(Sömürgecilik üzerine 2)
Geçen hafta başladığımız sömürgecilik tartışmasına devam
etmekte yarar var…
Sömürgecilik ve nüfus taşıması tartışmaları yeni değil…
Kıbrıs dışına çıkarak bu konuyu tartışmaya devam etmek
yararlı olabilir…
Örneğin Cezayir süreci bu noktada önemli tartışma malzemesi
sunuyor.
Şinasi Sönmez’in “Cezayir bağımsızlık hareketi ve Türk
kamuoyu (1954–1962)” başlıklı 2007’de tamamladığı Doktora Tezinde bu
tartışmalara yönelik bazı tanımlar vardır.
Şinasi Sönmez doktora tezinde “Cezayir’’de toprakların,
kolon denilen sömürge halkına dağıtılması 1833–1878 yılları arasında resmî
olarak yapılmıştır” (syf7) diye yazmıştı.
Bunu kullandığı yerdeki dipnotta kolonu açıklamıştı:
“Colons” kelimesinin kökeni Latince colonus olup,
yetiştirici anlamına gelmektedir. Bu kelime Fransa’nın işgal ettiği topraklara
ülkesinden ve çeşitli Avrupa ülkelerinden götürüp yerleştirdiği nüfus anlamında
kullanılmıştır. Fransızca “colon” kelimesini okunuşuyla yazdık. Fransa’nın
zamanla bu topluluğa Fransız vatandaşlığı vermesiyle anavatandaki Fransızlarla
eşit vatandaşlık statüsüne kavuşmuşlardır. Çalışmanın ilerleyen sayfalarında
Fransız vatandaşlığı elde etmiş bu nüfus “Avrupalı Cezayirliler” olarak
anılacaktır. Cezayirli ve Fransız kaynakları Cezayir’e yerleşen Avrupalılara
“Pied Noir” (Kara ayaklılar) da demişlerdir. (syf7)
Notun devamında; “1830 yılından itibaren Kuzey Afrika’ya
yerleşmiş Fransız sömürgeciler ve 1941 yılından itibaren teşvikle Fransa’dan
getirilen Fransızlar” denmesi Cezayir’deki sürecin de aşamalı olduğunu
anlamamıza yardımcı oluyor. Yani Tıpkı Kıbrıs’ın kuzeyinde olduğu gibi
kolonyal, sömürgecilik amaçları ile getirilenler ve teşvik edilenler gibi
farklı zaman diliminde Cezayir’e de Fransız ve diğer Avrupalı yerleşikler,
kolonlar taşınmıştır.
1941 yılındaki adı geçen teşvik eğer geri plan bilinmezse
anlaşılmayabilir. 14 Ağustos 1941 tarihinde imzalanan Atlantik Şartında,
bölgede yaşayan halkların rızası olmaksızın toprakların el değiştiremeyeceği,
bütün halkların kendi yönetim biçimlerini oluşturmalarına saygı gösterileceği
ve zorla egemenliklerinden mahrum bırakılan halklara egemenliklerinin geri
verileceği ifadesi yer aldığı hatırlandığında Fransızların bu Atlantik Şartını
delme girişimlerinden biri olarak da okunabilir. Tıpkı Kıbrıs’ın kuzeyine
Türkiye’den nüfus geliş konusundaki teşviklerin 1981’den sonra hız kazanması
gibi! 1981’deki seçimler hatırlandığı, bu teşvikler anlaşılır. Bu teşvikleri
hızlandıran önemli adımsa sonrası kaldırılan pasaport ve yerine konan kimlikle
giriştir.
Cezayir örneğine dönersek, ‘kolonlar Cezayir Kurtuluş
savaşında ne yaptı?’ sorusuna cevap aranabilir. Birileri hemen genelleştirmeye
çalışabilir ama genelleştirmeden Henri Maillot’un akla getirilmesini yararlı
olur. Henri Maillot kara ayaktı yani Pied Noirdu… Cezayir Komünist Partisi
üyesi idi, sendikacı idi. Fransız Ordusuna görev yaparken silah yüklü bir aracı
1956 yılında kaçırdı ve “özgürlük savaşçılarına” katıldı. Maurice Laban,
Cezayir Komünist Partisi kurucusu idi ve kara ayaktı, İspanya iç savaşına
katıldı… Halen daha onlarla ilgili bilgi yazılırken onlara Pied Noir yani kara
ayak denmekte, bu onlara yapılan bir hakaret değil, mevcut durumu tanımlamadır.
