24 Temmuz 2008

Kıbrıs sorunu üzerine aykırı bir deneme


Herkesin bugünlerde Kıbrıs sorunu ne olacak diye tartıştığı koşullarda, İlhan Uzgel’in İmge kitapevinden (1. Baskı, Mayıs 2004) çıkan “Ulusal Çıkar Ve Dış Politika” kitabından da alıntılar yaparak bu yazı ile farklı bir bakış açısı geliştirmeye çalışacağım...
Bu yazılanlar belki farazi şeyler olabilir, belki de doğru tahminler de olabilirler ama birçok şeyin muğlakta olduğu koşullarda tahmin yürüterek yol bulma dışında elimizde başka şans yok…

Annan Planı sonrası, Kıbrıs Türk liderliği ve Türkiye üzerinden baskı bir miktar kalkmış, Papadopulos yönetimine kaymış, görüşmeler tıkanmış, kuzeyde nüfus tartışmaları alıp başını yürümüş ve Annan Planı sürecinde TC’nin rolü çok tartışılmıştı…

Bunlar birçoklarımız/bazılarımız için yeni bir durum ama 17 Ocak 1985 yılında ve sonrasında neler yaşanmıştı bunu tartışırsak aslında yukarıdakilerin hiç de yeni bir durum olmadığını dehşete kapılarak görebileceğiz…

Öncellikle durum tespiti yaparak başlamakta yarar var; “burjuvazinin siyasal iktidarda yansımasını bulan Kıbrıs’a bakış açısındaki çıkar algılamasıyla, devlet aygıtının askeri-bürokratik kanadının konuya ‘ulusal dava’ ve güvenlik perspektifinden bakan çıkar algılayışları” (Uzgel, 312) var ve bu algılar çok kez çelişmektedir.

Bahsedeceğimiz dönem Özal dönemidir ve Özal için Kıbrıs Türkiye’nin sırtında yüktür ve bundan bir şekilde kurtulmalıdır (Uzgel, 312), bunun en büyük gerekçesi de AT üyeliği ve ABD ile ilişkileri geliştirmek istemesidir.

KKTC ilanı konusunda da Özal sürekli olarak yakındığını, şikâyet ettiğini, bir emrivaki ile karşı karşıya bırakıldığını söylediğini de hatırlamak gerekir. (Uzgel, 339)

Ama burada en ilginci Kenan Evren’in açıklamasıdır; anılarında “ABD temsilcisi ile yaptığı görüşmede ‘bir emrivaki ile karşılaştık’ derken, adada yükselen komünizm tehlikesine dikkat çekmişti. (Uzgel, 339)

Uzgel kitabında diyor ki “ABD Başkanı Ronald Reagan, KKTC’nin ilanıyla ortaya çıkan gelişme üzerine özel temsilcisi Rumsfield’ı Kenan Evren ile görüşmeye ve kararın geri alınması için baskıda bulunmaya göndermişti. Evren daha sonra kaleme aldığı anılarında, Rumsfield’a Kıbrıs’ın kuzeyindeki komünistlerin giderek güçlendiğini belirtmiş ve güneydeki komünistlerle birleşmeleri tehlikesinden söz etmiştir. Yani KKTC’nin ilanını bir tür anti-komünist manevra olarak sunmuştur.” (Uzgel, 386)

Yaklaşımları ve yorumları ne olursa olsun KKTC’nin ilanı özellikle Türkiye’ye yeni bir baskı sürecini başlattı. (Uzgel, 341)

Böylesi bir ortamda Denktaş ve Kipriyanu New York’ta Genel Sekreter de Cuellar’ın gözetiminde bir araya gelmişler, Denktaş hazırlanan antlaşmayı imzalayacağını Kipriyanu ise üzerinde çalışılacak bir metin diyerek imzalamayacağını ortaya koymuştu. Özal, Kıbrıs sorunun çözümü konusunda Denktaş’a baskı yaptıklarını açıkça söylemiş, bunu gizleme gereğini bile duymamıştı. Yine ilk kez Kıbrıs konusunda basında çıkan eleştirilere ve muhalefetin bu yöndeki eleştirel tutumuna rağmen hükümet ödün vermişti. Hatta 20 Temmuz’daki (1985) gezisinden Özal son dakikada vazgeçmişti. (Uzgel, 348)

17 Ocak belgesi ile ilgili Mümtaz Soysal belgede Türkiye’nin etkin garantisinden bahsedilmemesini eleştirmiş ve ‘bu oyunu bozmaya çağıran yazılar yazmıştı. (Uzgel, 349)

Belgeyi eleştirenlerden biri de Şener Levent’tir. Kıbrıs Postasındaki yazında hem Eroğlu’nu hem de Özal’ı eleştirerek Ecevit sayesinde devlet olduklarını, Özal sayesinde ise eyalet olacaklarını yazmıştı. (Uzgel, 392)

Uzgel diyor ki “17 Ocak belgesini Rumların imzalamaktan kaçınması, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki baskıların bir ölçüde azalmasını sağlamış ve Türk tarafı KKTC’nin ilanıyla ortaya çıkan olumsuz izlenimden en azından bir süre için kurtulabilmiştir.” (Uzgel, 350)

Yine Uzgel diyor ki “Ocak 1985’teki başarısızlığın KKTC’yi güçlendirme yolunda önemli bir aşama olduğu anlaşılabilir.” (Uzgel, 351)

Böylesi bir ortamda 29 Şubat 1988 yılında AKEL’in de desteğinde Vasiliu iktidara geldi. (Uzgel, 363)

Vasiliu ılımlı, görüşmelere açık ve pragmatik bir tavır sergiledikçe Türk tarafı ve özellikle Denktaş üzerindeki baskı artmaya başladı. (Uzgel, 364)

Artan baskılar sonucunda Denktaş ve Vasiliu önce Eylül 1988’de Cenevre’de, daha sonra da Kasım ayında New York’ta buluştular. (Uzgel, 366)

