propagandalara bakarak da Pazar günü sandığa gidilecek ve seçenekler arasında seçim yapılacak. Kısa bir durum değerlendirmesi yapmak gerekirse:
1. Geçmiş yıllarda olduğu gibi Ankara ziyaretleri yapıldı. Ferdi Sabit Soyer, Hüseyin Özgürgün ve Serdar Denktaş, UBP, DP ve CTP adına Ankara’da asker ve sivil bürokratlarla görüşerek acentalık için uygunluk oluru aldılar. Soyer ve Denktaş bu durumu yerel alt yönetimin çıkar ilişkileri ile konuyu ilişkilendirerek artı puan almaya çalıştılar. Üç partinin Ankara ziyareti ile acenta seçimi kavramı bir kez daha doğrulanmış oldu. Soyer ziyaretle hala Ankara’nın en büyük favorisi olduğunu, Denktaş kendisinin de hala unutulmadığını/ihtiyaç duyulduğunu, Özgürgün de kendisinin de Ankara tarafından desteklediğini söyleyerek icazet yarışına ‘kıran kırana’ devam ettiler...
2. TKP, BDH ve BKP seçim sürecinde yaptıkları açıklamalarla Kıbrıs Cumhuriyetini, AB’yi, uluslararası hukuğu hatırladılar. Ancak bir önceki dönemde meclisten geçen ve oy birliği ile alınan “Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs Cumhuriyetini tanımasın” kararı altında o dönem milletvekili olan TKP Başkanı Hüseyin Angolemli, BDH Başkanı Mustafa Akıncı ve BKP Genel Sekreteri İzzet İzcan’ın da imzaları vardı. Bugünkü ‘muhalefet olsun da nasıl olursa olsun’ tavrı ile yapılan propagandada hedeflenen radikal kesimlerin oylarını paylaşmaktır. Ancak TKP (BDH) kadrolarının 1998 hükümet dönemindeki acentalık hizmetlerine karşılık verdikleri hiçbir özeleştiri yoktur. BKP tarafından da, TC asker ve sivil bürokratlarının talepleri ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki meclisten geçirilen tanınmama kararına onayları dışında, Kıbrıs Türk Devleti Anayasası için Türkiye’ye giderek icazet alan ekibin içinde de olan İzzet İzcan’ın meclisteyken “barışçı başbakanı devirmem” açıklaması konusunda da herhangi bir özeleştiri yapılmadı. İzcan, mecliste olduğu süreçte meclis başkanlığı seçimi sırasında da UBP’lilerle iyi ilişki içine girmişti. Böylesi ilişkiler içinden geçip direk veya dolaylı acentalık ilişkileri içine giren TKP, BDH veya BKP’nin bugünkü söylemlerine inanmak bu nedenlerle fazlası ile saflık olur...
3. DP ve başkanı Serdar Denktaş, hükümetin yaramaz çocuğunu oynamaya, gelen Avrupalı Parlamentere yumurtalı saldırılar organize ederek, ayrılıkçı teoriler ortaya atarak radikal sağın oylarına talip olduğunu ortaya koymaktadır. Söylem yarışında CTP solu, DP sağ ve aşırı sağı tatmin edici açıklamalar yaparak herkesin hükümeti olunduğu izlenimi yaratılmaya çalışılıyor. Bu iki radikal ucun(!) ise kendi içlerinde çok uyumlu bir hükümet olduklarını söylemeleri, yaptıklarının aslında görüntüden ibaret, söylemlerinin samimi olmadığının, yalnızca oy toplamaya yönelik bir halka ilişkiler projesi olduğunun itirafıdır.
4. Barışçı parti olduğu iddiasındaki CTP, savaş gemilerinde, tatbikat alanlarında askeri elbiselerle açıklamalar yaparak gövde gösteri yapmayı sürdürdü. Limndiye kapı açılmasındaki tavrı ve Ledra kapısının durumu ile CTP’nin iki toplumlu ilişkilerdeki gerginliği arttırıcı tavrı devam etti. CTP’nin sürekli karşı tarafı suçlayıcı ve gerginliği artıcı tavrı BM’nin yayınladığı belgelere girdi. Artık BM’nin raporlarında iki taraf da yapıcı olmaya ve iyi niyetle davranmaya çağrılmaktadır. Referandumdaki evet ve hayırlar hükmünü kaybetti. Bu noktaya gelmede CTP’nin katkısı büyüktür.