Bu yapılırken onların siyasi duruşu, siyaset anlayışlarından kimse bir şey
kaybetmemektedir. Diğer kara ayak, Pied Noir olan Albert Camus, Cezayir
sorununu hiçbir zaman bir “sömürge sorunu” olarak görmek istemedi ve açık ve
net biçimde Cezayir’in bağımsızlığını savunmadı. Niyazi Kızılyürek 2 Şubat 2010
tarihinde Gaile’de yazdığı “Albert Camus, Cezayir ve Kıbrıs” yazısında “Albert
Camus, Cezayir’in, Cezayir’de yaşayan 1 Milyon 200 bin Fransız ile Arap ve
Berberlerin “ortak yurdu” olduğunu ileri sürüyor ve Fransızların Cezayir’den
ayrılmalarına karşı çıkıyordu. Örneğin, Cezayirli bir aktiviste gönderdiği ve 1
Ekim 1955 tarihinde yayınlanan bir mektubunda şöyle diyordu: “Kim
Cezayirlifransızların –Camus bu sözcüğü bitişik yazardı- Philippeville’de
Metzelein’i veya yaşadıkları diğer yerleri unutabileceklerini zannediyorsa,
insan yüreğinden hiç bir şey anlamıyor demektir. Diğer yandan kim ki uygulanan
baskının Arapların Fransa’ya saygı duymalarını sağlayacağını düşünüyorsa, başka
türlü bir körlüğe telsim olmuş demektir” diye yazar. Kızılyürek yazısında
“Albert Camus ısrarla Cezayirlifransızların Araplarla “kardeş” olduğunu söylese
de, Franz Fanon’un açık ve net biçimde gösterdiği gibi, sömürgeci yerleşikler
ile sömürgeleştirilenler arasındaki ilişki “eşitlik” ilişkisi olamaz. Her sömürgecilik
ilişkisinde olduğu gibi, bu ilişkide de şiddet vardı ve sömürgeciler yerlilere
karşı şiddet uyguluyordu. Camus, her ne kadar Cezayir’deki Fransız yönetiminin
insanlık dışı uygulamalarını kınıyor idiyse de, Fransa’nın Cezayir’den
çıkmasına karşı çıkıyor, Fransız yerleşiklerin Cezayir’den ayrılmalarını “adil”
bulmuyordu” der…
Cezayir örneğinde olduğu gibi tüm kara ayakların, Pied
Noirlerin yalnız ve tartışılmaz şekilde Fransız sömürge rejimin parçası kabül
etmek yanlıştır.
Ancak yerleştirme faaliyetleri ve koloniciliği de ayırmamak
gerekir. Şinasi Sönmez, “Fransa’nın işgali ve yerleştirdiği göçmenler için
uyguladığı siyaseti; bu siyaset karşısında Cezayir halkının130 yıllık direniş
öyküsü, Cezayirlilerin kurtuluş mücadelesinin önemli bir parçasıdır” (syf 27)
demektedir. Sönmez ayni sayfada Cezayir’deki durumu şöyle özetler; “1834’ten
itibaren ülkesinden ve diğer ülkelerden yerleşimcileri taşıyarak kendisine
bağlı bir topluluk yaratmıştır. Askerî egemenliğini, yerleşimciler ve
yerlilerin hukukunu oluşturarak siyasal ve ekonomik bir düzen hazırlamıştır.
Fransız Devleti sömürge hukukunu bu yolla meşrulaştırırken, devlet yaptığı
masrafları yerleşimcilere harcayarak onları zenginleştirmiştir. İç
politikasında oluşabilecek tepkileri dengelemek için, iç politikada meşru
Cezayir yönetimini oluşturmaya öncelik vermiş” diye yazar.
Amaç birebir Kıbrıs’ın kuzeyi ile Cezayir arasında bağlantı
kurmak değil, bu yazıdaki amaç sömürge yönetimlerinin kolonları, yerleşikleri
kullanmaları soruna dikkat çekmektir, bunun yeni bir durum olmadığını
hatırlatmak.
Burada, Cezayir Komünist Partisi ve onun yapılanmasından
bahsederken elbette parantez açmamak olmaz. Cezayir Komünist Partisinin genel
sekreterlerinden Beşir Hacı Ali “Parti uzun zaman Fransa’da proleter devriminin
gerçekleşeceğine inandı durdu. Cezayir’de zaferin sağlanması bu şekilde
Fransa’da proletaryanın zafer kazanmasına bağlanıyordu” şekilde özeleştirisini
de vermişti. (Marksizm ve Gerilla Savaşı, Belge Yayınları, syf 320). Elbette,
amaç CKP’nin neler yaptığı, nerelerde eksik gedik yaptığı tartışmak değil! Ama
CKP içinde önemli sayıda kolon, yerleşik, kara ayak vardı ve bağımsızlık
mücadelesine katıldılar, bu mücadeleye katılmaları yanlış veya doğru
stratejilerle katılmaları, kendilerini kolon veya yerleşik olmaktan ayırıp,
suni kavramlar -örneğin tek halk gibi- üzerinden değil, siyasal bir hattın
üzerinden gerçekleşmiştir.