BM Genel Sekreteri 15 Ocak 1990’da iki toplum liderini toplantıya çağırmış, Denktaş’ın itirazlarını nedeni ile 26 Şubat’ta toplantı yapılabilmişti. Bu toplantıda Denktaş’ın halk ‘people’ terimini kullanmak istemesi ve Kıbrıs Türklerinin self determinasyon hakkı bulunduğunun kabul edilmemesi üzerinde toplantı başarısızlıkla sona ermişti. (Uzgel, 367)

Bu arada Denktaş 1989 yılında de Cuellar’a mektup göndererek 29 Mart belgesindeki %29 toprak oranın artık geçersiz olduğunu bildirmişti. (Uzgel, 368)

Uzgel diyor ki “Kıbrıs Rum tarafında iktidara Vasiliu’nun gelmesiyle yaratılan çözüm umutları gerçekleşmemiştir.” (Uzgel, 369)

Bu süreçte Özal’ın cumhurbaşkanı olması ve 1991 erken genel seçimlerinde ANAP’ın yenilgiye uğrayarak hükümeti bırakması sonrası süreçte Türkiye’nin Kıbrıs politikası geleneksel yörüngesine geri dönmeye başladı. (Uzgel, 400)

Bu süreçte hatırlanması gereken diğer unsur da bu dönemde adaya taşınan nüfustur.

Uzgel diyor ki; “ Türkiye yalnızca ekonomik olarak değil siyasal olarak da Kuzey Kıbrıs’ta etkin olma çabalarını sürdürmüştür. Bunun yollarından biri, burada daha çok Türkiye’den göç edenlerin kurduğu ve desteklediği ve zamanın Türkiye Büyükelçisi İnal Batu tarafından kurdurulan Yeni Doğuş Partisi’dir. (…) Türkiye bu parti aracılığı ile buradaki siyasal gelişmeleri bir ölçüde de olsa denetlemeye çalışmıştır. Fakat 1980lerde Özal iktidarı bu partinin desteklenmesinden çok göçmenlerin diğer partilerle kaynaşmasını savunmuştur. Ancak, bu parti KKTC’de daha çok Türkiye Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye Büyükelçiliği ile bağlantılı olmuş ve bu yüzden Özal’ın bilinen politikasının uzağında durmuştur.” (Uzgel, 400)

***

Bu kadar uzun alıntılardan sonra de Cuellar-Annan, Özal-Erdoğan, Kipriyanu- Papadopulos, Vasiliu-Hristofiyas, YDP-ÖP eşleşmeleri aklınıza geldiyse vay halimize…

1981 ile başlayan ve ivmesi giderek artan nüfus taşınması, kendi partilerini kurmaları ve 17 Ocak belgesi sonrası nüfus taşımanın tavan yapması ve 1990 seçim öncesi öbek öbek vatandaş yapılması ile Annan Planı sonrası adaya işçilerin aileleri adı ile taşınan ve bunların bir kısmı ile ilgili vatandaşlık baskısı olduğunun paralelliği de mevcuttur.

Annan Planı sürecinde, Kıbrıs’ın kuzeyi ve Türkiye’deki dengeler bir hayır demenin uzağında olduğuna göre, hayır diyemiyorsan dedirt taktiği mi uygulandı net olarak bilin(e)mez ama Serdar Denktaş’ın Papadopulos ile görüşmesi, kapalı meclis oturumunun AKEL’e ‘sızdırılması’(!) ve daha benzer birçok bilginin(!) güneye aktarılmasının süreçteki etkisi küçümsenemez. Sonuç olarak 85 gibi 2004 yılında da beğenmeyerek evet diye Türk tarafı ile erteleyip görüşmeye devam edelim için hayır diyen Rum tarafı…

AKEL’in Güvenlik Konseyinden uygulama garantisi istemesi de TC dış ilişkilerinin lobisine takıldığı bilinmekte, bunu da hatırlamakta yarar var…

Uzgel, Türk tarafının evet dediği “Ocak 1985’teki başarısızlığın KKTC’yi güçlendirme yolunda önemli bir aşama” olduğu tespitini yapmıştı, 24 Nisan 2004’deki evetin de kuzeydeki yapıyı güçlendirdiği apaçık ortada…

Yani döndük başa.

Rüzgâra takılıp günlük küçük tartışmalar içinde boğulmadan gidilen yolun tehlikesini görerek hareket etmek gerekmektedir.

Uzgel’in kitabındaki “Kıbrıs Rum tarafında iktidara Vasiliu’nun gelmesiyle yaratılan çözüm umutları gerçekleşmemiştir” cümlesinin yeni versiyonunu okumamak için şimdi bize bu döngüyü kıracak yaratıcı bir eylem planı gerek…

21 Mayıs 2008

Birgün'teki yazısı nedeni ile Ozan Ceyhun’a yanıt

Birgün Gazetesine,
Ozan Ceyhun’un 16 Mayıs tarihli gazetenizdeki yazısını okuduk ve derin bir üzüntü duyduk…
Birgün Gazetesi bizi, hem “Neden Bir Günlük Gazete, Nasıl Bir Günlük Gazete?” tartışmalarından beri gazeteyi Kıbrıs’tan takip eden okuyucular olarak, hem de Kıbrıslı bir partinin yöneticileri olarak derin bir hayal kırıklığına uğrattı. Bu hayal kırıklığını Kıbrıs’ın kuzeyindeki ciddi miktarda ilerici demokrat insan da paylaşmaktadır…
Birgün Gazetesi çıkarken: “Akla gelen ilk şey genellikle yeterince iyi değildir. Yazmak bir ikinci kez düşünme sanatıdır” dendi. Ayrıca, “BİRGÜN, yazmak ve dil konusunda son derece titiz olacaktır” da demişti.
Yeni Kıbrıs Partisi, Kıbrıs’ta çözüm, barış, demokrasi, özgürlük, sosyalizm mücadelesini 18 yıldır sürdüren (1989’da kuruldu) ve birçok üyesi, Türkiye’deki birçok ilerici ve demokratlarla 30 yıldan fazladır kimi yerde omuz omuza mücadele vermiş, kimi yerde dayanışmış, ve bugün hala daha hem parti hem de üyelerimiz Türkiye’deki birçok ilerici demokrat örgüt ve bireyle birlikte ortak işler üretmiş ve üretmeye devam eden bir yapıdır. YKP, bu mücadelelerinin bedeli olarak kurşunlanmış, bombalanmış, düşüncelerinden dolayı defalarca tehdit de edilmiş ama direnmeyi ve mücadeleyi hiçbir zaman bırakmamış bir sol partidir.
Böylesi bir partiye Ozan Ceyhun’un köşe yazısında ‘Ergenekoncu’, ‘neo nazi’, ‘Le Pen benzeri’, ‘12 Eylül’den alışık olduğumuz’ şekilde muhbirleyen “ihbarcı vatandaş” demesiyle ‘akla gelen ilk şey genellikle yeterince iyi değildir’ ilkesinin, Birgün Gazetesinde artık geçerliliğinin kalmadığı, bu nedenle artık isteyenin, istediğine, istediği düzeyde hakaret edebileceği bir süreçte olduğumuz anlaşılmaktadır.
“BİRGÜN, bir gazetenin her şeyden önce "haber" vermesi gerektiğine inanan ve vatandaşların “acaba bunu neden yazdılar?” diye sormadan, “yazdıysa doğrudur” diyerek okuyacakları bir gazete olacaktır” da denmişti; yukarda adı geçen yazıyı okuyan ilerici demokrat birçok Kıbrıslı için Birgün’ün yazdıkları maalesef artık ‘acaba?’ sorusunu sormasına neden olacaktır.
Ozan Ceyhun’un bahsettiği nüfus konusu Kıbrıs ve tüm Kıbrıslılar için hassas bir konudur.
Ceyhun yazısında, “Ancak Kıbrıs’ın kuzeyinde kendini ‘solcu’ diye tanımlayan ve de allahtan sadece “bir avuç” olan KKTC vatandaşı şahsın her fırsatta aynı Alman neonazilerinin dergi ve bildirilerinde kullandıkları klasik “klişe sloganlarla” “Türkiyeli düşmanlığı” yapmaları karşısında sessiz kalmayı “demokratlığa” yakıştıramadığımdan bu durumu siz BirGün okurları ile paylaşmak arzusundayım” demişti.
Bu, Denktaş döneminden hatırladığımız ‘gelen Türk giden Türk, ne olmuş 3–5 Kıbrıslı Türk yurtdışına gittiyse, 10 Türk Anadolu’dan gelir, Türk düşmanlığı yapmayın’ diye kelimelendirilen, Denktaş’ın (Ergenekon-Kıbrıs diye okunabilir) başında olduğu Kıbrıs Türk liderliğinin klişesinin değişik bir söyleyiş biçimidir ama günün sonunda suç aynidir “TÜRK, TÜRKİYE düşmanlığı yapmak”.
Ayni şekilde çokluk azlık tartışması yapan Denktaş bize başka şeyler yanında “sinek” de demişti, Ozan Ceyhun da “bir avuç” diyor… Bulunduğu tüm mevkileri kaybetmiş olan Denktaş bizlerin kaç kişi olduğunu kendi deneyimleri ile öğrenmişti, sanırız Ozan Ceyhun için de ayni süreç geçerli olacak…
Nüfus konusu Yeni Kıbrıs Partisi için kurulduğu günden itibaren (1989) hep önemli olmuştur. Çünkü bu konu tek tek buraya getirilen insanlarla ilgili bir konu değil, siyasidir. Bu konu, Kıbrıslı Türklerin iradelerinin, karar alma süreçlerine ne kadar etkin yansıdığı ile ilgilidir. Yani konu Türkiyeli-Kıbrıslı tartışması değil, Türkiye Cumhuriyetinin, Kıbrıslıların iradesini ellerinden almak için yaptığı operasyona tepkidir. (Bu operasyonlar yalnızca nüfus değildir, Kıbrıs’ta Büyükelçilik yapmış olanların anılarını okursanız, bu operasyonlarla ilgili daha detaylı bilgi sahibi de olabilirsiniz.)
YKP, bu konuda tartışmayı sürekli gündemde tutmuş, araştırmacıları ve akademisyenleri bir araya getiren bir paneli de bu ay içinde gerçekleştirmiştir. Bu panelde konuşan YKP Dış İlişkiler Sekreteri Alpay Durduran’ın görüşleri, partinin de görüşleridir. Bu konuyu derinlemesine tartışmak isteyen, metinleri değil, paneli http://www.ykp.org.cy/nufus.htm adresinden bölümler halinde izleyip karar verebilir.
Bunun yanında, son yarım asırdır Kıbrıslı Türklerin nüfusu 100 bin kusur olmuştur. 1974 sonrası kabul edilen rakamlar da bu yönde idi. Bugün de 74 öncesi aile yapısı içinden gelen ve halen Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıslı Türklerin nüfusu aşağı yukarı budur. Kıbrıs’ın kuzeyindeki birçok örgüt için 74 sonrası buraya gelen ve getirilenler insani bir bakış açısı ile değerlendirilmiş, Kıbrıslı Türklerle evlenenler, (onlar hala daha kendilerini Türkiye’deki orijinleri (Karadenizli, Konyalı, Adanalı, Kürt vb) ile ifade etmelerine rağmen) Kıbrıslı kabul edilmişlerdir. Yine insani bir bakış açısı ile Kıbrıs sorununun çözümüne giden 2004’deki süreçte 40 bin küsur kişiye de hemen yeni devletin vatandaşlığı verilmesi tüm taraflarca kabul edilmişti. Tüm bu rakamlar alt alta konulduğunda Kıbrıs’ın kuzeyinde yeni devletin vatandaşları 200 bin küsur olacaktı, ancak bugün tartışılan, Kıbrıs’ın kuzeyinde 500 bin kişilik bir nüfusun varlığıdır ve bu kabul edilemez.
Bu kaygıları derinden hisseden YKP; Sayın Talat dahil, birçok politikacının, sendikacının açıklamalarını ve gazete haberlerini alt alta koyarak bir rapor hazırladı ve bu raporda durum değerlendirmesi yaptı.
(http://www.ykp.org.cy/NufusKonusundaKibrisinKuzeyindekiDurumaYonelikYKPDegerlendirmesiVeTalepleri.pdf) Bu raporu da yaygın şekilde herkese dağıtmamıza rağmen karşı görüşte olanlardan herhangi bir ‘gerçek’ tepki almadık, tek söylenen düzeysizce, ‘abarttığımız’(!) oldu. Ancak ellerinde tüm verileri tutan yetkililer bizi yalanlayacak hiçbir veriyi de bugüne kadar açıklamadılar.
Bu konu, birçok demokratik kitle örgütünün de gündemindedir…
Örneğin, Kıbrıs’ın kuzeyindeki tüm öğretmenlerin örgütlü olduğu iki sendika (KTÖS ve KTOEÖS), gümrük çalışanlarının örgütlü olduğu tek sendika (Güç-Sen), doktorların tek sendikası (Tıp-İş), ilerici demokrat 3 parti (YKP, TDP, BKP) ve diğer sendika ve örgütlerle birlikte 11 demokratik kitle örgütünün oluşturduğu Kıbrıs Barış Platformu yaşanan bu süreci AB Konseyi Dönem Başkanı Janez Jansa’ya bir mektupla 22 Nisan 2008 tarihinde bildirmişti. Mektupta; “Kuzey Kıbrıs’ta demografik yapı ciddi şekilde bozulmaktadır. Resmi kayıtlara göre 260,000 olarak gösterilen nüfusun gerçek olduğunu kanıtlayacak bir veri yok, fakat 500,000 olduğu başta Sayın Talat olmak üzere birçok yetkili tarafından ortaya konmaktadır. Kuzey Kıbrıs’taki kayıtlı araba sayısının 223,275 olması, Kuzey Kıbrıs’ta 385,000 civarında cep telefonu abonesi olduğu dikkate alındığında 260,000 rakamının gerçeği yansıtmadığı ve demografik yapının Kıbrıs Türk Toplumu aleyhine ne kadar bozulduğu ortaya çıkmaktadır. Bu yapı içerisinde Kıbrıs Türk Toplumunun gerçek sayısının ortaya çıkması için uluslararası gözetim altında bir genel sayımın yapılmasında ciddi fayda görmekteyiz. Yukarıda belirtilen gerçekler ışığında çalışma izinleri ihtiyaca göre verilmeli ancak Kıbrıs sorunu çözülene kadar yeni vatandaşlık verilmesinin durdurulması Kıbrıs Türkünün iradesine saygının gereğidir. Bu haklı talebimiz için de desteğinizi istiyoruz” denmişti…
Kıbrıs’ta içinde ciddi miktarda Birgün okurunun da bulunduğu, bu kadar geniş ilerici demokrat kesimlerin duyarlı olduğu böylesi bir konuda, Almanya’da yaşayan Türkiyeli bir politikacının bu kadar düzeysiz bir yazısının gazetenizde yayınlanmış olması talihsizliktir…
Ozan Ceyhun’un yazısının ikinci kısmı daha büyük başka bir talihsizliktir.
YKP, ÖDP’nin de üyesi olduğu Avrupa Sol Partisi ailesi içinde kendini tanımlamaktadır. Bu çerçevede Almanya’daki Sol Parti (Die Linke) ile de yakın ilişkisi vardır. Bu ilişki çerçevesinde çeşitli konularda örgütlerin dayanışması, örgütlere yakın yayın organlarının diğer örgüt temsilcisinin görüşlerine özellikle ilgili ülke söz konusu olduğunda, sayfalarında yer verilmesi dayanışmanın ve ayni görüşü paylaşanların bilgi paylaşımının bir gereğidir de…
Ozan Ceyhun’un, “Bunlardan bazılarının hatta biz Türkiye kökenli politikacıları “Kuzey Kıbrıs’ta Rumlar ve Türkler’in eşit haklara sahip olacağı bir çözüme katkı vermeye çalıştığımız için” bazı Alman yayın organlarında “yalan içerikli iddialarla” aynı “12 Eylül’den alışık olduğumuz” şekilde muhbirleyen “ihbarcı vatandaş” olarak da faal olduklarını acaba kaç kişi bilmekte Türkiye’de merak etmekteyim” dediği konu ise tam da bu dayanışmadır, bu dayanışmaya Ozan Ceyhun’un tepkisidir…
22 Nisan tarihinde Almanya’da Sol Parti’ye yakınlığı ile bilinen Junge Welt Gazetesi’ne YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı bir demeç vermiştir. Junge Welt Gazetesi tarafından Ozan Ceyhun’un Avrupa’daki Türk kökenli milletvekillerini Kıbrıs’ın kuzeyine getirip, etkinlik yapmasını YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı olarak nasıl değerlendirdiği soruldu. Kanatlı'nın cevabı ise basitti, “yeni başlayan görüşmelerin ışığında bu gezi tamamen bir provokasyon. Özellikle, Ercan Havaalanı üzerinden giriş-çıkış yapılması çok ciddi ve Kıbrıslı Rumları kızdırmayı amaçlıyor”…
Kıbrıs’ın kuzeyindeki havaalanı uzun süredir tartışma konusudur. YKP insanların özgürce hareketine saygı duyar ama uluslararası kurallar çerçevesinde... Ercan Havaalanı’nı konusu da özellikle 2004 referandumu sonrası AB organlarında alınan kararlar çerçevesinde AB yurttaşları için ‘kullanılmasında sorun olmayan’ bir statü sağlandı ancak Kıbrıslı Rumların bu konudaki hassasiyetleri de sürmektedir. Tam da görüşmelerin yeni başladığı bir dönemde, siz, “‘KKTC’yi tanıtıyoruz”, “KKTC cumhurbaşkanı ve KKTC başbakanı ile AB milletvekilleri görüştüler, bu önemli bir tanınma hamlesidir” derseniz ve diğer tarafın bu konulara aşırı duyarlılığını da bilirseniz elbette bu bir provokasyondur, iki lider arasındaki görüşmeleri sabote etmektir. Bu, Kıbrıslı Rumları masadan kaçırma hareketinin bir parçasıdır. Junge Welt gazetesinde yayınlananlar YKP’nin kendi parti pozisyonudur ve Sol Parti’ye yakın bir yayın organı Kıbrıs’ta yaşananlarla ilgili partinin görüşlerine sayfalarında yer verdi, bu dayanışma kötü mü? Benzer görüşte olan partilerin görüşlerini birbirleri ile paylaşması ne zamandan beri ihbarcılıktır? Sosyalistlerin, ilericilerin kendi aralarında dayanışmasına bazı kesimler, özellikle milliyetçiler, nasyonal sosyalistler dış mihrakların müdahalesi olarak baktılar, ama enternasyonalist olan sol buna rağmen dayanışmasını ve ortak mücadelesini yüzyıllardan beri sürdürdü, sürdürmektedir. Ozan Ceyhun’un beğenmediği, tepki gösterdiği tam da budur…
Ceyhun; bununla da yetinmemiş bu tartışmayı, bu defa da, Almanya’da CDU yetkilileri ile toplantılar yapmasına aracı olduğu, Kıbrıs’ın kuzeyini 30 yıla yakın sömürmüş, Denkaş’ın kurduğu sağcı UBP’nin Nisan ayı içindeki Almanya ziyareti sırasında açmıştı. Almanya’daki basın toplantısında, gazetelerde çıktığı şekli ile aynen yayınlamak gerekirse;
“Ulusal Birlik Partisi (UBP) Genel Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu, YKP Yürütme Kurulu Üyesi Murat Kanatlı’nın Almanya’da yayınlanan bir gazeteye, KKTC’yi destekleyen Türkiye kökenli milletvekillerine yönelik eleştiri içeren bir demeç vermesini üzüntüyle karşıladıklarını ve Türk olan hiç kimsenin bu tip bir saldırıyı yapmaması gerektiğini söyledi”… Yani tablo bu kadar açıktır…
(bu konu ile ilgli detaylara girmek isteyen olursa http://www.yenicag.com.cy/ykp.php?subaction=showfull&id=1209068713&archive=&start_from=&ucat=14& adresinde tüm yazıların orijinalleri mevcuttur)
Yalnız, bu konu yeni değildir. Tam bir sene önce Nisan 2007’de, benzer bir ziyaret Kıbrıs’a olmuş, bu defa da Sol Parti Milletvekili Sevim Dağdelen bu ziyarete tepki koymuş, açıklama yapmış ve katılmamıştı. Ozan Ceyhun ise bu açıklama üzerine, “o partiye aday olmasına neden olan politik kökeni ise, ‘Halkın Kurtuluşu’ isimli dogmatik, sol bir kuruluştur... (Dağdelen) Son demecinden sonra Türk seçmenlerin yüzüne nasıl bakacak merak ediyorum” demişti. Ozan Ceyhun ayrıca Dağdelen’in “Doğu Almanya Komünist Partisi'nin devamı niteliğindeki PDS'nin milletvekili” olduğu tanımlamasını da kullanarak tam bir soğuk savaş taktiği ile saldırmıştı. Ozan Ceyhun’un bu saldırısı üzerine YKP, PDS (Sol Parti) ve Rosa Luxemburg Vakfı ile de temasa geçerek dayanışmasını ortaya koymuş ve Dağdelen’in açıklamalarını desteklediğini belirtmişti. Ozan Ceyhun, bu açıklamalardan sonra bizlere de saldırmaya başladı ve bu süreç bugün de sürmekte…
(bu konu ile ilgli detaylara girmek isteyen olursa http://www.yenicag.com.cy/index2.php?subaction=showfull&id=1175784247&archive=&start_from=&ucat=1& adresinde tüm yazıların orijinalleri mevcuttur)
Bu tartışmadan bir yıl sonra YKP benzer konularda benzer tepkiler vererek tutarlı çizgisini sürdürürken, Ozan Ceyhun ifadeleri ile daha da küçülmekte, sağcı UBP ile Almanya’da basın toplantısı düzenleyip YKP Yürütme Kurulu Sekreteri ile ilgili “bir Kıbrıslı Türk’ün “piyon” olarak kullanıldığını”, “muhbir vatandaşlık” yaptığını söyleyecek kadar düzeysizleşebilmektedir.
Tam da böylesi sıcak bir tartışma süreci içinde Birgün Gazetesi konuya taraf oluyor ve Ozan Ceyhun’un, YKP’nin de içinde olduğu birçok ilerici demokrat Kıbrıslı Türk örgütü ‘neo nazi örgütü’ diye niteleyen, YKP Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı’yı da “12 Eylül’den alışık olduğumuz” şekilde muhbirleyen “ihbarcı vatandaş” diyen makaleyi yayınlıyor.
“Bu tiplerin eskiden faşistlerin kollarına girip üniversiteye gelmeyi “solculuk” diye pazarlayan ve bugün “Ergenekoncu” olan birilerinden inanın hiçbir farkı yok!”, “tavrım Le Pen ya da Flams Blok gibisinden Fransız ya da Belçikalı faşistlere karşı alınması gereken tavırdan farklı olamaz!”…
Yani bizleri Le Pen’e, Flams Blok’a benzeten, bizlere, ‘Ergenekonculardan farksızdır’ diyen bir gazete yazarı… Elbette savunmanızı biliyoruz ve ‘her yazı yazarı bağlar’ diyeceksiniz, ancak her yazarın da çizgisinin, gazetenin bütünlüklü çizgisi ile yani “Neden Bir Günlük Gazete, Nasıl Bir Günlük Gazete?” yazısı ile çelişkili olmaması gerekmez mi?...
Kıbrıs konusu hassas bir süreçten geçiyor ve biz dostlarımızdan dayanışma ve duyarlılık beklerken saldırı altında kalmak bizleri düşündürmektedir.
2003 çözüm süreci sırasında sürekli hatırlatılan bir konu vardı, “Antlaşma için, yapılacak referandumda ‘bizlere 2 evet lazım’ derdik… Evet, bize iki ‘evet’ lazım, tüm Kıbrıslıların ve Kıbrıs’ı yurt sayanların ‘evet’i… Bu nedenle birbirimizin duyarlılıklarına dikkat ederek ve uluslararası antlaşmalar ve Kıbrıs’la ilgili BM kararları çerçevesinde bir antlaşma için yola çıktığımızı unutmadan bu yola devam etmeliyiz yoksa, Kıbrıs sonsuza kadar bölünmüş kalır, bölünmüş bir Kıbrıs da sonsuza kadar ertelenmiş ve her an bozulabilecek bir ateşkesi ifade eder…
1974’den beri pamuk ipliğine bağlı ateşkes ile dondurulmuş savaşı bitirme zamanıdır, bu süreci hiç kimsenin baltalamasına izin vermeyeceğiz, vermeyelim…
Ve bu mücadeleyi kazanabiliriz, dostlarımız, yoldaşlarımız bizlere omuz verirse ve dayanışırsak kazanırız. Ve unutmayalım kazanacağımız yalnız Kıbrıs değil, Türkiye ve Yunanistan halklarının da geleceğidir.
Bu mücadeleyi kazanmayı çocuklarımıza, geleceğimize borçluyuz, bu borcu ödeme zamanıdır…
Bu coğrafyalar (Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs) yeteri kadar savaş ve gerginlik gördü, artık barış zamanıdır, bu coğrafyaların bütün barışseverleri el verin, birlikte birleşelim ve sınırsız, silahsız bir Kıbrıs’ı yaratalım, Ege halklarını özgürleştirelim, bütün halkaların kardeş olduğunu sloganlardan yere indirelim ve kardeş olmanın koşullarını bugünden yaratmak için çalışalım.
Yeni Kıbrıs Partisi Yürütme Kurulu adına
Yürütme Kurulu Sekreteri Murat Kanatlı
21 Mayıs 2008

20 Mart 2008

İttihat ve Terakki rejimi yıkılmadıkça


Arundhati Roy 2008’deki Boğaziçi Üniversitesindeki konuşmasında “‘Birlik/İttihad’ (ırksal/etnik/dini/ulusal) ve ‘İlerleme/Terakki’ (iktisadi belirlemecilik) çoktan beri soykırımın ikiz koordinatları olagelmiştir” demişti…
Kıbrıs’ta neler yaşandı?
Türk’ten Türk’e kampanyası… ki İttihat ve Terakki Cemiyetinden ödünç…
Coğrafya adlarının değiştirilmesi… ki İttihat ve Terakki Cemiyetinden ödünç…
Vatandaş Türkçe konuş kampanyası… İttihat ve Terakki Cemiyetinden ödünç…
Bunları biz, özellikle 1955 yılı sonrası, 1960 öncesi yaşadık, Türkiye coğrafyası ise 1910-1918 arası yaşadı…
Ancak ne bizde ne de Türkiye’de bu süreç durmadı, farklı formasyonlarda İttihat ve Terakki Cemiyeti politikaları bugün de devam etmekte…
Kıbrıs’ta, 1955’lerde başlayan ama asıl 1964’de yürürlüğe konan Kıbrıslı Türklerin ‘yeniden’ iskan politikalarını anlamak için Fuat Dündar’ın İletişim Yayınlarında çıkan “İttihat ve Terakki'nin Müslümanları İskan Politikası (1913-1918)” okuyarak şoke olabilirsiniz…
“İttihat ve Terakki hükümeti, zorunlu olarak gelmiş olan Müslüman muhacir ve mültecileri Anadolu’ya bir iskân politikası çerçevesinde yerleştiriyordu. Bunun yanı sıra İttihat ve Terakki gerektiğinde “celp” yöntemine başvuruyordu. Yani sınırları dışında yaşayan Türk ve Müslümanlar, oralardan çekip alınarak memalik-i Osmaniye’ye getiriliyordu” (age syf 71)
Yani 1955-74 arasında kaç Kıbrıslı Türk’e tehdit altında olunmamasına rağmen ‘celp’ çıkarılarak o dönemde oluşturulmuş Türk bölgelerine/gettolara çağrıldığını kim araştıracak acaba? Belli ki bu da bize İttihat ve Terakki Cemiyetinden ödünç…
“Bu operasyon dahilinde büyük bir coğrafyada bulunan köy ve kasabaların yanı sıra dağ, ova, orman gibi topografya isimleri de değiştirilecekti” (age syf 82) ve “konacak isimler seçiminde göz önüne alınacak şeyler” ise “tarihi mefahir-i (övünç) askeriyemize şamil olmak mültezimdir” deniyor, ki İTC’den bugüne bu gelenek sürüyor, en son herkesin Kermiya diye bildiği, Türkçesi bile olan ve Aydemet olarak da bilinen yere Metehan denmesi… Başka? “Gerek şimdi gerek evvelce vaka-yı harbiyeye maruz kalmış olan mevkiler oraya mahsus şanlı geçen hadisatı hatırlatmalı” gibi önerileri vardı İTC’nin... Ve uyarısı da vardı; “kolayca benimsenmesi için eski isimlere yakın isimler olmasına dikkat edilmeliydi”… Eğer bunlara uygun isim olmaz ise en yakın sesteş isimler bulunmalıydı… Kıbrıs’ta 1950’lerden bu yana değiştirilen yer, köy, kasaba, dağ, ova isimlerine bakın bakalım İTC’den ne kadar “etkilenmişiz”!!!
Bu neden mi yapıldı? Yine kitaba dönelim ve İTC’nin bunu ne gerekçe yaptığını okuyalım; “eldeki toprak parçasının korunması için öncellikle nüfusun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi gerekiyordu” (age syf 246)… 2008 yılında, dönüp geriye bakın, Kıbrıs’ın kuzeyi size neyi anlatıyor…
Bu kadar mı benzeşmeler; “Ermeni ve Rum gibi hükümet tarafından zorunlu sebeplerle yerlerinden çıkarılan gayri Müslimlerin sevk işiyle ordunun yanı sıra Teşkilat-ı Mahsusa” ilgilendi (age syf 248)… 1974 hatırlayın bu işle orduyla birlikte kim ilgilendi diye ve Türk Mukavemet Teşkilatı aklınıza gelirse şaşmayın… Ve “gayri Müslimlerin geride bırakacakları köy ve arazilerin Müslim muhacir ve mültecilere verilmesi önceden kararlaştırılmıştı” (age syf 248)… Ki bu cümle 1974’ü anlatmıyor, 1910’ları anlatıyor…
Hade bir sürpriz daha yapalım Erik Zan Zürcher kitabından bir alıntı yapalım “Jön Türk Hareketine önderlik etmiş askerler ve memurlar, birer ideolog olmaktan çok eylem adamıdırlar. Tüm yaptıkları ve söylediklerinin altında şu temel kaygı vardır: Devleti kurtarmanın ve güçlendirmenin yolu nedir?” (Savaş, Devrim ve Uluslaşma (1908-1928), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, syf 52)… Bugünkü siyasilerin/bürokratların ve askerlerin açıklamalarını ve yaptıklarını bir kez daha bu gözle taramaya ne dersiniz?
Bir bilgi notu daha; “Celal Bayar, Teşkilatı Mahsusa'nın İzmir şubesindeydi. Başlıca görevi Teşkilat ve Parti arasındaki iletişimi sağlamak, yanı sıra İzmir ekonomisini Türkleştirmekti” yani Teşkilatın görevi ekonomiyi Türkleştirmekti.” Hangi teşkilat mı? 1910’larda İTC’nın kurduğu Teşkilat’ı Mahsus’a, 1950 ve 60larda Türk Mukavemet Teşkilatı… Şimdi?
Dönelim başa, “‘Birlik/İttihad’ (ırksal/etnik/dini/ulusal) ve ‘İlerleme/Terakki’ (iktisadi belirlemecilik) çoktan beri soykırımın ikiz koordinatları olagelmiştir” demişti Arundhati Roy, bu coğrafya için de öyle oldu, binlerce ölü, yüzbinlerce yer değiştirmiş, “etnik” temizliğe uğramış bölgeler…
Ve hala birileri bize İttihat ve Terakki dayatmakta, Kıbrıs’ın kuzeyinde, Türkleşmiş (ve Kıbrıslılardan arındırılmış) ve (iktisadi/ekonomik) ‘ilerlemiş’ bir coğrafya için…
Bu nedenle Kıbrıs sorunun gerçek çözümü için İttihat ve Terakki rejiminin yıkılması gerek, başka türlü geleceği kuramayız…

19 Ocak 2008

YAŞAM HEMEN ŞİMDİ, MÜCADELE HEMEN ŞİMDİ!


Çok eski bir tartışmadır, Lenin “"Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında sorar “burjuva parlamentolara katılmak gerekir mi?”... Ve cevabını yine kendisi verir “kanıtlanmıştır ki, Sovyet Cumhuriyetinin zaferinden birkaç hafta önce bile, giderek bu zaferden sonra bile burjuva demokratik bir parlamentoya katılmak, devrimci proletaryaya zarar getirmek şöyle dursun, ona, bu parlamentoların niçin dağıtılması gerektiğini geri kalmış yığınlara daha kolay anlatma olanağını sağlamakta, bu dağıtışın başarısını ve burjuva parlamentarizminin "siyasi tasfiyesini" kolaylaştırmaktadır.”
Ve Lenin devam eder; “gelecekteki şu ya da bu durumlarda bizim için hangi mücadele aracının daha pratik ya da elverişli olacağını önceden kestirmek, siyasette daha zor bir şeydir. Bütün mücadele araçlarından yararlanmayı bilmemek, büyük bir yenilgi tehlikesine –bazan, hatta kesin yenilgi tehlikesine– kendini atmak olur, çünkü bizim irademizin dışında meydana gelecek olan öteki sınıfların durumundaki değişiklikler, bizi özellikle zayıf olduğumuz bir hareket biçimine başvurmaya zorlayabilir. Eğer bütün mücadele araçlarından yararlanmayı biliyorsak, mutlaka yeneriz; çünkü koşullar, düşman için en tehlikeli olan silahı, öldürücü darbeleri en çabuk indiren silahı kullanmamıza olanak vermese de, biz gerçekten ilerici olan, gerçekten devrimci olan sınıfın çıkarlarını temsil etmekteyiz. Tecrübesiz devrimciler, çok defa, legal mücadele araçlarının oportünizm lekesini taşıdıklarını sanırlar, çünkü bu alanda, burjuvazi, çok defa (özellikle "barış" zamanlarında, ihtilâl zamanlarında değil) işçileri aldatmış, işçilerin güveniyle oynayabilmiştir; ve bu devrimciler, illegal mücadele araçlarının en devrimci araçlar olduğunu sanırlar. Bu, yanlıştır. Doğru olan, örneğin en demokratik, en özgür ülkelerin burjuvazisi, savaşın soyguncu karakteri hakkında doğrunun söylenmesini yasak ederek, işçileri tarif edilmez bir cüret ve pişkinlikle aldattığı 1914-1918 emperyalist savaşında olduğu gibi bir durumda, illegal mücadele araçlarını kullanmayı bilmeyen ya da kullanmak istemeyen (yapamıyoruz demeyiniz, istemiyoruz deyiniz) partilerin ve önderlerin oportünist oldukları, işçi sınıfına ihanet ettikleridir. Ama illegal mücadele biçimleri ile bütün legal mücadele biçimlerini birleştirmeyi bilmeyen devrimciler, pek kötü devrimciler sayılmalıdırlar.”
Ve Lenin hatırlatır; “devrimci olmayan giderek gerici olan kurumlarda, devrimci olmayan bir ortamda, devrimci bir eylem yönteminin gereğini henüz anlayamayan yığınlar arasında devrimcilik etmek çok daha zordur ve çok daha değer taşır.”
Dediğim gibi siyasal partilerin hangi araçları kullanmaları gerektiği, hangi araçların lekeli olduğu tartışmasının bir asırdan fazla bir tarihi var… 1920’de yazılmış “"Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında Lenin derdini anlatmaya çalışıyor, derdimizi anlatıyor… Onun koşullarını aynen alıp bugün uygulamaya çalışmak saçmalamaktan başka bir şey olmayacaktır, ama onun gösterdiği ilkeleri tartışmak, bunlar üzerinde konuşmak önemlidir…
Bu tartışmanın ilk kısmıdır… İkinci kısmında ise 1990 öncesi süreçte birçok sol akım için her şey devrimden sonra daha güzel olacaktı, bu nedenle devrim mücadelesi dışında kalan bütün mücadele şekilleri ikincil ilan edilmişti. 90lar sonrası gelişen tartışma sürecinde, yenilgi koşullarında bazı sol kesimler bununun özeleştirisini yaparak “hemen şimdi” ile özetlenebilecek bir taktiğin izlenmesinin gereklerini ortaya koydular…
Yeni zamanlar bize gösterdi ki, kimse daha az demokraside yaşadığı için, daha yoksul olduğu için sol mücadeleye katılmıyor. Tersine daha az yoksulluk, daha az demokrasi onları güçlünün yanına doğru itiyordu…
Radikal sol bugün itibari ile demokrasi hemen şimdi derken, aslında burjuva demokrasilerde gidebilecekleri yeri biliyor ama oraya kadar önemli bir mesafe var. Ancak “demokrasi hemen şimdi, hem de burjuva demokrasi koşullarında” derken yığınların yeniden kazanılması için mücadele ediyorlar, kazanılan her demokratik hak solun, sosyalistlerin kazanım hanesine yazılıyor. Bu kitleler ile sol arasında ilişkinin, güvenin yeniden gelişmesine yardımcı olacak bir unsur olarak karşımıza çıkıyor… Benzer şekilde kadın sorunu, çevre sorunu ve benzeri birçok alanda “hemen şimdi” diyerek yığınların içinde umutsuzluğun ve bilinçsizliğin olduğu yerde “lekelenmeden” korkmadan, zoru seçerek propaganda faaliyeti geliştirmek sola zemin kaybettirmez. Tersine karşı çıktığının deşifresi için önemli imkânlar sağlarken kazanımlar güçlü ilan edilenin yenilebileceği, yeni bir dünyanın mümkün olduğunun habercisidir de ayni zamanda…
Üçüncü konu ise karşı propaganda her dönemde yapılmaktadır. Karşı propagandanın bilinçli bir merkezden yapıldığı gibi, dağınık, kitle içinden gelmesi de doğaldır. Parti kendi pozisyonuna, karşı propagandaya bakarak ya da onu önemseyerek karar vermemelidir. Karşı propagandayı aşmanın yolu eylemlerden vazgeçmek değil, propaganda ve örgütsel çalışmayı geliştirmektir. Karşı propaganda merkezlerinin bir amacı da siyasal faaliyet alanlarının daraltılmasıdır. Bu nedenle akılda tutulması gereken örgütü bağlayan, onu tanımlayan örgütsel dokümanlar ve yayınlarıdır, karşı propagandalar değil…
Bunun dışında, karşı propagandaları gerekçe gösterip partinin siyasal hareketlerini eleştirmek ve geri çekilme talebi de anlamsızdır. Yapılması gereken siyasal faaliyet alanlarının daraltılması değil, karşı propagandayı kıracak faaliyetler içinde olmaktır. Bunun zayıf olduğu koşullarda sırf karşı propaganda yapılacak diye örgütün kendini kısıtlamaya gitmesi ciddi bir taktiksel hata olacaktır…
YKP olarak geçmiş süreçlerden ders alındığı, farklı geleneklerden gelen deneyimlerin harmanlandığı ya da harmanlanması gerektiği düşünüldüğünde, parti üyelerinin karşı propagandaları düşünerek ya da “lekelenmek” gerekçesi ile parti faaliyetlerini kısıtlanması taleplerinin hatalı olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.
Son olarak teorik-pratik tartışmayı açmakta yarar vardır. Gerek Kıbrıs’ın kuzeyindeki ayrılıkçı yapıyı tanımlamakta, gerekse siyasal mücadele alanında YKP, bugüne kadarki dökümanları ile kendini en iyi tanımlayan partidir. Örneğin YKP’nin, 30 yıla yakın bir geçmişi olan Halk-Der geleneği üzerine kurulduğu düşünüldüğünde, 1979’da Bağımsızlık Yolu Gazetesinde manşetten ilan edilen “ayrılıkçı devlete hayır” sloganı akla geliyor. YKP bunu bugüne taşımış, YKP’nin bugünkü dökümanlarında ayrılıkçı yapının defalarca kabul edilemez olduğunun vurgulanarak, Türkiye’nin yerel alt yönetimi tanımına daima atıfta bulunulmaktadır. Bunun net olduğu ve partinin hiçbir organında herhangi bir çelişkinin gündeme getirilmediği koşullarda “tanınma” gibi muğlâk ve “karşı propagandadan” etkilenmiş argümanlar geliştirmek ve yapılacak eylemleri “lekelenmiş” saymak ciddi teorik bir tartışma değildir. YKP özellikle son kurultayında aldığı bir numaralı kararı ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki yapının çözüme giderken demokratikleştirilmesi için teorik çözümlemeler yapılmıştır. Sorun bunların pratiğe dönüştürülmesidir. Ancak bugüne kadarki zeminimiz bu teorik belgenin yaşam bulması için tartışma yapıp, taktikler geliştirmek değil, karşı propagandalardan da etkilenerek iç tartışmalar yapmaktır ki bu örgütü zayıflatan bir unsurdur.
Toparlamak gerekirse, YKP teorisi ile pozisyonu net olarak ortaya koymuş durumdadır. Parti içinde bu teorik birikimle çelişki ortaya koyan herhangi bir grup veya birey yoktur. Siyasal partiler eylemlilikleri ile propaganda faaliyetleri ile büyürler, kitleselleşirler… Bu nedenle siyasal partiler kitle iletişim araçlarını özellikle mücadele şekilleri ile “geri kalmış yığınlara daha kolay anlatma olanak”larını en iyi şekilde değerlendirmekle yükümlüdürler… Bunu yaparken “sol” ve sağ karşı propagandaya maruz kalmak bunun yanlışlığının ispatı değildir. Eğer teorinin ve yazılan metinlerin içeriğinde hata yoksa karşı propagandayı kırmanın yolu daha iyi bir örgütlenmedir, geri çekilme değil…