5. Neo liberal politikaların uygulanmasında önemli görevler üstlenen CTP, tek sosyal güvenlik yasa tasarısı ile dünyada süren kamunun sağladığı sağlık hizmetlerine saldırıya Kıbrıs’ta da açık cephe açtı. Bir süredir hastane ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi noktasında önemli adım atılmasına olanaklar sağlayan CTP’nin içinde bulunduğu hükümet bu yasa ile saldırıyı yapısal hale getiriyor. Bunun yanında diğer kamusal hizmetlerin de özelleştirilmesi konusunda CTP’nin büyük ortağı olduğu hükümet çalışmalarını kesintisiz sürdürüyor. Özellikle eğitim sektöründeki özelleştirme ile binlerce öğrenci eğitim sistemi dışına çıkarılarak, eğitim hizmeti özelleştirildi, özelleştirilmeyen yalnızca okullar kaldı. Laboratuar hizmetleri resmi olarak özelleştirildi, tapu hizmetleri de son olarak özelleştirilerek kamudaki hizmetleri özel sektöre devri için çalışmalar devam etti. Dünya Ticaret Örgütünün bir süredir başlattığı kamusal hizmetlerin özelleştirilmesine yönelik politikalarına/teşviklerine, bir çok ülkedeki direnişlerden ötürü ciddi yavaşlamalar/sapmalar yaşanırken, neo liberalizmin sadık takipçisi CTP hükümeti tüm kamusal yararı olan hizmetleri satmakta, serbest piyasanın rekabetçi alanına çekmekte kararlı gözükmektedir...
6. CTP’nin içinde bulunduğu hükümet döneminde Ercan’da eylem yapan çoğunluğu kadın eylemciler özel tim tarafından coplanmış, tartaklanmıştı. DAÜ-SEN grevi sırasında ‘grevi bitirsinler görüşürüm diyen’ CTP, KTOEÖS grevini de yasaklamıştı. CTP yönetiminin sendikacılara karşı yürüttüğü çirkin saldırılarla eylemcilerle halk zaman zaman karşı karşıya getirilmiş, grev kırıcılık dahil CTP birçok uygulamaya gitmişti. CTP hükümeti döneminde sendikacılık ciddi zararlar görmüş, yeni hazırlanan yasalarla bu kalıcı hale getirilmeye çalışılmaktadır.
7. AB ile ilişkiler yönünde tehditler üzerinden politikalar üretilmektedir. Narenciyenin Mağusa mı, Limasol limanı mı konusunda açıklamaları ile hükümetin AB ile ilgili temel bilgileri bile bilmediğini, ulus devlet üzerinden siyaset ürettikleri net şekilde ortaya çıktı. Mali Tüzük konusunda kamuoyu yanlış bilgilendirilerek bir kez daha gerilim siyaseti üretilmiş, gerekli olan yapısal düzenleme yapılmadığı için Mali Tüzük hayata geçememiştir. CTP eski başkanı da olan ve şimdi ‘cumhurbaşkanı’ ünvanını kullanan Talat, kendisini ziyaret eden AP’li milletvekilleri ile KKTC ve TC bayrağı olmaksızın fotoğraf çektirmeme ısrarı ile gazetelere görüntü yansımamıştı. Talat bu tavrı yalnızca ne kadar ulusalcı olduğunu değil, ayni zamanda kendisi ile görüşmeye gelen AP’li milletvekillerini de zor durumda bırakarak, AP ile ilişkileri zedelemiştir. Bu durumda bir önceki ziyarette kendilerini yumurtalayan ‘dış ilişkiler bakanı’ ünvanlı Serdar Denktaş ile uslup dışında özde hareket birliği vardır.
8. CTP’nin tüm bunlar değerlendirildiğinde militarizm düşkünü, emek düşmanı, çözüm karşıtı pozisyonu ortaya çıkar. Buna rağmen CTP medya aygıtlarını da kullanarak ‘sol parti illüzyonu’ yaratmaya, sol sloganları kullanarak, sloganların altlarını boşaltarak kendini dayatmaya çalışmaktadır.
9. DP halktan kopuk, yönetimde olmanın çıkarlarını dağıtarak siyaset üretmesini, ‘halkın adayları’ diye medyatik propaganda yaparak kendince bir illüzyon yaratmaya çalışmaktadır. DP de özünde sol ile benzerlik gösteren sloganlara sığınarak, solun sloganların medet ummaktadır. Ancak özü itibari ile özellikle geçmişte Ülkü Ocakları ve benzeri paramiliter örgütün yöneticileri bugün DP’nin saflarındadır. DP ayrıca yapısal olarak UBP’nin diğer yarısıdır. DP hala daha UBP’den kadro devşirmektedir. Hasipoğlu, Doratlı gibi isimler bu devşirmenin devam ettiğini gösteren örneklerdir. ‘UBP ile asla diyen’ CTP kadroları, UBP’nin kötü kopyası ile işbirliğini sürdürürken aslında UBP kadroları ile işbirliği sürdürmektedir. Bu hali DP’nin ‘halkçı’ söylemi, ile CTP’nin ‘UBP’li döneme geri dönmemek’ söylemi illüzyondan başka birşey değildir.
10. BDH, öne çıkardığı eski Liberal Parti başkanı ile sosyal demokrat kimliği ile çelişkili bir durum ortaya çıkarmış, DP ve CTP görüntüde de olsa sol sloganlara sığınırken, BDH söylemleri ile sağa yakın sloganlar kullanmaktadır.
11. TKP küçüldükçe radikalleşen bir söylem hattı izlerken, mülk konusundaki tavrı ile hala sağ unsurları içinde barındırdığının ipuçlarını vermektedir.
12. Bazı bağımsızlar ise hiç bir yetkileri olamayacak, seçilseler de, karar alma yerleri olan Belediye Meclislerinden nasıl kararlar geçireceklerini açıklamadan propagandalarını sürdürmektedirler. Bu propagandalardan demokrasi çıkacağını umut eden bazıları da (medya vb) onlara olduklarından çok daha fazla anlamlar yükleyerek kavram kargaşasına yardımcı olmaktadırlar. Başka bağımsız adaylar da daha önceki seçimlere katılmışlar, örgütlü bir siyasal gücün desteğini almadıkları için tepkileri/etkileri sabun köpüğünün ötesine gidememiştir. Bu yüzden bağımsızların bugün alacakları oylarla da sabun köpüğünü geçmeyen etki yapacaklar, yalnızca seçime katılımı yükseltecek, karşı propagandayı yükseltecektir.
13. Tüm bu kargaşa sürerken eskiden alışılan, yönetim organlarının tüm olanaklarının kullanılması da bu dönemde devam etmektedir. CTP içinde hiç bir parti organında yer almamalarına rağmen, bakan yada bakanlıklarda önemli pozisyonlarda yer alanlar özellikle propaganda amaçlı resimlerde ön plana çıkarılmaktadırlar. CTP propagandalarında hükümet olma konusu direk olarak da kullanılmakta ve kendi adaylarının seçilmeleri halinde hükümetle uyumlu olacağı belirterek diğer adayların seçilmeleri halinde desteklenmeyeceği mesajı verilmektedir. Ayrıca CTP propagandalarında Denktaş’ın geri dönmemek terminolojisini de kullanarak hem 74 öncesi hem de UBP dönemi şekilde anlamlandırılarak korku üzerinden siyaset üretilmeye çalışılmaktadır. CTP’nin ana sloganı alan GÜÇ kavramı da aşırı sağın kullanımında olan bir terminolojidir. Ataerkil, erkek egemen bir sloganın kullanılması ile CTP hem AB’yi bir anlamı ile tehdit etmekte, hem de bu kavramla kendisinin ne kadar güçlü olduğuna atıfta bulunarak korku üzerinden topluma kendi ile işbirliğini dayatmaktadır.
Tüm bu propagandaların dayatıldığı ortamda, TC sivil ve asker bürokratlarının günlük müdahaleleri sürmekte, askerin sivil yaşam üzerindeki silaha dayalı korku egemenliği her şeyi ile kendini dayatmaktadır. Seçimlere çok az kala yapılan askeri tatbikat ile ve bu tatbikatta ‘güçlü’ parti yetkililerinin birlikte fotoğrafları ile müdahale bir anlamı ile somutlaşmıştır.
Seçmen sayısı, 200 bin olduğu var sayılan nüfusumuzla karşılaştırıldığında yüzde yetmişinin 18 yaş üstü olduğu bir durumun çıktığı, hala daha kimin, ne kadar seçmen olduğunun çok net olmadığı bir süreçte “seçim”e gidiyoruz.
Yani seçime seçim demek için koşulların olmadığı, alternatiflerin alternatif olmaktan uzak birer imaj yığınından başka bir şey olmadığı koşullarda seçimlerden hayırlı bir sonuç çıkabilir mi?
Sandığa gitmek ve boş atmak ya da oyunu yakmak ya da bağımsızları desteklemek de hayırlı bir sonuç üretmesi imkansızdır çünkü katılım oranın yükseldiği koşullarda bunun genelin içinden ayrıştırılması gerçekten zordur.
Bu karamsar tablonun hayırlı bir sonuç üretmesinin bu kadar imkansız olduğu bu seçimlerde, tepkinin net şekilde ortaya çıkabilmesi için en uygunu HAYIRlı seçim olacak...
Bu nedenle, bunca güç ve zor kullanma karşısında, reddetmek ve sandığa gitmemek tek örgütlü tavır olarak önümüzde durmaktadır...

2 Haziran 2006

Bu seçimlerde de yokuz

Bir kez daha gelip takıldık ‘seçim nedir?’, bir seçime seçim demek için ne olması gerektiğine...
Özellikle BKP ve KSP’nin seçimle ilgili açıklamalarında, adeta YKP’nin tavrı ile kendi tavırlarını ayırma istençleri net olarak ortaya çıkmakta...
TKP ve BDH’yı da girmiş sayar mısınız bilmem ama onlar kendilerini seçimlerde taraf kabul ettiler ve birkaç yerde seçime katılmayı zorunluluk hissettiler...
Bir de bu tiyatronun içinde bağımsız aday(lar) var, kendini büyük projelere adadı ve bir yerel gazete de onun söylediklerini önemseyip, çok önemli aday kabul edip destek vermeye karar verdi...
YKP tüm bu tiyatroya dahil olmamak için, bir kez daha katılmayacağını açıkladı ve bu tepkinin ortaya çıkması için sandığa gitmeme çağrısı yapma kararı aldı.
YKP’nin tavrını anlamayan, yada kendi kültürlerinin benzerinin YKP’de de olduğunu düşünen çevreler, YKP’nin tavırlarını küçümsemek yada YKP’yi karalamak için direk ve dolaylı kampanyaya girişmelerini de bu süreçte başlattılar.
Bazı çevrelerin kasıtlı anlamadığını, anlamak istemediğini biliyoruz. Onlar bulanık suda balık avlamayı severler. Biz bu çevreleri es geçiyoruz. Bulanan suyu bir kez daha netleştirmek adına bu seçimlerde de niçin sandığa gitmemek gerek onu söyleyelim...
YKP, yalnız kendi düşüncelerinden ve tavrından sorumludur. Bu yüzden katılmadığı bir seçimde kitlesini, kendisini destekleyecekleri serbest bırakmak yada insanlara ‘ne isterseniz yapın’ demek gibi siyasi sığlığa hiç bir zaman girmedi. YKP 1990-2000 yılları arasında gücü oranında tüm seçimlere katılmış, tavrını net olarak ortaya koyarak bu düşüncelere destek verenleri kendine oy vermeye çağırmıştır. YKP seçime katıldığı dönemlerde de hiçbir etkisi olamayan mecliste bir kaç sandalye kapmak için değil, kendi düşünceleri kitlelere taşımak için seçimlere katılmış, ittifaklara gitmeye çalışmıştı. 2000’den sonraki süreçte ise YKP’nin ortaya koyduğu birçok şey tartışılmaya, konuşulmaya başlanmış, seçime katılıp bunların yeniden tartışılmasının ‘verimliliği’ düşmüş ve bazı çevrelerin ‘mış gibi’ politikalarından partinin kendini ayrıştırma ihtiyacı doğmuştu. Böylesi bir süreçte parti, geliştirdiği ‘seçime katılmama’ taktiği ile kendini daha net anlatabilecek bir noktaya gelmiş durumdadır.
YKP için seçime katılıp katılmamak tamamen mevcut koşulların değerlendirmesinden geçen, dogmalara dayanmayan bir olgudur. Ancak net olan, katılsa da, katılmasa da bugünkü koşullar sürdüğü sürece bu meclisin herhangi bir şekilde etkin olamayacağı gerçeği ile mecliste koltuk kapmak için YKP’nin seçimlere katılmayacağıdır. YKP için seçim süreçleri bir propaganda aracı olmayı sürdürecek ta ki seçimlere seçim diyebileceğimiz koşullar oluşuncaya kadar. YKP için katılıp katılmama, siyasi mücadelenin verilmesinde insan ve mali koşullarının en verimli şekilde kullanılması ve siyasi koşulların her durumda kendi özgül durumları ile göz önüne alındıktan sonra verilecek bir karar sürecidir.
Böylesi bir karar alma sürecini YKP yerel seçimlere katılıp, katılmamak noktasında yapmış ve bugünün koşullarında seçime katılmayarak siyasi mücadeleye devam etmek yönünde karar vermiştir.
Katılsaydı YKP, yerel yönetimlerden ne anladığını, yerelden demokrasi için nelerin yapılması gerektiği anlatacaktı. Bu yüzden YKP katılsaydı, Belediye Başkanlıklarına değil, Belediye Meclislerine seçilmek ve burada mücadele vermenin daha önemli olduğunu anlatacaktı. YKP katılsaydı, katılımcılığın ne kadar önemli olduğunu ama bununla birlikte kamu reformunun da bununla birlikte ele alınıp, kamusal alanının veriminin artırılması için de mücadele çağrısı yapacaktı. YKP katılsaydı, askersiz şehirleri, yaşam alanı içindeki askeri birliklerin çıkarılması tartıştıracaktı. Ve buna benzer düşüncelerini kitlelere taşıyacaktı.
Ancak, bugün itibari ile hala kimin seçmen olduğunun bile denetlenemediği, TC’nin asker ve sivil bürokratlarının olağan bir şeymiş gibi günlük yaşama müdahale ettiği, kendine sol diyen siyasi oluşumların günde üç öğün şovenizm yaptığı koşullarda seçime katılıp bunları anlatmaya çalışmak imkansıza yakın gözükmektedir.
Zaten bugünkü seçimlerde ana malzemenin Dikmen çöplüğü olması da bunun net göstergesidir. Başkan adayları yaptıkları ve yapacakları büyük projeleri anlatmakta ama hiçbirisi çalışmaya\ çalıştırılamayan Belediye Meclislerini tartıştırmamaktadır. Muhalifler mevcut Belediye Başkanını seçime üç kala yapılan işlerden dolayı suçlamayı bir marifet de sayabilmektedirler. Ama Belediye Meclislerinden geçmeyen kararlar normalde uygulanamaması gerekir, o zaman Belediye Meclislerindeki kendi üyelerini suçlayan var mı?
Apolitikleştirilen seçimlerde eski teori bir kez daha yüzeye çıkıyor, ‘partiye değil adaya o verin’ şeklinde kelimelerine bürünen tehlikeli sloganlarla yerel demokrasi yok sayılarak kenti kurtaracak birer kahraman aranma yoluna giriliyor…
Tüm adaylar gerçeği biliyorlar ki kentin içindeki askerle çıkmadan hiçbir gerçek düzenlemeye doğru dürüst imza atamazlar ama söylemekle de bir şey kaybetmeyeceklerini düşünerek bol bol laf tüketmektedirler. Lefkoşa, Mağusa, Girne, Omorfo, Lefke’nin içindeki askeri birlikleri ile mi daha yaşanır Avrupalı şehirlere dönüştürülecekler, yada tüm yolları askeri barikatlarla kesilmiş Luricina’yı Kıbrıslı ile bile bağlayamayanlar Avrupa ile mi bağlayacaklar ki sınırlarından TC Dışişleri sorumludur ve açıklama yapma hakkını kendinde görür, yoksa yarısından fazlasını askerin kontrol ettiği Akdoğan, Alayköy, Paşaköy, Gönyeli’yi mi Avrupalı yapacaklar? Askere dokunamayanlar hınçlarını Dikmen çöplüğünden alıyorlar...
Rutin belediyecilik hizmetleri ile yerel demokrasiyi karıştıranların seçiminde YKP’nin yeri olamazdı.
Ama katılsaydık sözümüz askersiz şehirler olurdu, sözümüz katılımcı demokrasi için Bölge/Mahalle Komiteleri ve katılımcı bütçe olurdu, katılsaydık sözümüz kamusal yapının reform edilerek verimliliğinin artırılması olurdu, katılsaydık sözümüz halkın iktidarı için Ankara’dan değil sokaktan iktidar için bu mücadeleye katıl çağrısı olurdu, ki katılsak da, katılmasak da, bunlar için her platformda mücadelemizi yükseltiyoruz, seçimden seçime değil...