Her sömürgecilik tarihi kendi birçok özgün tarafını da
içinde barındırır. Örneğin Cezayir sürecinden görmemiz gereken, CKP’nin yaptığı
hata gibi yalnızca Türkiye devrimine, oradaki gelişmeler bel bağlamadan kendi
kurtuluş mücadelesini vermektir.
Cezayir örneğinden görmemiz gereken ikinci nokta,
sömürgeciliğin kolonlarla, yerleşiklerle olan ilişkisidir.
30 Kasım 2012 tarihinde Afrika Gazetesinde Baraka Aktivisti
Celal Özkızan “merak ettiklerim” başlıklı bir yazı yazdı. Özkızan “Türkiye’nin
Kıbrıs’a nüfus taşımasından hesap sorarken, öfkesini Türkiye hükümetlerine
değil de Türkiye’den gelen/gönderilen insanlara yönlendirenler, nasıl olur da
‘orijinal ve da saf Kıbrıslıların’ pek çoğunun da Osmanlı tarafından iskân
politikaları ve nüfus taşımaları sonucu 1571’den itibaren bu adaya gönderilen
kişilerin torunları olduğunu unutuyorlar?” diye bir anlamı ile bu konuya
yaklaşımlarını ortaya koyan bir cümle yazdı. Birçok yönü ile sağlıksız olan bu
cümledeki kim kimin torunu kısmına bu yazının sınırları içinde girmeyeceğiz ama
yeniden Loomba’nın Kolonyalizm ve Postkolonyalizm kitabına geri dönmek
gerekecek.
Bizler bu tartışmalar yaparken Loomba’nın altını çizdiği
kaygıları taşıyoruz, “önemli olan nokta göçmenlik, sürgün ve melezliği
köklülük, ulus ve otantiklikle kapıştırmak değil, bir yandan bunların
ideolojik, politik ve duygusal bileşim güçlerin, öbür yandan kolonyalizm ve
postkolonyalliğin çokkatlı tarihlerdeki çakışmalarını değerlendirmek ve yerli
yerine oturtmaktır” (syf 209)
Bu nedenle Kıbrıs’taki Müslüman/Türk/Kıbrıs Türk/Kıbrıslı
Türk/Türkçe konuşan nüfusun analizini yapmak, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyindeki
sömürgecilik faaliyetlerinin anlaşılmasında önemli yer tutmaktadır. Bunu ille
çatıştırmak, çatışma yaratmaya çalışmak olarak anlamak bu yönü ile yanlıştır.
Bunun yanında,1571’de gelenlerin torunları olduğunun
söylemi, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyini sömürgeleştirme faaliyetlerini örten,
silikleştiren, aşındıran bir işlev görür. Başka bir tehlikesi ise tek bir
kimliğe, orijinal bir kimliğe, sürekliliği olduğu iddia edilen, 1571’den beri
taşınan kimliğe yapılan gönderme veya ima etme ayrıca sorunludur.
Ece Deliormanlı’nın “Fatih Akın’ın “Aksanlı” Sineması” başlıklı
çalışmasında Bhabba alıntı yapıyor ve melezliği tanımlıyor; “Melez, ikili
sosyal zıtlıkları reddeden toplumda “çatlaklar oluşturan” bireylerin ortaya
çıkışını olanaklı kılar. Melez kimlikler kültürel üstünlük ve egemenlik
aramayan bir diyalektik içinde seslerini bulurlar. İçinden çıktıkları kısmi
kültürü açarak toplumun görünümünü ve içinden geldikleri azınlık pozisyonları;
içerdekinin dışındaki, bütün içinde parçanın anlatı biçimleri ile tarihsel
belleğin uyarlamalarını inşa ederler.” (H.K. Bhabba. “Culture’s In-Between”.
Questions of Cultural Identity. Ed. S. Hall, P. Du Gay London, SAGE
Publications, 1996, s:58)
Bu nedenle teklik ısrarları, 1571’e doğru bugün yaşayanları
bağlama girişimleri ya da tek halk aramaya çıkmak, bulunduğumuz konumda sorunludur.
Diğer yazıdaki bağladığımız yerden bu yazıyı da bitirmek
konun anlaşılması için gerekli; bugünün çağında doğru zemin, ulusalcı bir
sömürge/emperyalizm karşıtı mücadele değil, insanı merkezine alan,
enternasyonalist, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir sömürge karşıtı
mücadele hattını örmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder